Osmanlı Müslümanlarının uzun müddet hükmen ve fiilen hâkimi oldukları, idare ettikleri, nüfus olarak da çoğunluğu teşkil ettikleri topraklarda günün birinde Avrupalı büyük devletlerin hamiliğini yaptıkları azınlık Hıristiyan unsurları tarafından katliama ve tehcire tabi tutulduklarını, bu emsalsiz travmanın sosyal, siyasî, millî çarpıcı neticeleri olduğunu hissîlikten uzak ilmî usullerle dile getiren, aslında göç denilen zalimin en büyük mağdurunun Osmanlı Müslümanları olduğunu bir tez olarak ısrarla ve ömrünün sonuna kadar en üst perdeden ve en ciddî ilim mahfillerde dile getiren Kemal Karpat, dar-ı bekaya irtihal etti.
Kemal Karpat, Osmanlı Devleti’ne ait ya da civar Müslüman toprakların kaybının hicrete, bunun da millî-siyasî gelişmelere yol açtığını kendisine çalışma ve araştırma sahası veya konusu yaparken bilhassa iki mefhuma vurgu yapmıştır: Kimlik ve ideoloji. Kimlik, Türklüğü, Türk Milleti’ni, ideoloji de İslamcılığı ifade eder. Kemal Karpat, başta ömrünün semeresi olarak telakki edebileceğimiz büyük boy 900 sayfalık İslam’ın Siyasallaşması kitabında ve diğer çalışmalarında sadece satır aralarında değil, satırlarda da Müslümanların İslam ve İslamcılık ile millet olduklarını, milletin adına da Türk Milleti dediklerini ifade eder.
“Tek tek Müslüman Müslüman yurttaşlar, zamanla kendilerini farklı aşiretlerden ve etnik gruplardan oluşan, fakat birleştirici ideolojinin İslam ve resmî dilin Türkçe olduğu bu yeni yapı ile tanımlamaya başladılar. Bu, ideal biçimiyle bütün Müslümanların bağlılık ve sadakat sözü verdiği teritoryal devlet, anayurt, vatan idi… Türk kültürü ve toplumu üzerinde çalışanlar, kaçınılmaz bir şekilde Türk ulusunun İslam milletinden ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan Müslüman milletin bir şekilde bir uzantısı olduğu sonucuna varırlar…[Bu] Türk ne Avrupa ne de Orta Asya Türk’ü değildi. Eski isimli yeni bir Türk’tü. Yani Osmanlının millileşmiş Müslüman’ı idi. Devletle özdeşleşen entelektüeller etnik kökenleri ne olursa olsun üst kimlik itibariyle kendilerini Türk olarak görmekte idiler. Böylece entelektüellerin bir kısmı arasındaki din birliği, millî yani Türk kimliğinin temeli haline gelerek, siyasileşmiştir. [Yani]Dili Türkçe, dini İslam olan bu toplum bir proto-milli Türk toplumudur”.
Merhum Karpat, bu meyanda Kemalist Türklük telakkisi ve inşasına çoğu kez isim vermeden sert ama üstü kapalı ve ilmî tenkidler yöneltmiş, Osmanlı millet sistemindeki dönüşümü izah ederken “milliyet, aksi iddialara rağmen öncelikle dinî aidiyet, sonra dille tanımlanır hale geldi” demiştir. Merhuma göre “Türk, Osmanlı zamanında Müslüman millete mensup olan herhangi biri olabilirdi”. Malum olduğu veçhile de Balkanlı Hıristiyanlar, dinleri ve mezhepleri aynıyken etnik kökenlerine vurgu yaparak ayrışıp bağımsız olmuş, ancak Müslüman unsurlar, etnik kökenleri değil, dinî aidiyetleri sayesinde Türkiye’de toplaşmış ve “Türk” olmuşlardır. Türkiye’ye göç eden Arnavut, Pomak, Boşnak Müslüman olduğu için yeni vatanda kolayca kaynaşmış ve Türk olmuştur. Galiba “İslam’a istinat ederek Türk olmak” ilmî izahını evvela Karpat’ta bulmuştur. Karpat, sadece bir medrese eğitimi aldığı, babası imam olduğu, kendisi de kısa bir süre imamlık yaptığı ve mütedeyyin olduğu için değil, doğduğu, büyüdüğü toprakların mayasına da ters geldiği için “Türklerin kökenlerini Orta Asya’da ‘ırk’ta aramanın hem lüzumsuz hem de yanıltıcı olduğunu düşünüyordu”. Buna mukabil kendi etnik Türklüğünü ise bilhassa belirtiyordu.
Kemal Karpat’ın kitaplarında göze çarpan mühim hususların başında onun bahsettiği isimlerin etnik kökenine yer vermesi gelir. Hoca Türk Milleti tarifinde etnik kökene bilinçli olarak vurgu yapmıştır. Çünkü Türk Milletini değişik etnik kökene mensup Müslümanların göç ve nikâhla oluşturduğu İslam temelli yeni bir millet olarak tarif etmiştir.
Kemal Karpat, tarihi mükemmel denilecek şekilde izah etmiş biridir. O her şeyden evvel tarihi; kültür, iktisat, din, sosyoloji ve siyaset bilimi gibi saha ve unsurlarla mecz edebilmiştir. Sahip olduğu dini müktesabat da “dağı delen ırmak” olmasına mühim bir katkı yapmıştır.
Kemal Karpat’ı, Karpat yapan olgulardan biri de yaşadığı trajik göçtür. Öyle ki göç, bir milletin teşekkülünde inanılmaz bir tesir sahibi olabiliyordu: “Göçmenler kendilerine Türk’ten çok Müslüman diyorlardı, oysa Bulgaristan, Makedonya ve Doğu Sırbistan’dan hicret edenlerin çoğu 15. ve 16. yüzyıllarda Balkanlara yerleşen Türklerin soyundan geliyorlardı”. “19. yüzyılın sonunda göçmenler ve torunları toplam Anadolu nüfusunun yüzde otuz ile yüzde kırkını oluşturmuştur. Bazı Batı bölgelerinde bu oran daha da yüksektir. Çok sayıda göçmen nispeten kolay bir şekilde Anadolu ortamına asimile edildi. Çünkü Kur’an muhacirlere mümkün olan her türlü yardımın yapılmasını ve onlara kardeşçe muamele edilmesini buyuruyor ve bu hükümleri bizzat halifenin talimatı ve hükümetin aldığı iskan tedbirleriyle destekleniyordu”. İnanç ile tespitin iç içe geçtiği bu satırlar onun ilmî-akademik çalışmalarının esaslarındandı.
Kemal Karpat Hoca, yukarıdaki izah ve nakillerden de anlaşılacağı üzere Türk kimliği ve Türk Milleti tarifinde ikna edici tespitleri olan bir âlimdi.
“Entelijansiya, daha önce de belirtildiği gibi devletle ve ‘Türklükle’ özdeşleşmişti, ama bu dilinden dolayıydı ve kaldı ki bu Türklük fazla bir siyasi anlam taşımıyordu ve tamamen ayrı bir kavram olarak değil, birden çok kimliğin bir parçası gibi görülüyordu. Daha 1880’lerde ‘Osmanlı’, ‘Türk’ ve ‘Müslüman’ eşanlamlı gibi görülmeye başlanmıştı. Tatar, Boşnak veya Kürt olmanın yeni anlamda Türk olmakla bağdaşmayan bir tarafı yoktu… Türklüğün Türk olmayanlar tarafından bu gönüllü benimsenişi ortak din ve tarihin etkisiyle kolaylaştırılmış olabileceği gibi, belki (göç neticesi) birlikte yeni bir toplum inşa etmekte olduklarına dair sezgi yollu bir bilginin eseri de olabilir”.
Karpat, göç olgusu ve meselesi bihakkın ele alınmadan ne tarihin ne de Türk Milleti olgusunun anlaşılabileceğini yılmadan, durmadan anlatmış,“ Osmanlı İmparatorluğunun elindeki toprakların kaybıyla, kaybedilen topraklardaki Müslümanlar elde kalan topraklara hicret etmişler; İslam Hukuku’nun nikâh müessesesiyle yerli halkla kaynaşarak etnik farklılıkları ikinci plana atmış, hatta unutmuşlar ve böylelikle de yerli halk ve etnik kökeni ne olursa olsun muhacirler din merkezli, İslam merkezli yeni bir millet oluşturmuşlardır” mealindeki tespitleri hemen her çalışmasında ifadeye çalışmıştır.
Tarihimizde yaşanan bazı netameli hadiselerin en mühim amilinin de kaybedilen topraklardan elde kalan topraklara vuku bulan göç olduğunu ısrarla yazdı hoca. Bu vadide Ermeni Tehciri’ne işaret ve temas etti. Maalesef bu olgu zamanında hayli ihmal edilmiş, bilhassa uluslar arası platformda Kemal Karpat haricinde bu konuyu canlı ve diri tutan ikinci bir isim de öne çıkmamıştır. Göç olgusunun yenilerde ciddiyetle ele alınmaya başlanması netameli konuların arka planını da anlamaya başladığımıza işaret eder gibidir. Mevcut topraklara vaki göçler tarihte kalmış, tarih olmuş hadiseler değildir; bugünkü kimlik meselesinin de esaslı bir unsurudur. Kemal Karpat, bu hususu hissîlikten uzak ilmî bir çerçeveye oturtmaya çalışmıştır.
Çok yönlülük ve göçmenlikten kaynaklanan göç olgusuna hâkimiyet yanında hukukçuluk da kendisine bir derinlik kazandırmış gibidir. Burhan Apaydın, Fuat Hulusi Demirelli, Haluk Eczacıbaşı, İsmail Hakkı Talas, İsmet Tümtürk, Naci Şensoy, Necdet Çobanlı, Nurullah Kunter, Oktay Uzunçarşılıoğlu, Orhan Adlî Apaydın, İsmail Arar, Reşit Ülker, Selçuk Özçelik, Süha Özgermi ve Hıfzı Topuz gibi birbirinden farklı isimlerin yer aldığı 1951-52 levhasında İstanbul Barosuna kayıtlı 1295 avukat arasında yer alan merhum Kemal Karpat, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu ve hukukçu olmanın faydalarını meslekî olarak değil ama ilmî-akademik olarak görmüş gibidir. Onun sosyal-siyasî tarihçiliğinde Kamu ve Anayasa Hukukunun sağladığı açılımın tesiri inkâr olunamaz boyuttadır. Farklı dinî-etnik unsurların ayrılık hareketlerini önleme ve bu unsurları aynı çatı altında tutma çabası sadece askerî değil, siyasî ve hukukî bir meseleydi de. Hoca farklı sahalardaki derin ilgi ve bilgisini mükemmel şekilde kaynaştırabilmişti.
Kemal Karpat, kimi zaman yaygın kanaatlere nazik ama kuvvetli tenkidler tevcih etmiştir. Mesela ayanlığın bugün de etkisini sürdüren yerli ve muhafazakâr bir sınıf olduğunu iddia etmiştir: “Ayân, Osmanlı-Türk resmî tarihinin kendilerini tanımladığı gibi ‘derebeyleri’ ya da ‘kamu malının gâsıpları’ değillerdi. Aslında bunlar devletin iktidarının ekonomik temelleri olan toprakların denetimi için bürokrasi ile savaşmaya başlayan ve İslâmcılık ve milliyetçilik dâhil olmak üzere Osmanlı Devleti’ndeki reform hareketinin birçok ideolojilerine imzalarını atmış olan yeni orta sınıfın öncüleriydi. Sultan ve bürokratları reformları uygulayan aktörlerdi, fakat asıl itici güç, ister kendi eseri olsun ister reformlara sempati duyan bazı bürokratların eseri olsun, Osmanlı siyasi sitemini içinden değiştiren orta sınıflardı. Daha çok Avrupa’nın ekonomik çıkarlarına hizmet eden Rumlardan ve Ermenilerden oluşan üst ticarî grubun tersine, tarımsal orta sınıf (Balkanlar’daki Hıristiyanlar bir ölçüde eşitliği yakalamayı başarmış olsalar da) esas itibariyle Müslüman’dı. Tarımsal orta sınıfın yükselişi doğmakta olan yeni toplumsal düzeni etkilerken, bu sınıfın modernist gelenekçiliği, ayakta kalan eski ilmiye (ulema) ve yeni entelijensiyasının yapısını ve felsefesini etkileyerek, bunların değişim, modernleşme, İslam ve milliyetçilik konularında birbirlerine karşı çıkan çeşitli gruplara ayrılmalarına yol açtı. Genelde kültürel bakımdan tutucu ve gelenekçi tarımsal orta sınıf kendi tarzında bir modernizme ve İslamcılığa kuvvetle destek oldu; bu bakımdan bu yeni sınıfın tarımsal unsurlarını ‘tutucu’ ‘gelenekçi’ veya ‘gerici’ diye küçümsemek, modern Osmanlı ve çağdaş Ortadoğu sosyo-politik düzenini biçimlendirmekteki hayatî rolünü görmezlikten gelmek olur”.
Kemal Karpat tarihi, arşiv vesikalarına, vesika okuyuculuğuna ve kronolojiye hapsetme, hasretme tehlikesine, vesikalara istinat ederek ama o günün sosyo-kültürel değerlerine, fikrî gelişimine, konjonktüre ve hadiselerin gidişatına da aynı derecede kıymet vererek işaret etmiş, neticede meselelere farklı sahaların yardımıyla geniş açıdan bakan, yorum getiren bir siyasî-sosyal tarihçi vasfını haiz olmuştur.
Kemal Karpat Müslümanların maruz kaldığı mezalimi ve muhacereti sıkça dile getirmiş olmasına rağmen mümkün mertebe tekrara düşmemiş, bıkkınlık vermemiş, -hatta konu tüketilememiş, bilakis gün geçtikçe ortaya yeni deliller, bakış açıları, tespitler ve yorumlar getirilmiş-, delilleri güçlü ve konuyu ele alış şekli de çarpıcı olduğu için kendisi ciddi bir siyasi veya ilmi tenkide de muhatap olmamıştır.
Türk kimliğinin temelinin İslam olduğuna mütemadiyen vurgu yapan merhum Karpat, galiba bize “bu gerçeği asla unutmayın ve birlik olun” diye de incelikli bir tavsiye ve ihtarda bulunuyordu.
Cenab-ı Hak, gani gani rahmet eylesin!
Not:1-Karpat, Osmanlı Müslümanlarının yaşadığı katliamı ve göçleri uluslararası akademik camiada yüksek sesle dile getirdiği için Ermeniler yanında bazı mankurtlar tarafından da dile dolanmıştır.
2-Hoca, belki de biraz mecburiyetten 27 Mayıs darbesine övgü dizmişti. Ancak hoca, hep bunun mahcubiyetini yaşadığı intibaını vermiştir.
3-Karpat, Osmanlı topraklarındaki nüfus ile göçü birlikte zikrederek Müslümanların kovuldukları topraklardaki sayı ve oranlarının ne manaya geldiğini de çok usta bir şekilde ihsasa çalışmıştır.