Karasal Güç, Deniz Gücü ve Yeni Bir Dünya Düzeni İçin Mücadele

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın dört bir yanından dost kazanmıştı. Ancak büyük bedellerle elde ettiği bu ahlaki sermaye şu anda boşa harcanmaktadır. Tıpkı Napolyon’un “Önce Fransa” (la France avant tout) yaklaşımı gibi, Amerika’nın yakın zamanda yeniden benimsediği “Önce Amerika” (America First) politikası da müttefikleri her yerde kendisinden uzaklaştırmaktadır. Kuşkusuz, Washington’un düşmanları, ABD’nin düşüşünü büyük bir keyifle izleyeceklerdir.
Ağustos 25, 2025
image_print

Karadan mı, Denizden mi?

 

Büyük güçler arasındaki rekabet, bir kez daha uluslararası ilişkilerin belirleyici özelliği hâline geldi. Ancak günümüzde bu mücadelenin sınırları ve doğası hâlâ tartışma konusudur. Kimileri ideolojik geçmişe, kimileri değişen askerî dengelere, kimileri de liderlerin tercihlerine odaklanmaktadır. Oysa modern çağdaki çatışmalar, uzun süredir devam eden fakat genellikle gözden kaçan daha derin bir anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır: Güç ve refahın temel kaynağına dair bir fikir ayrılığından. Bu ayrım doğrudan coğrafyadan beslenir ve birbirine zıt iki küresel bakış açısı üretir: Biri karasal (continental), diğeri denizci (maritime).

Karasal dünyada, gücün para birimi topraktır. Coğrafî olarak çoğu ülke, birden fazla komşuyla çevrili karasal bir ortamda bulunur. Tarihsel olarak bu komşular genellikle birbirlerinin başlıca düşmanı olmuştur. Komşularını fethedebilecek kapasiteye sahip olan Çin ve Rusya gibi karasal hegemonlar, uluslararası sistemin büyük etki alanlarına bölünmesi gerektiğine inanırlar. Bu doğrultuda kaynaklarını ordularına yönlendirir, sınırlarını korumaya, komşularını fethetmeye ya da sindirmeye çalışırlar; içeride ise askerî öncelikleri sivil ihtiyaçların önüne koyan baskıcı rejimler kurarlar. Sonuç olarak bir kısır döngü başlar: Despotlar, baskılarını meşrulaştırmak ve iktidarda kalmak için büyük bir düşmana ihtiyaç duyarlar; bu tehdit de yeni savaşlara neden olur.

Buna karşılık, okyanuslar gibi doğal hendeklerle çevrili ülkeler, işgale karşı görece daha büyük güvenlik avantajına sahiptir. Bu nedenle komşularıyla savaşmaktan ziyade, servet biriktirmeye odaklanabilirler. Denizci devletler için gücün kaynağı toprak değil, paradır. Uluslararası ticaret ve sanayi aracılığıyla iç refahlarını artırır, askerî ve sivil ihtiyaçlar arasında daha az çelişki yaşarlar. Karasal hegemonlar sıfır toplamlı, “kazanan her şeyi alır” türü oyunları tercih ederken; deniz gücüne dayalı düzeni benimseyen devletler, tüm tarafların kazanç sağlayabileceği sonsuz oyunlara yönelir. Bu dünya görüşünde komşular düşman değil, ticaret ortağıdır.

Denizci bakış açısının kökeni, kıyı ticaretinden zenginleşen ve bu serveti imparatorluğunu sürdürmek için kullanan antik Atinalılara kadar uzanır. Bu tür devletler, denizlerin ortak kullanım alanı olarak kalmasını ister; böylece herkesin denizlerde güvenli biçimde seyahat edebilmesi ve ticaret yapabilmesi sağlanır. Uluslararası hukukun kurucusu olarak kabul edilen Hugo Grotius’un bir deniz ticareti imparatorluğu olan Hollanda Cumhuriyeti’nden çıkması tesadüf değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, ticareti önceleyen devletler, ticareti kolaylaştırmak ve işlem maliyetlerini azaltmak için bölgesel ve küresel kurumlar geliştirmiştir. Deniz güvenliğini sağlamak adına donanmalarını korsanlığı ortadan kaldıracak şekilde sahil güvenlik güçleriyle koordineli hâle getirmişlerdir. Bu çabalar, üyelerin kendi çıkarlarını koruyacak kuralları birlikte uyguladığı, kurallara dayalı ve evrilen bir denizcilik düzeni yaratmıştır.

Bugünkü rekabet, karasal ve denizci güçler arasındaki kadim çatışmanın en son versiyonudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Amerika Birleşik Devletleri’nin stratejisi, bir deniz gücü olarak konumunu yansıtmaktadır. Ekonomik yapısı itibarıyla ABD, uluslararası ticaretin ve ekonomik etkileşimlerin sürdürülmesinden büyük çıkar sağlar. Ayrıca coğrafi avantajları ve askerî gücü sayesinde, egemen devletlerin bağımsızlıklarını baltalayabilecek dış müdahaleleri caydırabilecek konumdadır. Buna karşılık Çin, İran, Kuzey Kore ve Rusya gibi ülkeler, daha özgür toplumları kendi otoriter yönetimlerine ve güvenlik anlayışlarına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak gören liderlerce yönetildikleri için, kurallara dayalı uluslararası düzeni zayıflatmaya çalışmaktadırlar.

Amerika Birleşik Devletleri, tıpkı birinci Soğuk Savaş’ta olduğu gibi, ikinci Soğuk Savaş’ta da başarılı olabilir—yalnızca, deniz gücüne dayalı ve geçmişte başarılı olmuş stratejilerine sadık kalmaya devam ederse. Ancak engeller inşa etmeye, komşularını tehdit etmeye ve küresel kurumları baltalamaya dayalı bir karasal paradigmaya geri dönerse, başarısız olma riski oldukça yüksektir—öyle ki, bir daha toparlanamayabilir.

Ticaretin Püf Noktaları

Birleşik Krallık, Napolyon Savaşları sırasında karasal güçlere karşı modern denizci stratejinin temellerini attı. Londra, rakiplerini ordusuyla mağlup ederek değil; ticaret ve sanayi yoluyla zenginleşerek, diğer Avrupa devletleri birbirleriyle savaşırken dünyanın baskın gücü hâline geldi. Karasal devletlerin hemen hepsi, ya fethetmek ya da fethedilmekten kaçınmak için büyük kara orduları beslemek zorundaydı. Bu nedenle ekonomilerini tüccarların değil, orduların ihtiyaçları belirliyordu. Oysa Birleşik Krallık, dört bir yanı denizlerle çevrili olması ve güçlü donanması sayesinde işgal edilme korkusunu daha az hissediyordu. Bu yüzden pahalı, darbe riski taşıyan büyük bir kara ordusu kurmak zorunda kalmadı. Bunun yerine, servetini ticaret yoluyla biriktirmeye odaklandı ve deniz yollarının güvenliğini donanmasına emanet etti.

Büyük güçler arasında yalnızca Birleşik Krallık, Fransa’ya karşı oluşturulan her ardışık koalisyona katıldı. Kraliyet Donanması, Napolyon’u Trafalgar Muharebesi’nde mağlup ettikten sonra Napolyon doğrudan askerî mücadeleden vazgeçip ekonomik cepheye yöneldi. Britanya’ya karşı, kıta çapında bir abluka olan “Kıta Sistemi”ni (Continental System) devreye soktu—bu stratejiyi la France avant tout (her şeyden önce Fransa) şeklinde tanımlamıştı. Ancak Britanya’nın dünya çapında deniz yoluyla erişebildiği alternatif pazarlara sahip olması, bu sistemi Fransa ve müttefikleri için daha zararlı hâle getirdi. Bu stratejik başarısızlık, Napolyon’u Britanya’yla ticarete devam eden Rusya’ya karşı yıkıcı bir işgal başlatmaya yöneltti.

Birleşik Krallık, Napolyon’un dev kara ordusuyla doğrudan savaşmak yerine, giderek artan ekonomik gücünü Avusturya, Prusya, Rusya ve diğer küçük devletleri silahlandırmak ve finanse etmek için kullandı. Bu devletler, Napolyon’un kuvvetlerinin büyük kısmını Orta ve Doğu Avrupa’daki ana cephede oyaladı. İngilizler ise, Napolyon’un “İspanyol ülseri” (Spanish ulcer) adını verdiği cephede—denizden kara erişiminin daha kolay olduğu İber Yarımadası’nda—ikincil bir cephe açtı. Bu cephe, yıpratma oranlarının İngiltere lehine işlemesini sağladı. Her iki cephedeki toplu kayıplar, nihayetinde Napolyon’un askerî olarak aşırı zorlanmasına neden oldu ve düşmanlarının eşzamanlı saldırısıyla ordusu çöktü. Avrupa’daki pek çok devlet bu savaşlardan ağır biçimde zarar görürken, Birleşik Krallık ekonomisi süreci neredeyse zarar görmeden atlattı. Aynı durum, her iki dünya savaşında da Amerika Birleşik Devletleri için geçerli oldu.

Napolyon Savaşları’nın ardından gelen Sanayi Devrimi, kümülatif ekonomik büyümeyi beraberinde getirdi ve bu da denizci güçlerin lehine olan dengeyi daha da güçlendirdi. Artık güç kazanmak, sanayi, ticaret ve uluslararası etkileşim yoluyla çok daha kolay ve sürdürülebilir hâle gelmişti. Bu tür bir güç, Napolyon Fransası gibi karasal güçlerin imparatorluklarını korumak için dayandığı iç iletişim hatlarından değil; denizlerin sunduğu dış iletişim hatlarından besleniyordu.

Bunun sonucunda, günümüzdeki küresel düzen esasen denizci niteliktedir—her ne kadar çok az kişi bunun farkında olsa da. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yarısı deniz kıyısında yaşamaktadır; kıyı bölgeleri küresel servetin yaklaşık üçte ikisini üretmektedir. Ticaret hacminin (tonaj bazında) %90’ı okyanuslar aracılığıyla taşınmakta; uluslararası veri iletişiminin %99’u denizaltı kabloları üzerinden gerçekleşmektedir. Ticaret, uluslararası kurumlar ve anlaşmalar tarafından düzenlenmektedir. Denizler, herkesi her şeyle birbirine bağlamaktadır. Hiçbir devlet bu deniz yollarını kendi başına açık tutamaz; ancak kıyı devletlerinden oluşan bir koalisyon, denizleri geçişe elverişli şekilde güvence altına alabilir.

Bu sistem, dünyanın dört bir yanındaki insanlara genel olarak büyük faydalar sağlamıştır. Ticaret kuralları darboğazları azaltarak maliyetleri düşürmüş; güvenli ve açık denizler ekonomik büyümeyi kolaylaştırmış, bu da yaşam standartlarını yükseltmiştir. İnsanlar seyahat edebilmekte, yurtdışında çalışabilmekte ve yatırım yapabilmektedir. Denizci düzenden en fazla yarar sağlayanlar milyarderler olmuştur; çünkü kurallar ortadan kalkarsa en büyük kaybı onlar yaşar ve onların ekonomik çıkarları küreseldir. Deniz düzenine bağlı ülkeler, bu düzeni baltalamaya çalışanlara kıyasla çok daha zengindir. Hatta bu düzeni devirmeye çalışan ülkeler bile ondan fayda görmüştür. Örneğin Çin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra denizci düzene katılarak zenginleşmiştir. İran ve Rusya’nın ekonomileri ise, uluslararası hukuka uysalardı ve diktatörler yerine halkı koruyacak kurumlar kurmuş olsalardı, bugün ulaştıkları seviyenin çok daha ilerisinde olabilirlerdi.

Fetih ve Çöküş

Karasal dünyada güç, doğrudan toprakla ilişkilidir. Komşular tehlikelidir. Güçlü olanlar işgal edebilir; bu nedenle karasal hegemonlar komşu ülkeleri istikrarsızlaştırmaya çalışırlar. Günümüzde bunu, onları sahte haberlerle boğarak, iç huzursuzlukları ve bölgesel anlaşmazlıkları körükleyerek yapmaktadırlar. Zayıf komşular da tehdit oluşturur; çünkü terörizm ve kaos, ortak sınırlardan taşabilir. Kendilerini korumak ve güçlerini artırmak isteyen karasal devletler, genellikle komşularını işgal eder ve yutar; potansiyel tehditleri ortadan kaldırmak için onları haritadan silerler.

Topraklarını ve güçlerini artırmak isteyen başarılı karasal hegemonlar iki temel kurala uyar: İki cephede birden savaşmaktan kaçınmak ve büyük güç komşularını etkisiz hâle getirmek. Ancak karasal güvenlik teorisi, genişlemenin nerede ve ne zaman durdurulacağına dair bir sınır çizmez ve kalıcı ittifaklar da oluşturmaz. Komşular, bu tür hegemonların uzun vadede tehdit oluşturduğunu fark eder. Bu nedenle karasalcılar, çoğu zaman kendilerini aşırı genişlemiş, yalnız ve nihayetinde çöküş riskiyle karşı karşıya kalmış biçimde bulurlar. Hem toprak savaşları hem de komşuları istikrarsızlaştırma çabaları, serveti hızla tüketir.

Örneğin Almanya, yirminci yüzyılda komşularına kıyasla daha hızlı ekonomik büyüme sergileyerek Avrupa kıtasına ekonomik olarak hükmedebilirdi. Bunun yerine, iki yayılmacı dünya savaşı yürüttü. Her ikisinde de aynı anda birden fazla cephede, birden fazla büyük güce karşı savaşarak karasal imparatorluk kurma kurallarını ihlal etti. Bu savaşlar, Almanya’nın egemenliğini pekiştirmek yerine, yükselişini—hem insan hayatı hem de Avrupa çapında servet açısından—nesiller boyu sürecek bir bedelle geciktirdi.

Japonya da, deniz ticaretine dayalı bir düzende gelişip refaha ulaşmıştı. Ancak 1930’larda, karasal bir paradigma benimseyerek Asya anakarasında geniş bir imparatorluk kurmaya girişti. Almanya’da olduğu gibi, bu girişim başlangıçta toprak kazandırdı; ancak çok sayıda düşmanla karşı karşıya kalmasına, askerî ve ekonomik olarak aşırı genişlemesine yol açtı ve sonunda hem Japonya’yı hem de işgal ettiği bölgeleri yıkıma sürükledi. Savaşın ardından Japonya, uluslararası kuruluşlara ve uluslararası hukuka dayanan bir denizci paradigmaya geri döndü. Bu dönüşüm, harap hâlde bir ülkenin çok kısa sürede dünyanın en zenginlerinden biri olmasını sağladı ve bu başarı “Japon ekonomik mucizesi” olarak adlandırıldı. (Hong Kong, Singapur, Güney Kore ve Tayvan da Soğuk Savaş döneminde denizcilik sisteminin sunduğu imkânlar sayesinde benzer ekonomik mucizeler yaşadı.)

Aşırı genişleme, Sovyetler Birliği’nin çöküşünde de temel rol oynadı. Bu imparatorluk yalnızca İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Doğu Avrupa’yı yutmakla kalmadı; aynı zamanda ekonomik büyüme yerine, otoriterliğe uygun bir ekonomik modeli dayattı. Daha sonra bu modeli, gelişmekte olan dünyanın mümkün olan en geniş kesimine yaymaya çalıştı. Ancak sonunda, durağan Sovyet ekonomisi Moskova’nın imparatorluk girişimlerini ve uygulanamaz projelerini sürdüremez hâle geldi.

Birinci Dünya Savaşı’nda, Birleşik Krallık da dâhil olmak üzere tüm Avrupa güçleri, devasa ordularla örtüşen topraklara sahip imparatorluklar kurmayı hedefleyen karasal stratejiler izledi. Her devletin—hatta aynı ittifak bloğu içinde yer alanların bile—farklı başlıca düşmanları ve birincil savaş cepheleri vardı. Bu durum, koordinasyondan yoksun paralel savaşlara yol açtı. Avrupa güçleri—Birleşik Krallık da dâhil—savaş çabasını, gücün ekonomik temellerine dair içgörüye sahip sivil liderlerin yetersiz katkısıyla, askerî kadroların ellerine bırakmıştı ve bunun ağır bedelini ödediler. Subaylar, uyguladıkları stratejinin savurganlığını kabul etmek yerine, aylar süren çıkmaza girmiş saldırılarda ısrar ettiler ve yüz binlerce gencin hayatını feda ettiler.

Bazı argümanlara göre, hiçbir Avrupa ülkesi Birinci Dünya Savaşı’ndan tam anlamıyla toparlanamadı. Savaşı sürdürmekte ısrar eden karasal imparatorluklar—Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya—bu savaşta çöktü. Zafer kazansalar da, Fransa ve Birleşik Krallık da savaş sonrası daha kötü bir konumdaydı. Amerika Birleşik Devletleri ise, Avrupa’nın karmaşık siyasî ilişkilerinden tiksinerek sahneden çekildi; bu durum, “America First” (Önce Amerika) hareketinin yükselmesine zemin hazırladı. Bu hareket, Büyük Buhran’ı derinleştiren ve ikinci bir dünya savaşı için ortam hazırlayan gümrük tarifeleri uygulamıştı. Oysa Napolyon Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı arasında geçen uzun barış dönemi, Avrupa’nın refahının katlanarak arttığı bir dönemdi. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı’nı denizci paradigmayı sürdürerek kazandığında, yine eşi benzeri görülmemiş bir refah dönemine girdi. Bu kez, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi içe kapanmak yerine, Washington savaş sonrası inşa ettiği uluslararası düzeni koruma sorumluluğunu üstlendi. Müttefiklerinin yeniden inşasına yardım etti ve barışı sağlamak adına küresel bir liderlik rolü üstlendi. Bu kurumlar, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgaline kadar Avrupa’da başarıyla işledi.

Savaşın Köpekleri

Çoğu ülke, coğrafi olarak karasal konumdadır. Tehditlere karşı onları tamamen koruyan bir okyanus hendeğinden yoksundurlar. Yalnızca denizci, kurallara dayalı düzen bu tür devletlere tam güvenlik sağlayabilir. Kurumlar ve ittifak sistemleri, az sayıdaki tehdidi dizginlemek için çok sayıdaki ülkenin çeşitli yeteneklerini bir araya getirir. Bu yapılar, kurallara dayalı düzenin bir tür sigorta poliçesidir. Tehlikeleri tamamen ortadan kaldıramasalar da, eğer üyeler ekonomik büyümeyi en üst düzeye çıkarmak ve karasalcıları sınırlamak için birlikte hareket ederse, riskler en aza indirilebilir.

Ancak dünyada hâlâ çok sayıda karasalcı vardır. Putin, Rusya’nın sınırlarını genişletme niyetini açıkça ortaya koymuştur. İlk hedefi Ukrayna’dır—esas yemeğin önündeki meze. “Eski bir kural vardır: Rus askerinin ayağı nereye basarsa, orası bizimdir,” diyerek menüsünü açıklamıştır. Bu menüde, en azından, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet askerlerinin işgal ettiği Orta ve Doğu Avrupa vardır. Bu açıklama, Napolyon Savaşları’nın sonunda Rus askerlerinin ulaştığı Paris üzerinde bile bir güç arzusunun işareti olabilir.

İlk Soğuk Savaş’ta olduğu gibi, Moskova Batı’yı hem dışarıdan hem de içeriden parçalamak istemektedir. Bolşevik Devrimi’nden bu yana Ruslar propaganda konusunda ustadır. Komünizmi dünyaya pazarlamakta başarılı olmuşlar ve pek çok ülkeye onlarca yıl sürecek ekonomik gerileme yaşatmışlardır. Şimdi ise Rusya, NATO’nun Rusya’yı tehdit ettiği şeklindeki kurguya dayanan bir propagandayı yaymaktadır. (Oysa NATO ülkeleri Moskova’nın topraklarında göz dikmiş değildir; yalnızca Rusya’nın kendi iç distopik karmaşasını düzene sokmasını ve uluslararası sisteme yapıcı bir katkı sunmasını istemektedirler.)

Sosyal medya, Rusya’nın yurtdışında kargaşa çıkartma yeteneğini radikal biçimde artırmıştır; bunu da kutuplaştırıcı konularda her iki tarafın da nefretini körükleyerek yapmaktadır. Moskova, Ukrayna’daki savaşı, ABD ile Avrupa’yı ve Avrupa ülkelerini birbirinden koparan bir ayrım noktasına dönüştürmeye çalışarak hem NATO’yu hem AB’yi zayıflatmaya uğraşmıştır. Birleşik Krallık’ın kıta ile bağlarını zayıflatan Brexit sürecini teşvik etmiştir. Suriye iç savaşında Beşar Esad’ın güçlerini destekleyerek ve şimdi de Afrika’yı istikrarsızlaştırarak Avrupa’ya yönelen büyük göç dalgalarını tetiklemiştir. Bu göç akınları, kıtadaki izolasyonist sağın yükselmesini kolaylaştırmış ve ciddi bir istikrarsızlık yaratmıştır.

Diğer karasal güçler de mevcut küresel düzeni devirmek istemektedir. Kuzey Kore, Güney Kore’yi ortadan kaldırarak tüm Kore Yarımadası’nı kontrol altına almak istemektedir. İran’ın ana sahnesi Orta Doğu’dur; Tahran, Gazze, Irak, Lübnan ve Suriye üzerinde nüfuz kurmayı hedeflemektedir.

Ve Çin var. Bu ülkenin zenginlik elde etmek için mevcut dünya düzenine entegre olma kararı, otoriter yapısına rağmen denizci bir bakış açısı benimsediği izlenimini yaratmıştı. Hatta büyük bir donanma bile inşa etti. Ancak Çin, kıyılarını çevreleyen dar, sığ, adalarla dolu, kapalı denizler nedeniyle bu donanmayı savaş zamanı güvenilir biçimde kullanamaz. Bu durum, her iki dünya savaşında da büyük donanmalar inşa eden ancak bunları güvenle kullanamayan Almanya’yı andırır. Birleşik Krallık, Kuzey Denizi ve Baltık Denizi gibi dar denizleri abluka altına almış; Almanya’nın ticaretini kesmiş ve deniz trafiğini neredeyse yalnızca denizaltılarla sınırlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda Berlin, denizaltılarını güvenli biçimde konuşlandırmak için uzun Fransız ve Norveç kıyılarına ihtiyaç duymuştur; ama bu bile donanması için yetersiz kalmıştır—ticaret filosundan bahsetmeye bile gerek yok.

Çin ise, o dönemdeki Almanya’dan çok daha fazla dış ticarete ve ithalata, özellikle de enerji ve gıdaya bağımlıdır. Okyanus ticaretinin durması hâlinde yaşanacak ekonomik darboğaz, Çin ekonomisini felce uğratacaktır.

Ukrayna’nın Rus gemilerini batırarak gösterdiği gibi, insansız hava araçları dar denizleri kapatabiliyor. Çin’in 13 kara ve 7 deniz komşusu bulunuyor ve bunlarla birçok anlaşmazlık yaşıyor. Bu ülkeler; denizaltılar, kıyı topçuları, insansız hava araçları ve savaş uçaklarıyla Çin’in ticaret yollarını kesintiye uğratabiliyor ve donanmasının hareketlerini tehlikeye atabiliyor. Buna karşılık, Çin’e yakın kıyı ülkelerinin çoğu, açık denizlere ulaşmak için Güney Çin Denizi’ne ihtiyaç duymuyor. Endonezya, Malezya, Filipinler, Tayland ve Tayvan, okyanusa kıyısı olan alternatif sahillere sahip olduğu için abluka altına alınmaları oldukça zorlaşıyor.

Rusya gibi Çin de hâlâ karasal bir bakış açısıyla hareket ediyor. Japonya ve Filipinler üzerindeki iddialarına, Tayvan’ı tümüyle işgal etme tehdidini ekliyor. Ayrıca Bhutan, Hindistan ve Nepal’den de toprak talep ediyor. Çinliler “tarihi topraklar”dan bahsederken ya Macaristan’a kadar uzanan Moğol Yuan Hanedanı’na ya da bugün Kuşak ve Yol Girişimi’yle Rusya’nın etkisinden koparmaya çalıştığı bölgeleri kapsayan Mançu Qing İmparatorluğu’na atıfta bulunuyor. Hâlen kendilerini “orta krallık” veya “göğün altındaki her şeyin sahibi” (all under Heaven) olarak tanımlıyorlar—yani evrensel bir dünya düzeni kurma ve fethettikleri tüm topraklar üzerinde hak iddia etme anlayışını sürdürüyorlar.

Pekin, Moskova’nın aksine henüz doğrudan bir saldırı savaşı başlatmamıştır. Ancak başka tür savaşlar yürütmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi’nin yırtıcı kredileriyle ülkeleri borçlandırmakta ve böylece ekonomik nüfuz elde etmektedir. Diğer ülkelerin altyapılarına siber saldırılarla sızmakta, sırlarını çalmaktadır. Nadir toprak elementlerinin ihracatını kısıtlayarak kaynak savaşı yürütmekte; Mekong ve Yarlung Tsangpo nehirlerini barajlarla kontrol altına alarak ekolojik savaş sürdürmekte; ABD’ye fentanil göndererek uyuşturucu savaşı başlatmaktadır. Ayrıca Hindistan’a yönelik ve asker ölümleriyle sonuçlanan sınır saldırılarıyla düzensiz savaşlara da girmektedir. Bunların tümü, karasal yayılmanın klasik belirtileridir.

Felaketi Önlemek

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin, karasalcılarla mücadele etmek için yeni bir strateji geliştirmesi gerekmez. İlk Soğuk Savaş’ta işe yarayan strateji, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Bu mücadele—tıpkı öncekinde olduğu gibi—uzun sürecektir. Nükleer savaşı tetikleyebilecek ani çözümler aramak yerine, önceki Soğuk Savaş’ın galipleri çatışmayı nesiller boyunca yönetmeyi başarmıştır.

Aynı tavsiye bugün de geçerlidir: Denizci güçler sabırlı olmalı ve mevcut gerilimi sıcak çatışmaya dönüştürmemelidir. Özellikle yeterli deniz erişimi olmayan, düşman ülkelerle çevrili ve halkının dış yardıma isteksiz olduğu bölgelerde sıcak savaşlardan kaçınılmalıdır. Bu koşullar Afganistan ve Irak için geçerliydi ve Washington’un bu ülkelerdeki başarısızlığını açıklamaktadır.

Sıcak çatışmalar yerine, Amerika Birleşik Devleti ve ortakları, denizci dünyanın en büyük gücünü karasalcıların en büyük zayıflığına karşı kullanmalıdır: Zenginlik yaratma kapasiteleri. Karasalcıları, uluslararası hukuku ihlal etmekten vazgeçmeye, savaşı bir kenara bırakmaya ve diplomasiyi benimsemeye zorlamak amacıyla, yaptırımlarla denizcilik düzeninin sunduğu avantajlardan mahrum bırakmalıdır. Gümrük vergilerinden farklı olarak—ki bunlar iç üreticileri korumak için ithalata uygulanan vergilerdir—yaptırımlar belirli işlemleri yasa dışı kılar ve kötü niyetli aktörleri cezalandırır. Büyüme oranını yalnızca bir-iki puan düşürseler bile, yaptırımların uzun vadeli, bileşik etkileri yıkıcı olabilir—bu durum, yaptırımlar altındaki Kuzey Kore ile yaptırımsız Güney Kore’nin karşılaştırmasında açıkça görülmektedir.

Yaptırımlar bir tür ekonomik kemoterapi işlevi görür. Tümörü ortadan kaldırmasalar da, en azından ilerlemesini yavaşlatabilirler. Özellikle teknolojik gelişimi sekteye uğratmak konusunda etkili olabilirler—Sovyetlerin deneyimlediği gibi.

Karasal güçlerden herhangi biri, başka ülkelerin topraklarını ele geçirme hedefinden vazgeçer ve uluslararası hukuk ile kurumların gelişimine barışçıl yollarla katkı sunmaya başlarsa, Amerika Birleşik Devletleri ve ortakları bu ülkeyi kurallara dayalı düzene memnuniyetle dahil etmelidir. Ancak bu ülkeler değişmezse, onları çevrelemek (containment) doğru stratejidir. Amerika Birleşik Devletleri, önceki Moskova ile olan karşı karşıya gelişinde dramatik bir askerî zaferle değil, Sovyetler Birliği’nin kendi eliyle yarattığı ekonomik çöküş karşısında refahını sürdürerek üstün gelmiştir. 1980’lerde Sovyet halkı temel ihtiyaç maddeleri için kuyruklarda beklerken, Amerikalılar aile tatiline çıkabiliyordu. Günümüzdeki Amerikan hedefi, diğer demokrasilerin ve ortakların refahını korurken, karasalcı aktörleri zayıflatmak olmalıdır. Bu güçler yakın zamanda ortadan kalkmayabilir; ancak denizcilik düzenini savunan ülkelerin ekonomik büyüme oranlarına yetişemezlerse, oluşturdukları tehdit görece olarak azalacaktır.

Kendi Kalemize Attığımız Goller

Karasal düzen ile denizci, kurallara dayalı düzen arasındaki çatışma bugüne dek hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Çok sayıda nükleer silahlı ülke mevcut ve Amerika Birleşik Devletleri, müttefiklerini destekleyerek ve nükleer şemsiyesini genişleterek, küresel sistemin nihai garantörü rolünden giderek uzaklaşıyor. Eğer Ukrayna’daki, Afrika’daki ve İsrail ile İran arasındaki çatışmalar daha da genişleyip birleşirse, yıkıcı bir üçüncü dünya savaşı patlak verebilir. Bu kez, önceki savaşların aksine, herkes nükleer saldırıların ve radyoaktif serpintilerin tehdidi altında olacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri, karasal düşmanlarını zayıflatmak adına önemli adımlar attı. Sert yaptırımlar ve ihracat kontrolleri uyguladı. Ortak düşmanlara karşı direnen ülkeleri finanse etti ve silahlandırdı. Ancak kurallara dayalı düzene karşı çıkan aktörlerin etkisi giderek artıyor. Bu eleştirmenler sistemin birçok kusurunu tespit edip vurgularken, bu düzenin engellediği felaketler dâhil, sunduğu çok daha büyük faydaları göz ardı ediyorlar. Kurallara dayalı düzen yalnızca ticaretin akışını kolaylaştırmakla kalmaz; aynı zamanda kötü niyetli davranışları caydırarak bireylere, işletmelere ve hükûmetlere hizmet eder. Ne yazık ki insanlar, engellenmiş bir felaketin değerini nadiren takdir eder.

Bugün, ABD’li üst düzey yetkililer bile mevcut düzene eleştirel yaklaşmaktadır. Son bir yıl içinde Washington, karasal bir yaklaşımı benimsemeye başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri, Atlantik ve Pasifik okyanusları gibi doğal hendeklerle korunma avantajına sahip olmaya devam edecektir. Ancak aynı zamanda Kanada ve Meksika ile uzun kara sınırlarını paylaşmakta ve şu anda her iki komşusuyla da gerilim yaşamaktadır. Dost demokrasileri azarlamakta, ticaret ortaklarına gümrük vergileri uygulamakta ve küresel ekonomik büyümeyi destekleyen, kuralları koyan ve uygulayan uluslararası kurumları felce uğratmaktadır. “Kanada’nın ilhakı”, “Grönland’ın Danimarka’dan alınması” ya da “Panama Kanalı’nın geri alınması” gibi fikirler Washington’dan çıktığında, bu durum en iyi ihtimalle Kanada ve Avrupa halklarının alışveriş tercihlerini ve tatil planlarını kalıcı olarak etkiler. En kötü senaryoda ise Batı ittifaklarının çözülmesine yol açabilir.

Kötü bir strateji, Amerika Birleşik Devletleri’ni vazgeçilmez bir güç konumundan, önemsiz bir aktöre dönüştürebilir. Eski ortaklar Washington’u dışlayan yeni ittifaklar kurmaya başlarsa, bu dönüşüm yavaş ama kalıcı olur. Avrupalılar birlikte daha da güçlenirken, Amerika yalnızlaşacak ve zayıflayacaktır. En kötü senaryoda, Çin, İran, Kuzey Kore ve Rusya gibi ülkeler için ortak birincil düşman hâline gelen Washington’un yanında artık hiçbir müttefik kalmayabilir. Bu gerçekleşmese bile, ABD kendisini Pekin’le başa baş bir rekabet içinde bulabilir—ve bu mücadelede üstünlük sağlamakta zorlanabilir. Çin’in nüfusu ABD’nin neredeyse üç katıdır ve çok daha büyük bir üretim altyapısına sahiptir. Çin’in Amerikan anakarasını vurabilecek nükleer silahları vardır ve bu silahları kullanma konusunda ABD kadar ahlaki çekincelere sahip olmayabilir. Öte yandan, ABD de zamanla kendi cephaneliğini kullanma konusundaki tereddütlerini yitirebilir. Sonuçta, bir ülke büyük güçler arasındaki mücadeleyi kaybetmeye yaklaştığında, nükleer seçeneği devreye sokarak karşılıklı bir felaketi küresel bir yıkıma dönüştürmeye teşvik edilebilir.

Bu mücadelenin Amerika için yalnızlık ve yenilgiyle sonuçlanması, son 80 yılın trajik bir finali olur. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın dört bir yanından dost kazanmıştı. Ancak büyük bedellerle elde ettiği bu ahlaki sermaye şu anda boşa harcanmaktadır. Tıpkı Napolyon’un “Önce Fransa” (la France avant tout) yaklaşımı gibi, Amerika’nın yakın zamanda yeniden benimsediği “Önce Amerika” (America First) politikası da müttefikleri her yerde kendisinden uzaklaştırmaktadır. Kuşkusuz, Washington’un düşmanları, ABD’nin düşüşünü büyük bir keyifle izleyeceklerdir.

Pek çok Amerikalı, denizcilik düzeninin sunduğu faydaları hafife almakta ve yalnızca kusurları üzerinde durarak, sahip oldukları coğrafi ve tarihsel avantajları israf etmektedir. Bu düzen, tıpkı çevremizdeki oksijen gibi, ancak kaybolduğunda fark edilecektir. Antik Atinalı lider Perikles’in, Atina’nın üstünlüğüne son verecek hatalar zincirinden hemen önce söylediği gibi:

“Ben düşmanın hilelerinden çok, kendi hatalarımızdan korkuyorum.”

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/united-states/land-or-sea-paine     

SOSYAL MEDYA