Kanaat ekonomisi

Elbette tüketim olacak, toplumsal iş bölümü neticesi ortaya çıkan ürünlerden ihtiyacımız karşılayacağız. Elbette insan arzusu, beğenisi ve kazancı farklı olduğu sürece ürünlerde ve kalitede çeşitlilik olacak. Ama ne dersek diyelim yaşadığımız dünyadaki hırs ve tamahkârlığı, durmaksızın artan ürün çeşitliliğini ve her seferinde bunların vazgeçilemez ihtiyaçlarımız gibi sunulmasını açıklayamayız. Besbelli ki kapitalizmin oyununa geldik. Kapitalizmin hayatlarımızı belirlediği bir dünyada çırpınıyoruz ama belli etmemek için de türlü çeşit yollar deniyoruz. İdeolojik ve siyasi fanatizmden bir şal alıyoruz mesela üstümüze…
Ekim 13, 2025
image_print

“Müslüman olarak nasıl zengin olunur?” gibi tuhaf sorularla zihinleri bulundurmak yerine şu yaşadığımız berbat kapitalist-tüketim toplumu ejderhasını alt etmek için kanaatkârlıktan başka çaremiz olmadığını ben de birçok yazımda anlatmak istedim. Mustafa Kutlu ağabey, “Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi” adlı kitabında daha doğrudan bir yol izliyor. Kanaat ekonomisini Hududullah ile, ahlak nizamı ile, Kur’an-ı Kerim’de nerede “namaz” geçse orada “zekat”ın da zikredilmesi ile, cemaatin rahmeti ile anlatmaya çalışıyor. Bizim www.kritikbakis taki yazılarımızda kapitalizmle karşılaşan, ahlak ve makuliyet ölçüsünde çözüm arayan ilk batılı düşünürlerden olan Adam Smith’i daha iyi anlamaya çalışmaya kadar götürdüğümüz “devletin ekonomideki rolü” sorununu da bir çırpıda halledip noktayı koyuyor. “Devlet yeryüzünde adaleti tesis için ‘Hududullah’ çerçevesinde kurulan; insanın varoluş sebebi saydığımız ‘Cenab-ı Hakka ibadet ve kulluk’ etmesi için gereken barış, emniyet ve istiklali temin gayesi taşıyan bir teşkilattır.”

Mustafa Kutlu’nun bizi kanaat ekonomisine hicrete davet eden etkileyici risalesini okurken hep gözümün önüne E. F. Schumacher’ın “Küçük Güzeldir: Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” kitabı geldi. Ekonomist  Schumacher, 1973 tarihli kitabında sürekli kâr ve sınırsız büyüme peşinde koşmanın en açık sonuçlarının büyük örgütlere ve artan bir uzmanlaşma; dolayısıyla ekonomik varlıkların israfı, çevre kirlenmesi ve insanlık dışı çalışma koşulları olduğunu anlatıyor. Sonunun insanlık adına hüsran olması kaçınılmaz olan bu tünelden çıkabilmek için mal değil insan odaklı bir ekonomi ve insana hizmet eden bir sermaye anlayışı öneriyor. “Ekonomik düşünce pazara dayalı olduğu ölçüde, hayatın kutsallığını silip atar, çünkü fiyatı olan bir şeyde kutsallık olamaz. Bu bakımdan ekonomik düşünme tarzının toplumun tümüne egemen olması şaşırtıcı değildir; güzellik, sağlık, ya da temizlik gibi basit değerler bile ancak ekonomik oldukları kanıtlandığı sürece yaşayabilirler” (s.54) diyen Schumacher’ın yegâne umudu, insanlardaki basiret. Şöyle diyor: “Tüm öteki erdemlerin anası olarak tanımlanan basiret, günümüzde eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerde tam anlamını verememektedir. Hemen kullanılabilecek ve maddî yarar getirecek bir şey vaat etmeyen her şeye sırt çeviren ve değersiz sayan, yaşam karşısında küçük hesaplı, bayağı bir tavır takınışın tam karşıtı bir anlam taşımaktadır aslında. Basiret, hakikat bilgisinin, gerçekliğe uyan kararlara dönüşmesi anlamına gelir. Şu halde, bugün basiret erdemi üzerine düşünmek, bu erdemi geliştirmekten daha önemli ne olabilir!… İnsanlar hep şunu sormaktadırlar: Gerçekten ne yapabilirim? Yanıtı şaşırtıcı olduğu kadar basittir de: Her birimiz kendi içimize bir çekidüzen vermeye çalışabiliriz. Bu çabamızda elimizden tutup yol gösterecek olan, değeri tamamen hizmet ettiği amaca bağlı olan bilim ve teknoloji değildir; insanlığın geleneksel bilgeliğindedir aradığımız yol gösterici” (s.356).

Mustafa abinin “Kalbin Sesi”ni okurken, ayrıca ilk çevrecilik hareketi Yeşiller’in ilk başlangıç zamanlarındaki tezlerine, benim de 1989’da gençlik yıllarımda, onlardan etkilenerek Deniz Gürsel mahlasıyla yazdığım, çevre sorunlarını, bizi bekleyen tehlikeleri ve İslam’da insan-tabiat ilişkilerini ele aldığım “Çevresizsiniz” kitabıma gitti aklım. Ve tabii bu alanlarda asla aşılamayacak bir köşe taşı olarak duran Seyyid Hüseyin Nasr’ın muhteşem eseri “İnsan ve Tabiat”a…

Kapitalizmin, genel olarak modernliğin ortaya çıkması için bireyi ve araçsal aklı öncü kavramlar haline getiren bir zihniyet devrimi olması gerektiğine Max Weber’in Protestanlık analizlerinden beri aşinayız. Kesinlikle Protestan zihniyet ile yeni insanın ve üretim ilişkilerinin ortaya çıkışı arasında sıkı bir bağ var. O halde benzeri bir zihniyet devrimi şimdi gerekiyor. Kapitalizmi, tüketim toplumunu değiştirebilmek, dönüştürebilmek için, tabiatı koruyabilmek için önce zihniyeti ve insanı değiştirmek gerekiyor. Bu benim “Çevresizsiniz”den beri savunduğum tezdi. Ama gündelik hayatın, siyasetin hercümerci içinde hepimiz bir yere savrulduk, temel tezimizin ne olduğunu unuttuk. Mustafa abi, “Kalbin Sesi” ile tekrar hatırlatıyor. Siyaset de teori de lazım elbette ama birilerini değil yaşadığımız hayatı, tabiatla ilişkilerimizi zenginleştirmek ve devlet işleyişini adalet eksenine yerleştirmek için lazım. Bizim asıl tezimiz, ana yönümüz bu olmalı.

Kanaat bakkaliyesi

Elbette tüketim olacak, toplumsal iş bölümü neticesi ortaya çıkan ürünlerden ihtiyacımız karşılayacağız. Elbette insan arzusu, beğenisi ve kazancı farklı olduğu sürece ürünlerde ve kalitede çeşitlilik olacak. Ama ne dersek diyelim yaşadığımız dünyadaki hırs ve tamahkârlığı, durmaksızın artan ürün çeşitliliğini ve her seferinde bunların vazgeçilemez ihtiyaçlarımız gibi sunulmasını açıklayamayız. Besbelli ki kapitalizmin oyununa geldik. Kapitalizmin hayatlarımızı belirlediği bir dünyada çırpınıyoruz ama belli etmemek için de türlü çeşit yollar deniyoruz. İdeolojik ve siyasi fanatizmden bir şal alıyoruz mesela üstümüze…

Kapitalist şirketler başkalarının tüketimde bulunmasına yardımcı olan hayır kurumları gibi sunuluyor ama arabanızı çalan hırsızın sizi yürümek zorunda bırakarak spor yapmanızı sağladığını düşünmek gibi bir şey bu (Terry Eagleton)… “Evladiyelik” mal yok artık, kapitalizmin yeni üretim stratejisi, epey bir zamandır beri “kulan-at”a dönüşmüş durumda… Nereye elimizi atsak mutlaka altından uluslararası bir firma, bir marka çıkıyor.

Kapitalizm geliştikçe, meta mübadelesinin yaygınlaşacağını ve insan ilişkilerinin şeyleşeceğini, insanın emeğine yabancılaşacağını söyleyen Karl Marx’ın öngörüsü tuttu. Ama sistemin ihtiyaçlarımızı, tüketimin hayatlarımızı belirleyeceği bir dünyayı tahmin edemedi Marx. Tabii ki takipçilerinin burjuvazinin peşine takılıp devletlere karşı mücadeleye atılacağını da bilemedi. Nereden bilsin o üstadı Hegel’e karşı, devletlerin egemen sınıfların baskı aygıtı olduğunu savunuyordu.

Basit bir seyirlik tekniğiymiş gibi karşımıza çıkan moda, meğer hayatlarımızı planlama girişimiymiş, bilemedik. Reklam, ürünümüzün tanıtımı için gerekli olan bir faaliyet sanıyorduk meğer o tüketim dünyasına giriş biletiymiş, anlayamadık. Pazarlama, en iyi ürüne ulaşmamızı sağlayan bir bilimsel girişim diye sunuldu, aldandık. Bir aldanışımız da haber alma hürriyeti üzerine kendini yapılandıran medya alanında oldu. Medya haberleri istediği gibi sunması bir yana, tüketim toplumunun vazgeçilmez bir özelliği olan “gösteri”nin meydanı oldu. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde amaçlanan sadece “tüketim, daha çok tüketim” ve arkasındaki kar hırsı ve tamahkârlıktı. Böyle olunca istediğimiz kadar kurullar, denetleme mekanizmaları kuralım, hepsi göz boyamadan ibaret kaldı. “En çok satış” hedef olunca, etik ihlaller bırakın önüne geçmeyi kaçınılmaz hale geldi.

Tüketim toplumunda aşk, hakikat, emek, fedakârlık ve mahcubiyet değil arzu ve tatmin öne çıkıyor. Tüketim, maddiyat anlamını aşıyor. Çocuk, hatta maneviyat bile duygusal bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Karşınızda sayısız tüketim nesnesi, arzunun tatmini amaçlarken aslında çanına ot tıkıyor…

Sadece bilinçli karar verdiğimiz ihtiyaçlarımız değil bilinçdışındaki arzu akışımız da metalaşıyor. Neyi arzulamamız gerektiğini dahi “onlar” belirliyor. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde metalar, bizatihi benlik projeleri sunuyorlar. Hayat tarzı, 1960’lardan itibaren stil sahipliğine dönüştü. Başta kadınlar, çocuklar ve gençler, hepimiz, sadece neyi nasıl giyeceğimizi değil hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı tüketim toplumunu yöneten akıllardan öğreniyoruz. Evler, sayıları giderek azalan çocukların krallığına dönüşmeye başladı. Her yerden “çocuklarınız şunu istiyor, çocuklarınız için en iyisi şu!” sesleri yükseliyor.

Günümüz toplumu artık fabrikalardan, akıl hastanelerinden, hapishaneler, hastanelerden oluşan bir disiplin toplumu değil bunların yerini fitnes salonları, avm’ler, gökdelenler, bankalar, havaalanları, gen laboratuvarları aldı. İtaatkâr öznenin yerine performans öznesi geçti. Bencil, hiperaktif, telaşlı, sadece Tanrıya ve öte dünyaya değil kendine de inancını yitirmiş, sağlığı ve bedenini ilah düzeyine getirmiş insanlar… Tüm bunların sonucunda performans ve yorgunluk toplumunun ortaya çıkması…  (Byung Chul Han)

Tüketim çılgınlığı, maneviyatımız etkiliyor en çok. Hırpaladığı, yıktığı erdemler kanaatkârlık, mütevazılık (sadelik), cömertlik ve en nihayetinde adalet… Evet, cömertlik yazdım, yanlış okumadınız. Zira cömertlik, israf olmadığı gibi karşıtı cimrilik değil bencillik. Sadelik ise günümüz dünyasının kral kişilik kalıpları narsisizmin ve kibrin karşıtı. Haset, hırs, açgözlülük, tamahkârlık erdemlerin yerine iç-dünyamızı doldurunca, her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar sahne alıyor. Açgözlü, minnet duymayı bilmez, hep aç ve alacaklı, “dünyanın arzuları deniz suyu içmek gibidir içtikçe daha çok susarsınız” sözünün manasını bilmeyen insanlar… Onlara çocukluğumdaki “Kanaat Bakkaliyesi”ni anlatsam, neredeyse bin yılda çerçiden bakkaliyeye gelinmiş iken, son 50 yılda oradan süpermarkete ve avm’lere, dünya pazarına ulaşıldığından bahsetsem, işe yarar mı?

Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka:
1959 yılında Denizli’de doğdu. Evli ve 5 çocuk babası. 1992’de psikiyatri doçenti, 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. Halen Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari sorumlusu. Türkiye Günlüğü dergisinin yayın; birçok tıp ve beşerî bilimler alanındaki derginin danışma kurullarında bulunuyor. Türk Grup Davranışı kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya, 2008 yılında da Türk Ocakları “Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü” verilmiştir.

Web: erolgoka.net
Mail: [email protected]

Yayınlanan kitapları içinde öne çıkanlar:

-Türklerin Psikolojisi (2008; 2017)
-Kadınlar, Erkekler, Âşıklar (Dr. Sema Göka ile birlikte, 2008)
-Yedi Düvele Karşı: Türklerde Liderlik ve Fanatizm (2009),
-Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları (2009; 2018)
-Türk’ün Göçebe Ruhu (2010; 2019)
-Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2011; 2019)
-“Gerçek” İnsanın Yüzünde Yazar mı: Batı, İslâm ve Bilim Dünyasında Kişiliği Yüzden Tanımak (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte, 2012; 2020)
-Hayatın Anlamı Var mı? (2013; 2019)
-Yalnızlık ve Umut: Günümüzde Varoluşsal Çaresizlikler ve Çıkış. (2020)
-Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları (2016)
-İnternet ve Psikolojimiz: Teknomedyatik Dünyada İnsan (2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA