Hannah Arendt’in özellikle Siyasette Yalan ve Hakikat ve Siyaset makaleleri, sadece siyasetin doğasına dair felsefi mülahazalar içermesi açısından değil, genel anlamıyla yalanın neye karşılık geldiğine dair de uzunca bir tarihi olan Batılı bir geleneğe hem yaslanır ve hem de bu gelenekten ayrışır. Yaslanır, çünkü Arendt neredeyse bütün külliyatında felsefe tarihi boyunca siyasal eylemin mahiyetini, siyasetle ahlak, özgürlük, hakikat, otorite, irade, kültür gibi kavramların ilişkisini çözümlemeye çalışmış bir düşünür olarak, bütün bir Batı geleneğinde bu mahiyetin ve ilişkinin seyrini çıkarmaya çalışır. Ayrışır, çünkü Arendt siyasete, diyelim ki Carl Schmitt’in çağımızı belli sabiteler etrafında teşhis ederek depolitizasyon çağı olarak adlandırması veya Eric Vogelin’in modern siyaseti sürekli gnostizme doğru seyreden temsil ve hakikat ilişkisi girdabına düşmesi ya da aşağıda ele alacağımız üzere Alexandre Koyré’nin siyasette yalanı totaliter rejimlere havale eden bir tahlile tabi tutması gibi değil, her bir politik eylemin politik olmayan özelliğini dikkate alarak sanki başlangıç anlarındaki o henüz nüve halindeki karakterini yakalayacakmış gibi bir yerden değerlendirir. Bu da Arendt’e gelenekten bahsettiğinde dahi çok da ona bağlı olmayan, siyaseti siyaset alanının dışından değerlendirme imkanı sunar. Roberto Esposito’nun deyimiyle, Arendt’te politik olanın depolitik denemeyecek, tam da politik olanı başlatacak politikasız (impolitical) bir boşluktan kalkan çözümlenmesi vardır. Buna göre de hakikat ile politika belli bir ilişkiye girmiş olarak sunulur. Yalan bu ilişki tarzlarının değişen doğasına göre ya yer edinmez veya neredeyse belirleyici bir özellik halini almaya başlar.
Amerikan bir dünya düzeniyle çok da uyumlu olmayan nadide bir kamusal entelektüel olarak Arendt’in bu ilişkiyi nasıl değerlendirdiğine geçmeden önce, siyaset, hakikat ve yalan arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna dair belli başlı noktalara değinmekte fayda var. Kaba hatlarıyla bir tasnif yapıldığı akılda tutulmak kaydıyla, klasik felsefi gelenekte yalan, çok da dikkate alınan bir eylem değildir. Örneğin Platon’un muarızları, yalancılar değil, sanki bir fikirleri varmış ve bu fikirler de çok kıymetliymiş gibi davranan sofistlerdir. Sofistler yalancı değil, görüşlerini, kanılarını veya kanaatlerini hakikatmiş gibi sunan sahtekarlar, belki de hakikat kalpazanlarıdır. Platoncu sistemi büyük oranda vasatlaştıran ve aslında bu yolla da sadece Batı’daki değil, Şark’taki felsefeye de damgasını vuran Aristoteles’te ise yalan yerine sözün doğru veya yanlışlığı odak noktasındadır. “Bütün insanlar yalancıdır” gibi bir söz, yalan değil, ya doğru veya yanlış ölçütlerine vurulur. Batı’daki Orta Çağ döneminde ise klasik yalan anlayışı varlığını sürdürür. Ancak yalan yerine, hakikati herkese sunmayı gereksiz bulan bir sır fikriyatının ve buna göre tanzim edilmiş bir siyaset anlayışı da hakimdir. Her ne kadar bütün Hristiyanlık tarihi için genellenemese de yalan söylemek değil, ahit mantığından gelen bir düşünceyle, yalan yere şahitlik etmek ise cezalandırmayı hak eden bir eylem olarak görülür.
Modern dönemin başlarında yalan konusunda bazı çeşitlenmeler görülür. Bir yandan püritenliğin katı tutumu ve diğer yandan (diğer adı modern çağ olan) Protestanlığın felsefi sözcüleri eliyle yeni bir düşünce geleneği başlatması, yalanı diyelim ki Hobbes’taki gibi toplumun varlık nedeni olarak sunulan bir Egemen altında yapılan sözleşmenin içinde eriyen bir hakikate veya Kant’taki gibi bir yakın arkadaşını öldürmeye namzet bir katilin onun nerede olduğuna dair sorusu karşısında da dahil, hiçbir şart altında yalan söylenmemesi gerektiğini öne süren doğru sözlülüğü aklın kutsal bir emri olarak görmesine varan derecede farklı veçheleriyle değerlendirmeye yol açar. Hobbes matematiksel doğruların bile egemenlik hakkına veya çıkarına aykırı olduğu sürece bütün geometri kitaplarının yakılmasına yol açabileceğini öne sürerken, Kant kasti yalan söylemenin ahlaki varlıklar olarak insanın ödevinin ihlal edilmesi anlamına geldiğini iddia eden bir koşulsuzluk nazarından meseleye yaklaşır. Yine de bütün bunlar yalan ile siyaset arasında bütüncül bir ilişki kurulmasını sağlayabilecek ölçütler vermez. Yani, hala yalanın belli koşullar altında söylenebileceği; bunun da en çok zarardan korunma veya düşmanını aldatma karşısında geçerli olduğu; üstelik genel olarak konuşma yetisine sahip olmanın ister masum bir niyetle, isterse de belirli amaçlarla yalan söylemeye yol açabileceği bir tablo sözkonusudur. Bu nedenle davranış olarak bakıldığında Hobbes bazı durumlarda yalan söylememektense söylemenin yeğ olduğunu; Kant ise, Hobbes’un aksine, kasti yalanın başkasına zarar vereceği için ahlaki olarak yanlış olduğunu ileri sürer. Tekrarlamak gerekirse, yalan henüz siyasetle ilişkisi içinde bütüncül bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır.
Yalanı siyasetle ilişkili kılmaya dönük ilk ciddi hamlelerden birisi, Alexandre Koyré’nin ilk kez 1945 yılında yayınlanan “Modern Yalanın Siyasal İşlevi” adlı makalesidir ve hem “modern yalan” gibi bir ifadeyi kullanmasıyla, hem de yalanın siyasal işlevine odaklanmasıyla dikkat çeker. Her ne kadar ayrıca ele alacağımız üzere Arendt’te de klasik dönemde yalan ve modern dönemde yalan türü bir ayrım yapma varsa da, felsefe tarihiyle ilgilenen, ilk yıllarında Almanya’da fenomenolog Edmund Husserl ve matematikçi David Hilbert gibi isimlerle çalışan, ancak Husser’in tezini kabul etmemesi üzerine öğrenimini Fransa’da tamamlayabilen, en meşhur eseri modern evren algısının oluşumunu konu edinen Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene adlı bir bilim felsefesi tarihi olan Koyré “modern yalan”la kendi ifadesiyle fenomenolojik yalanı kastetmez. Fenomenolojik yalan, insanın konuşma yetisine sahip olmasının neticesi olarak yalan söyleme olasılığıdır.
Elbette ilk kent (polis) kurulalı beri politik yalanlar da var olmaya başlamıştır; ancak Koyré, “yalan” konusunda dilden ve toplumsallıktan yola çıkan, ancak bir silah olarak kullanılarak düşmanın veya bir rakibin alt edilmeye çalışılmasından kimi zaman masumane bir eğlence olarak kullanılmasına kadar çeşitli alanları kapsayan bir alanı yalanın fenomenolojisiye atfeder. “Günümüzdeki kadar hiçbir zaman bu kadar çok yalan söylenmemişti. Yalan da hiç bu kadar utanmazca, bu kadar sistematik, bu kadar biteviye olmamıştı” diyen Koyré, kendisinin modern ya da çağdaş (comtemporary) olarak adlandırdığı, hiçbir dönemde bu kadar sık görülmediğini kaydettiği bir yalan türüne, fenomenolojik yalan türünün aksine, “çağdaş siyasal yalan” adını verdiği bir yalana yönelir. Üstelik bu yalan türü, hem de Popper’ın “açık toplum ve düşmanları”na dair telakkilerini bir şekilde zihnimizin köşesinde tutmayı sevkedecek derecede, geçmişin kapalı bir dünya algısından sonsuz evren algısına geçildiği iddiasını haiz bir felsefi tasavvur aleminde, dünya tarihinde görülmediği kadar çok rastlanan bir yalan türü olarak çağdaş siyasal yalanlardır. “Yazılı ve sözel kelimeler, radyo, bütün teknik gelişmeler, artık yalanın hizmetine sokulmuştur. Modern insan -totaliteryan cins [genus totalitarian] olarak- yalanda yıkanır, yalanı nefes alır, varoluşunun her anında yalana esirdir”.
Bu kadar total bir yalana mazur kalmak, Koyré’ye göre, yalanın kitlesel niteliği nedeniyledir. Yalan artık “kitlesel tüketim için kitlesel çıktı”dır. Bundan entelektüel emek de muaf değildir. “Kitleleri hedefleyen yönelik bütün üretim, özellikle de bütün entelektüel üretim, düşük standartlara boyun eğmeye mahkûmdur. Dolayısıyla, bütün o teknik inceliklerine rağmen modern propagandanın içeriği son derece iğrençtir, hakikate, hatta gerçeğe yakınlığa karşı mutlak ve total bir küçümseme sergiler; ancak bu propagandanın hitap ettiği kişilerin entelektüel kapasitelerine yönelik küçümsemeyle eşdeğer bir küçümsemedir bu”.
Elbette modern insanı fenomenal düzeyde olmasa da siyasal düzeyde oldukça kitleselleştiren, üstelik zihni kapasitesini de düşülten tasvirlerdir bunlar.
Ancak Koyré’nin “modern insan”ı birden başka bir hale bürünür; bununla birlikte elbette entelektüeller de. Koyré çağdaş siyasal yalanı, bütün çağdaş toplumlar için değil, totaliter rejimlerin eleştirisi için bir araç, hatta silah olarak kullanır: “Totatiter rejimlerin resmi felsefeleri, herkes için geçerli tek bir nesnel hakikatin var olduğu fikrini oybirliğiyle saçma olarak damgalarlar”. Bu tuhaf bir iddiadır; üstelik sadece örneğin günümüzde Badiou’nunki gibi hakikati ontolojik olarak koyutlamaya çalışan, bunu da Bir’in (yani, totalitenin) hakimiyetinden çıkaracak; kişiden tek bir hakikate bağlılığı değil, ne olduğu ayrıca tartışılmak kaydıyla hakikate sadakati bekleyecek; dolayısıyla (küme teorisinden aldığı ifadelerle Bir’i değil, bir-gibi sayma’yı temel alarak) herhangi bir kümeye dahil olmayı kırabilecek bir sadakati önceleyecek görüşlerle kıyaslandığında, hakikati tek ve nesnel bir şekilde kurgulamasıyla da değil. Her ikisi de Fransızca yazan bu iki ismin aralarında neredeyse yarım yüzyıl gibi bir dönem olduğu düşünüldüğünde kırılmanın büyüklüğü önemlidir elbette. Ancak asıl tuhaf olanı, Koyré’nin totaliter rejimler ile hakikatin nesnel totalliği arasında kurduğu ilişkidir. Hakikat totaliterdir ve tektir; oysa totaliter rejimler ile bunların resmi felsefeleri, “tek bir nesnel hakikat” olduğunu kabul etmezler, bunu saçma olarak damgalarlar; bunun yerine, “‘hakikat’in [truth] ölçütünün gerçeklikle [reality] değil, bir ırkın ya da ulusun veya sınıfın ruhuyla [spirit] uyumlu olduğunu; yani, ırksal, ulusal veya faydacı olduğunu” ileri sürerler. “Hakikat” totaldir, nesneldir, herkes içindir; ancak totaliter rejimler bunu kabul etmezler.
Hakikat ile totalite(rlik) arasında kurulan bu ters ilişki, kitlesel yalana dünya tarihinde çağdaş döneme kadar olmadığı ölçüde maruz kalan, bu nedenle “genus totalitarian” olarak nitelendirilen “modern insan”dan “totaliter rejim”e geçişin kaldıracı olarak kullanılan “tek bir nesnel hakikat” ölçütünü de dönüştürür. Böylece totaliter rejimlerin entelektüellerinin bilimsel yayınları bile hakikat olmaktan çıkar ve “propaganda” halini alır. İşte modern dönemde fenomenolojik olarak bir hile veya bir eğlence, konuşan bir varlık olmanın getirdiği doğal bir uzantı olarak görülebileceğini iddia eden Koyré’nin yalanın siyasal işlevlerine dair başat kavramı da burada ortaya çıkar ve aslında açlıktan ölen Gazzeli bebeklerin fotoğraflarının “gerçek” olmadığını; bu bebeklerin anneleri onları aç bıraktığı için öyle olduklarını; aç bırakılmalarının nedeninin ise “propaganda” olduğunu iddia eden Britanyalı TV sunucusunun, soykırımcı Netanyahu’nun Batı ile Batı dışını ak ile kara ilan ederek israilliler olarak Batılı değerlerin yılmaz savuncusu olduklarını ilan eden beyanlarını yankılarcasına konuşmasının rahatlığını sağlayan nokta da burasıdır. “Progapanda” modern siyasal yalandır ve tek, nesnel, herkes için geçerli bir hakikat yerine, “doğru ve yanlış alanının dışında” işler. Koyré’ye göre “propaganda”, hakikate uygun gerçek ortaya çıktıktan sonra yanlışlanabilirliği de ortaya çıkan bir alanın dışında kalmakla yetinmez; ayrıca böyle bir doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik ölçütünü de sömürür: “Doğru ve yanlış, hayal ile gerçek arasındaki ayrım, totaliter rejimler içinde önemli bir rol oynar. Sadece konumları tersine dönüşmüştür: Totaliter rejim, yalanın önceliği üzerine kurulmuştur”.
Makalenin yazıldığı 1945 yılı düşünüldüğünde, henüz Soğuk Savaş’ın katı ayrımlarının kurumsallaşmadığı bir dönemde olduğumuz; Koyré’nin de geçmişte kalan Nazi rejimi ve hala bir tehdit olarak duran Sovyet rejimi üzerinden yalan ile siyaset arasında bir ilişki kurarak bunu “hür dünya”nın dışında bir ilişki olarak sunmaya çalıştığı ortadadır. Her ne kadar kitlesel iletişim araçları daha çok “hür dünya”da aktifse de yalanın önceliği üzerine kurulu totaliter rejimler, tek bir hakikati kabul etmeyerek işin “propaganda”sıyla ilgilenmekte ve ona göre kitlelerini yalana sürüklemektedirler.
Aslında bugün de süren bir tasnifin yalan ve siyaset üzerinden ilk ciddi denemelerinden biri olan Koyré’nin makalesi bunu ilginç bir mantıkla meşrulaştırmaya çalışır: Gizli cemiyetler mantığıyla. Bu meşrulaştırma çabasında fenomenolojik yalan tasnifi ve bazı hızlıca geçiştirilen sosyolojik mülahazalar önemli bir rol oynar. Her ne kadar felsefede yalana karşı bazı sert tutumlar varsa da, (Koyré’nin aşırı bir genellemeyle ifade ettiği belirtilmesi gereken) dinler de tek hakikat olarak gördükleri Tanrı karşısında yalana çok müsamaha göstermeseler de, toplumsal olarak bakıldığında, aşırı püriten ” Quaker’lar ve Vehhabiler” gibi, “bir yabancıya herhangi bir şart altında herhangi bir yalan söylemeyi yasaklama noktasına varan dinler” istisna, yalan “neredeyse her toplumda hile bir savaş aracı olarak meşrudur”. Bir zamanlar Türkiye’de saçma bir şekilde sadece toplumsal enerjinin harcanmasıyla değil, elit çevrelerinde büyük bir yatırım yapmasıyla dikkatleri üzerine çeken “takiyye” gibi her türlü versiyonuyla Şiiliğe özgü bir aldatma tekniğinden haberdar olmadığı anlaşılan Koyré’nin yalanı gizli cemiyetlerle birleştirmesi, aslında Schmitt’te kamusal olarak anlamlı olan ve harici başka bir siyasal topluluğu işaret eden bir “düşman” kategorisini toplumun tam ortasına yerleştirmesiyle gerçekleşir.
Koyré’ye göre yalana toplumsal olarak “barışçıl ilişkilerde müsade edilmez. Ancak doğruluk diplomatların usta hususiyeti olarak değerlendirilmemiştir. Yabancı her zaman potansiyel bir düşmandır. İş aleminde yalana şöyle ya da böyle müsade edilir. Burada da adetler, giderek daha da daralan bazı kısıtlamaklar getirir. Ne var ki, en katı ticari temamüller, reklamların tescilli sahteciliğine göz yummaz. Demek ki yalan hoşgörüyle karşılanır, kabul edilir. Ama yalnızca bu kadar, yalnızca belli şartlar altında hoşgörülür ve kabul edilir. İstisna savaştır: O zaman, ancak o zaman, yalan haklı bir araç halini alır”. Lakin yalanın ancak savaşta haklı bir araç olarak kabul edilmesi ve hoş görülmesiyle, gizli cemiyetler arasındaki ilişki ve bu ilişkinin totaliter rejimlerle bağlantısı nedir?
Bunu sağlayan savaşın, “anormal, dönemsel, geçişi bir hal” olmaktan çıkması ve “sürekli” kılınmasıdır. “Bir zamanlar acil durum ölçütü olan yalan, artık norm haline gelir”. Böylece “kendisini düşmanlarla çevrili gören toplumsal bir grup, bir an bile onlara karşı herhangi bir silahı kullanmaktan çekinmeyecektir”. Burada da en önemli silah hakikat ve yalandır: “Kendi aralasında doğru, dışa karşı yalan”. Üstelik “bu davranış kalıbı, alışkanlıklara derinden sirayet edecektir”. Eğer sözkonusu toplumsal grup, kendisinin bütüncül bir şekilde tehdit edildiğini hissederse, artık alışkanlıklarına kadar sirayet etmiş yalanı, kendi içinde hiyerarşik bir yapı oluşturarak ve dolayısıyla elitleri eliyle neyin doğru, neyin de yalan olduğunu sistemleştirerek gizli cemiyet halini alır. Elbette her toplum için gansterler tayfası veya lobiciler de dahil, çeşitli gruplar kendi grupları dışındakilere karşı belirli tepkiler geliştirir; ancak Koyré’ye göre gizli cemiyetin en dikkat çeken özelliği, bir “sır” paylaşmalarıdır. “Sır” da grup üyelerinin kendi düşüncelerini ya da inançlarını ifade etmelerine engel olur. Bunun aksine hep kendi düşüncelerinin veya inançlarının tersini dile getirirler: “Gizli bir cemiyetin üyesi için, söz düşüncelerini gizlemenin aracıdır”. Üstelik böyle bir cemiyetin üyesi, herhangi bir başka üyenin ve en çok da gizli cemiyetin elit liderlerinin, kamusal olarak ifade ettiği hiçbir şeye inanmaz; çünkü kamuya yapılan açıklamaların “başkaları” için yapıldığını bilir. Böylece bir paradoks ortaya çıkar: Gizli bir cemiyetin üyesi, liderine, onun ifade ve beyan ettiği şeye inanmayı reddederek güven besler.
İşte Koyré tek ve nesnel bir hakikate, yani hakikatin totaliterliğine bağlı olmak yerine yalan ilkesi üzerine kurulu totaliter rejimleri böyle bir gizli cemiyete benzetir. Aralarındaki en ciddi fark, gizli cemiyetlerin kamusal hayattan saklı bir şekilde hayatta kalmaları iken, totaliter rejimlerin apaçık ortada olmalarıdır. Totaliter rejimler, “apaçık gün ışığında gizliliklerini yürütür”, yani apaçık bir şekilde komplo kurar (conspire): “Kitleleri kışkırtmaya ve kazanmaya, onları bir araya getirip örgütlemeye azimli totatiter rejim, spot ışıklarının altında görünmeli ve hatta bu spot ışığını kendi üzerine ve her şeyden önce liderleri üzerine yoğunlaştırmalıdır. Sıradan üyelerinin gizlenmeye çalışması da gerekmez; aksine, gruba, ‘parti’ye üyeliklerini açıkça sergileyebilirler, yabancıların dikkatine sunabilirler ve bu amaçla da -amblemler ve nişanlar, kol bantları ve hatta üniformalar, ritüel eylemlerin kamusal sergilenmesi gibi- üyeliğin bariz işaretlerini kullanabilirler. Ne var ki bu durum onların gizli cemiyetler gibi olmamasını gerektirmez. “Zira açık komplo, gizli bir cemiyet değilse de, hala sırrı olan bir cemiyettir”. Bu hakikate karşı yalan ilkesi üzerine kurulu, yalanı kitlelere mal etmeye dönük açık komplonun sırrı ise liderler ve bilimsel gerçekler konusunu bile propaganda mevzuu haline getiren entelektüeller tarafından tayin edilir.
Koyré’nin totatiterlik ile yalan üzerine kurduğu ilişki, elbette modern dönemlere özgü bir kitlesel yalan tasavvuruyla ve bu tasavvur karşısında modern insanı bütüncül olarak genus totalitarian olarak tasviriyle uyuşmaz. Modern insanın maruz kaldığı modern yalan, totaliter bir hakikat karşısında kendi hakikatini (daha doğrusu kendi yalanını) sanki apaçık bir gizli cemiyetmiş gibi kurumsallaştıran totaliter rejimler tespiti için işe koyulmuş gibi durur. Zaten Koyré’den hakikatin nasıl nesnel ve tek olduğuna dair herhangi bir söz işitmeyiz. Bu da Koyré’nin hakikat anlayışının, sanki herkese söylenmeyecek bir hakikati yansıttığı gibi bir doğrusu en azından kendisi için şaşırtıcı bir duruma yol açar. Ne var ki Koyré, kendinden menkul ayrımlarına bir yenisini daha ekleyerek, modern dönemde bütüncül ve kitlesel olarak modern yalana maruz kalan modern insanı, bu kez, totaliter rejimlere dair yaptığı gözlemlerle ikiye ayırır. Bir “totaliter antropoloji” vardır ve bir de “liberal-demokratik antropoloji”.
Hakikat, siyaset ve yalan konusunda yaptığı, doğrusu analitik olarak izlenmesi güç tahlillerine felsefi bir derinlik kazandırmak gibi işlediği öne sürülebilecek bu ayrımda totaliter antropoloji, bir totaliter insan öngörür: “Totaliter antropoloji, eylemin önemini, rolünü ve önceliğini savunur. Ancak buna rağmen aklı küçümsemez -en ufak bir şekilde bile. Daha doğrusu, aklın küçümsediği -ya da nefret ettiği- kısmı yalnızca en yüksek biçimleriyle kendini gösterir: Sezgisel idrak, teori, Greklerin nous’u. Ancak söylemsel akıl ve rasyonelleştirmeye gelince, totaliter antropoloji tam anlamıyla benimser. Bu tür bir akıl yürütme, ölümlülerin sıradan yolculuğu için reddedilecek kadar çok yüceltilir”. Böylece totaliter antropoloji içinden bir “insan” tanımına varılır: “Totaliter antropolojide insan, düşünceyle, akılla ya da yargıyla tanımlanmaz; çünkü ona göre, insanların büyük çoğunluğu bu yetilerden yoksundur”. O zaman totaliter rejimlerin totaliter antropolojisi için insan nedir? Aslında bellidir de Koyré olumsuz nitelikleriyle tarif etmeyi tercih eder: “Totatiter antropoloji, bütün insanları için tek ve müşterek beşeri herhangi bir özün varlığını reddeder”. Sartre’ın filan mezarında dönmesine neden olabilecek bir tanımlamadır bu; ancak, daha ilginç olanı, totatiterlikten kaçmak isterken hakikati totaliterleştiren Koyré’nin, bu kez de totaliter antropolojiden kaçmak için insanı totaliterleştirmesidir.
Bunun karşısında, Koyré’nin de aslında makalesinin yazılma gayesi olan, övmek ve ölümlülerin erişemeyeceği bir yüksekliğe çıkarmak istediği “liberal-demokratik antropoloji”, herhangi bir özelliğiyle sunulmaz. Okuyucudan beklenen totatiter antropolojinin tasvirinden Koyré’nin “totaliter propagandaya dirençli” olduğunu söylediği “liberal-demokratik antropoloji”yi çıkarsamasıdır. Böylece anlarız ki “düşünce, yani, doğruyu yanlıştan ayırma, kararlarda ve yargılarda bulunma yeteneği olarak akıl; bütün bunlar, totaliter antropoloji için çok nadirdir. Kitlenin değil, elitlerin meselesidir o. Kitleler, içgüdüyle, tutkuyla, duygularla ve öçle yönlendirilir veya daha doğrusu bunlarla eylemde bulunması sağlanır. Kitle nasıl düşüneceğini bilmez, bununla ilgilenmez de. Sadece tek bir şeyi bilir: itaat etmek ve inanmak”.
Kötü bir metindir Koyré’nin “Modern Yalanın Siyasal İşlevi” adlı makalesi. Tam da totaliter rejimler için iddia ettiği propagandayı (olabilirse eğer böyle bir şey) “liberal-demokratik antropoloji” için yapmaya çalışır. Hakikati nesnel, ama tek bir niteliği haiz olarak sunması kadar beşeri özü de tekleştirmesi, dolayısıyla totaliter bir hakikat ve beşeri öz koyutlaması gibi zaafiyetleri bir yana, modern çağ diye adlandırdığı bir dönemde belirli toplumsal gruplar ve ortamlar için yalanı masum görmesi, totaliter rejimleri sırları olan ve bu hakikatmiş gibi belledikleri bu sırları kitleleri seferber etmek için kullanan rejimler olarak tanımlayarak bunun karşısına rasyonel, düşünceye açık, söylemselliği kullanabilen, herşeyiyle açık kendinden menkul bir “hür dünya” tasavvuru çıkarması, üstelik bu sözde “hür dünya”da felsefi olarak belirtmek gerekirse yalanın değil, doğru veya yanlışın geçerli olduğunu ima etmesi dönemine uygun olmakla birlikte bugün de kullanılabilen, hatta soykırımcı Netanyahu gibilerinin de propaganda aracı halini alabilen birer tasavvurdur.
Yalan mıdır Koyré’nin tasavvuru? Elbette ne kadar zaafiyetleri olursa olsun bir metne karşı böyle bir suçlama yöneltilemez. Ne var ki her ne kadar çok da gündeme gelen bir metin olmasa da modern çağda siyaset ve hakikat arasındaki ilişki için temel metinlerden birisidir. Arendt’in siyaset, hakikat ve yalan arasında kurduğu ilişkide Koyré’nin metni bir başvuru kaynağı değildir. Ancak bu durum Arendt’in Koyré’nin metnini bilmediği anlamına gelmez. Koyré, Amerikan bir dünya düzeninde kamusal entelektüelin rolüne dair kendince bir denemede bulunur ve kamusal entelektüellerin niye Amerikan dış politikasına daha duyarlı olduklarını gösterir.
Ancak Arendt’in bir sonraki yazıda ele alacağımız modern siyaset ile yalan arasında kurduğu ilişki çok da “hür dünya” karşısında totaliter rejimlere dönük değildir. Trump’ın ilk dönemi için sözkonusu edilen post-truth’a giden yolu aydınlatan bir yanı da vardır. Mevzunun son dönemlerde Türkiye’de aldığı biçim ise herhangi bir siyasallıkta genel olarak yalanın işlevine değil, Trump’la birlikte gündeme gelen post-truth’u çağrıştırır. Ancak bunun için önce Arendt’i, sonra post-truth’u gözden geçirmek gerekmektedir.