Kamusal Entelektüeller Niye Kayboldu?

Bugün dünyanın içinde bulunduğu siyasal krizlere çözüm bir yana teşhis açısından bile felsefenin söyleyebileceği herhangi bir söz bulunmuyor. Bulunmalı mı; felsefenin böyle bir görevi veya sorumluluğu var mı türü sorular ayrı, artık felsefe adını verdiğimiz faaliyetin uzun zamandır kendini bağladığı yere dair daha ciddi soruların sorulmasını gerektiren bir durum bu. Bu durum, birtakım filozofların daha çok söyleşilerde, ama genelde gazetelerin yorum köşelerinde güncel gelişmeler konusunda araya sıkıştırılmış birkaç filozof, birkaç felsefi kavram eşliğinde, aslında kalın hatlarla çizilmiş siyasal sınırlar çizmeye aşina olduğumuz son zamanların bir yansıması da değil.
Temmuz 30, 2025
image_print

Bugün dünyanın içinde bulunduğu siyasal krizlere çözüm bir yana teşhis açısından bile felsefenin söyleyebileceği herhangi bir söz bulunmuyor. Bulunmalı mı; felsefenin böyle bir görevi veya sorumluluğu var mı türü sorular ayrı, artık felsefe adını verdiğimiz faaliyetin uzun zamandır kendini bağladığı yere dair daha ciddi soruların sorulmasını gerektiren bir durum bu. Bu durum, birtakım filozofların daha çok söyleşilerde, ama genelde gazetelerin yorum köşelerinde güncel gelişmeler konusunda araya sıkıştırılmış birkaç filozof, birkaç felsefi kavram eşliğinde, aslında kalın hatlarla çizilmiş siyasal sınırlar çizmeye aşina olduğumuz son zamanların bir yansıması da değil. Kastım, en meşhur örneklerden birisi olarak Jürgen Habermas’ın Gazze konusundaki saçmalamaları veya Slovaj Zizek gibi isimlerin Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin Oval Ofis’te ABD Başkanı Trump ve ABD Başkan Yardımcısı J. D. Vance tarafından canlı yayında, kabul edilmeli ki bırakalım başka şeyleri, her türlü nezaket kurallarının bile ihlal edilerek azarlanması üzerine Ukrayna’nın sadece kendi egemenliğini değil, Avrupa’nın ve nihayetinde ABD’nin özgürlüğünü de savunduğu veya PKK’nın silah bırakması kararı üzerine sadece Avrupa’nın değil, bütün dünya kamuoyunun terör örgütünün barışa olan bağlılığını gösterdiği için sürece katılım göstermesi gerektiğini minvalinde “demeçler” vermesi değil. Siyasal tablo, Zizek gibilerinin muhayyel ve en çok da kendi imgelerine dönük tasavvurlarından çok daha sert. Bu açıdan kastım, bu tür “demeçler”in en basit bir “niye” sorusunu bile cevaplamaktan ve dolayısıyla olup bitene ne kadar hakim olunduğunu göstermekten uzak olması da değil.

Kastım, Rusların Ukrayna’ya açık askeri saldırısı başlamadan bile önce, kimilerine göre 2014’te Ukrayna üzerinde Malezya Havayolları’na ait bir uçağın düşürülmesiyle başlayan üçüncü büyük savaşta Batı’nın Rusya’ya tepkisinin Rus edebiyatçıları ve bestecileri yasaklamaya varacak derecede ölçüsüz olmasına göz yuman Zizek gibi figürlerin sözlerinin siyasal alanda artık makes bulabilecek bir seviyeye çıkamaması. Bir zamanlar Habermas bizim askeri vesayetin sözcülerinin nutuklarında bile yerini alırken de bir kampanya figürü olmaktan öte makes bulmuş değildi; ancak filozoflar cephesinden bakıldığında durum daha da fecaat. Habermas’ın Gazze konusundaki saçmalamaları analize almaya bile değmez; bu nedenle Oval Ofis’te yaşanan, diplomasinin sonu olarak gördüğü azarlanma üzerine Zizek’in şu sözlerine bakalım: “Oval Ofis’teki tartışma kendiliğinden bir patlamamıydı? En azından, bu pis tartışma besleniyor, patlamayı bekliyordu. Unutmamalıyız ki, en azından esaslı içerik açısından, hiçbir şey yaşanmadı. Hegelci terimlerle ifade edilirse, bu, ‘An sich’ (kendi içinde) olanın, ‘Für sich’ (kendisi için) haline gelmesiydi -salt arkaplandaki mevcudiyetin içeriğin açık ifadesini bulmasıydı-. Bu dönüşüm herşeyi değiştirir: Birşey doğrudan söylendiğinden, artık geri alınamaz. Bir gruptaki herkes yalnızca kendi içinde olan birşeyi bilebilir ve bunu bir yanlış anlaşılma olarak yorumlayabilir; ama bir kez açığa çıkarıldığında artık farklı bir meseledir”.

Ne diyor bu ifadeler bize? En iyimser ve zorlama bir yorumla Hegelci bir uğrak olarak görüldüğünde Oval Ofis’teki tartışmanın büyük bir değişikliğin işareti olabileceğini ve Trump karşısında Zelenski’nin (şahıs olarak değil, uğrağın sentezi olarak) Hegelci hakikati temsil etmeye başlayabileceğini. Üstelik tarafların bir figüran, tarafların o uğraktaki görüşlerini de en hafif ifadeyle kendi kendilerini bir kandırma olarak görebilebileceğini, asıl meselenin daha büyük bir hakikatin ancak açığa çıktığı olduğunu. Bu iyimser yoruma aldanıp bir değerlendirme yapmaya kalksak, ne yalanlanması ne de doğrulanması mümkün sözler olduklarından en nihayetinde inanan inanır demekten, anlamsız bir tekerlemeye dönüşen fikir özgürlüğüne başvurmaktan başka şansımız yok. Nihayette ortada bütün kuğular beyazdır önermesini yanlışlayan siyah bir kuğunun gözlemlenmesi gibi bir durum yok ortada (üstelik bu tür önermelere açık bilim felsefesi de en son Popper ve Kuhn sonrası Paul Feyerabend gibilerinin darbeleriyle, en iyisinden olasılık çalışmalarına, en iyisinden de Truing sonrası hesaplama çeşitliliklerine dönüşerek ortadan çekilmiş gibi). Başka bir seçenek ise nedense Marksist filozof diye anılan ciddi Marksist gelenek içinden eleştirmenlerinin yaptığı gibi, Zizek’in Hegelci uğrakta faillik veya sözcülük açısından neyi ifşa ettiğini araştırmaya başlamak olabilir.

Ancak Zizek’in ifadelerini o kadar ciddiye almaya gerek var mı gerçekten? Üstelik Zizek burada sadece bir örnek. Aslında bakılırsa Hegel, ifadelerinde bir çeşni; o çeşni üzerinden, kabul edilmeli ki anlamsız derecede çok hızlı bir yolla, hem yeni birşeylerin yaşanmadığını, hem de geri dönülmez bir şekilde birşeylerin değiştiğini iddia etmesi, çok şey, üstelik ciddi derecede ehemmiyeti haiz olduğu varsayıldığı çok şey söyleyip hiçbir şey kastetmemekle de eşdeğer ve felsefe tarihi buna benzer çok örneğe şahitlik eder. Zizek’in şansı veya isterseniz şansızlığı, üniversite kantinlerinde veya sosyal medyada tüketilmeye uygun olması (muhtemelen Zizek de, aslında hakim olmadıkları birçok konuda dağarcıklarındaki çeşitli ezberlerle kaynaştırarak akıl almaz cesur “demeçler” veren benzeri şahsiyetler gibi, örneğin PKK ile bir tuttuğu Kürtlere dair malumatını büyük olasılıkla çeşitli kahve molalarında veya ara sohbetlerde işin propagandasını yapan çeşitli muhataplarından dinlemiştir. Görünürlülüğüyle bir ajans çalışmasına çok uygun bir figür, bir reklam yıldızı. Daha ötesi yok, bu kadar).

Öte yandan, Zizek’in ısrarla altını çizdiği, Ukrayna’nın genel olarak Batı’yı ve onun özgürlük anlayışını savunduğu düşüncesinin Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bağımsızlığını iddia eden bu eski demir perde ülkesinin kendi toprak bütünlüğünü savunduğu düşüncesinden niye ilgi çekici geldiği izaha muhtaç elbette ve kantin veya sosyal medya muhabbetlerinden daha derin kökleri haiz. Yine de basitleştirirsek, niye diyelim ki çok önce gerçekleşen Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakının değil, sahadaki fiili durumdan çok uzak bir genel Ukrayna fikrinin Batı’nın özgürlüğü için bu kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak güç. Filozofların (hatırlatalım ki olmalı mı sorusu baki) bu tür basit sorulara verecekleri basit cevaplar artık yok.

Peki ama Zizek ya da benzeri örnekler üzerinden çok hızla yükselip çok hızla ortadan kaybolan kamusal aydın tasavvurunun, Edward Said gibilerinin büyük bir gayretkeşlikle propagandasını yaptıkları ödevi otoriteye doğruyu söylemek olan bir entelektüel figürün tarihi için ne söylenebilir?

Doğrusu kabaca bir dönemselleştirme yapmak gerekirse, kamusal entelektüel figürünün Amerika’nın imparatorluk iddiasıyla ya da yeni uluslararası düzenin hamisi rolüyle paralel seyrettiğini belirtmek gerek. İşin acı tarafı, bizzat böyle bir figürün sorumluluk alması için çağrı yapan Said’in genel bir düşünce özgürlüğü çerçevesinde fikir beyan etmek dışında, mesele kendi hayatı sözkonusu olunca o kadar kamusal olamaması. Başka benzeri durumlar da gösterilebilir, ama örneğin Freud çerçevesinde Avrupalı ve Avrupalı olmayan konusunda vereceği konferansın Viyana’daki Freud Enstitüsü’nce yasaklanmasına kamusal bir tepki verdiği, otoriteye hakikati haykırmaya çalıştığı pek de söylenemez. Mesele sessizce geçiştirildi. Londra’daki Freud Müzesi’nde verebildiği bu konferans, bu nedenle konusuyla hayli çelişik bir sunuma sahne olabildi. Ancak Said, benzeri başka entelektüel figürler gibi, Amerikan dış politikası konusunda hayli cesur fikirler serdedebildi. Yani, Avrupa’da en bilindik örneği olarak Dreyfus davası sırasında çeşitli yazarların gösterdiği tepki ve benzerleri ayrı değerlendirilmek koşuluyla, en azından Amerika’da kamusal entelektüel prototipinin alanı (birtakım kampüs meseleleri ve aleni skandallar karşısındaki tutum alışlar haricinde) geneli itibarıyla Amerikan dış politikasıyla sınırlı kaldı. Chomsky’nin siyasal aktivizmi de bunu doğrular. Muhtemelen kırılma noktası da, Vietnam savaşıydı.

Amerika’nın siyasal kuruluşuyla ve bunun kendi bünyesini nasıl şekillendirdiğiyle, oradan da dış politikasını bu bünyenin bir uzantısı olarak nasıl gördüğüyle çok ilgilenmeyen bu tür bir kamusal entelektüel tavrın, aslında belirli bir kırılma uğrağının da neticesi olarak geliştiği söylenebilir. Hannah Arendt’in siyaset felsefesi ile gazeteciliği kaynaştırdığı Eichmann Kudüs’te adlı çalışması hayli meşhurdur; ancak onunla neredeyse paralel bir konusu olan Siyasette Yalan ve Eichmann Kudüs’te eserine yönelik bazı eserler karşısında yazdığı Hakikat ve Siyaset çalışması, birtakım uzmanların dışında, nedense gözlerden ırak kaldı. Oysa Eichmann Kudüs’te de dahil bu çalışmalar, güncel bir takım gelişmelerde ortaya çıkan sorunlara daha geniş bir felsefi gelenek ve belirli bir siyaset felsefesi kavrayışı önplanda tutularak yazılmış eserlerdi. Aslında Kant’tan Kojeve’ye ve Arendt sonrası sözkonusu olduğunda Derrida’ya kadar benzeri başka çalışmalar da, illa ki güncele değinmek şartı olmadan, aynı konuda ilerleyen çabalara örnek olarak gösterilebilir.

Elbette Arendt’in çalışmaları, güncele bakarken belirli bir felsefi gelenek ve siyasal ideal ile konuya yaklaşması açısından ilgi çekici. Ne var ki özellikle Siyasette Yalan çalışması, Hakikat ve Siyaset gibi en azından akademik olmayan dergilerde yayınlanması açısından olduğu kadar, Amerikan dış politikasında belirli tavırlar karşısında belirli bir kırılmaya işaret etmesi açısından daha dikkat çekici. Başka bir ifadeyle, Arendt’te hem felsefi gelenekle derinlemesine bir ilişki ve hem de Amerikan dış politikasına dair güncel bir yansımanın işaretlerini buluruz ve bu haliyle Arendt, sözde kamusal entelektüellerle kıyas bile kabul etmeyecek bir özelliği haiz.

Siyasette Yalan, Amerika’nın 1945’den beri Vietnam’da yürüttüğü faaliyetleri ve bu faaliyetlerin kamuoyuna yansıtılandan nasıl farklılaştığını gösteren ve basına sızdırılan Pentagon Belgeleri’nin yayınlanması üzerine yazılan uzunca bir makale. İlginç olanı, Arendt’in bu makaleyi başka makaleleriyle birlikte Cumhuriyette Krizler adlı bir kitapta toplaması ve böylece aslında Devrim Üzerine çalışmasında Amerikan Devrimi ile başka Fransız Devrimi olmak üzere başka devrimler arasında yaptığı kıyaslamada devrimlerin karakterine dair söylediklerini özellikle Amerikan dış politikasındaki bir kırılma bağlamında belli bir yere oturtması. Bu açıdan Arendt’in, hem belli bir siyaset felsefesini, hem cumhuriyetçilik açısından belli bir siyasal kuruluşu ve hem de günceli kaynaştırdığı söylenebilir. Bu da nadir bir örnek; çünkü aslında Almanya’dan göçerek Amerika’ya yerleşmiş entelektüeller arasında Arendt, Amerikan tavrı bir entelektüelliğe çok kolaylıkla uyum sağlamış gibi görünür. Örneğin Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimlerinden Adorno Amerika’ya dair jazz kültürü ve Amerika’yı belli belirsiz konu edinen otoriter kişilik üzerine çalışmalar yayınlasa da ilk fırsatta Almanya’ya dönmeyi tercih ederken, yine Almanya’dan göç ettikten sonraki hayatının belli bir kısmını İstanbul’da İstanbul Üniversitesi’nde Mimesis adlı çalışmasını da yazarak geçiren Erich Auerbach Amerika’ya yerleştikten sonra ciddi bir uyum sorunu yaşayarak kamusal hayata katılım sağlayamazken, Heidegger’in öğrencisi olmak gibi bir özelliği (belki de handikapı) olan Arendt, Leo Strauss gibi etkisi daha çok neo-con elitlerin yetiştirilmesinde olduğu iddia edilen, ancak kamusal tartışmalardan uzak kalan isimlere nazaran, doğrudan Amerikan siyasetine ve bunun günceldeki yansımalarına yönelebilmiş. Bu durum Arendt örneğinin  niye kamusal entelektüellerin bugün ortadan kalktığını anlamamıza yardımcı olabilecek bir gösterge. Üstelik Trump’ın ilk döneminde bir an parlayıp sönen post-truth gibi tartışmalarla ve aslında sadece cumhuriyetçiliğin ya da Amerika’nın değil, bugün siyasetin nasıl işlediğine dair başka gözlemlerle ilişkilendirebileceğimiz bir gösterge.

Bunun niye böye olduğunu bir sonraki yazıda siyasette ve felsefede yalanın Arendt’te nasıl göründüğünü; bu görünümün nasıl bir gelenek teşkil ettiğini; niye Amerikan dış politikasının kamusal entelektüellerin başlangıcını ve sonunu teşkil ettiğini de gözetecek bir biçimde ele almaya çalışacağız. Bu tablo, herşeyden önce, felsefenin kendini bağladığı yer olan liberalizmden bağımsız da değil.

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan: Ankara’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Konya Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Yüksek lisans ve Doktorasını tamamladı. Modernlik ve postmodernlik ekseninde teolojinin aldığı biçimler üzerine çeşitli derlemeler hazırladı. halen batı da vatan fikrinin gelişimi ile doğu’da hakimiyet telakkilerinin teşekkülü üzerinde çalışıyor.
Bazı eserleri: Modernlik (2004), İslamcı ve Puriten (2012), Kuruluş sarmalından kurtulmak; Osmanlı ve hakimiyet telakkileri(2019), Göbeğini kaşıyan adamın psikanalizi (2019)adlı çalışmaları var.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA