İttihat ve Terakki Cemiyeti ve İslamcılık (2) 

1913–1918 döneminde İttihat ve Terakki’nin izlediği İslamcılık politikasının basit bir siyasî manevra ya da geçici bir pragmatizm olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İTC iktidarı döneminde hukuktan eğitime, diplomasiden günlük yaşama kadar geniş bir yelpazede İslamî teori ve pratiklerden beslenen reformlar hayata geçirildi. Osmanlı’nın uzak vilayetlerinde edinilen tecrübeler, merkeziyetçi otoritenin geniş Osmanlı coğrafyasında yaşayan farklı özelliklere sahip İslam toplumlarında işlemeyeceğini göstermişti. İttihatçılar, bu gerçeği görerek Trablusgarp ve Yemen gibi bölgelerin; Arnavutluk örneğinde olduğu gibi tamamen kopmasını engelleyen adımlar attılar.
Eylül 7, 2025
image_print

Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, Trablusgarp tecrübesinin İttihat ve Terakki Cemiyetini değiştirip dönüştürdüğünü ileri sürerken, Amerikalı denizci ve askerî tarihçi William Henry Beehler de benzer bir dönüşümün Trablusgarp’taki Araplar için de geçerli olduğunu belirtir. Beehler’e göre, daha önce Osmanlı’ya mesafeli duran bazı “radikal” Araplar, İttihatçı subayların gelişiyle birlikte canlanan İttihad-ı İslam fikri sayesinde tavır değiştirerek Osmanlı’ya bağlılık göstermiş ve İtalyanlara karşı savaşmışlardır. Gerçekte yaşanan ise, Osmanlı Devleti’nin uzak eyaletlerine yabancı olan ağırlıklı olarak Rumelili subaylarla yerel halkın tanışması, birbirlerini anlamaları ve ortak bir zemin bulmalarıdır. 

Cemaleddin Efendi’ye göre, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelerde mahkeme kararlarının Arapça yerine Türkçe yazılmasını öngören genelge gibi uygulamalar, Arap toplumunda ciddi bir hoşnutsuzluk yaratmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti bir imparatorluktu; ancak İstanbul’da şekillenen “Osmanlılık” normlarının uzak eyaletlerde herhangi bir geçiş sürecine yer verilmeden dayatılması hem Arapların hem de Arnavutların tepkisine yol açıyordu. Merkezi bürokrasi, taşradaki insanlara çoğu zaman “Osmanlılaştırılması gereken bedeviler ve dağlılar” gözüyle bakarken, yerel önderler de merkezi otoriteyi “yüzyıllık geleneklerimizi altüst etmeye çalışan Türkler” olarak görüyordu. İşte İttihatçıların Trablusgarp’taki faaliyetleri, bu kopukluğu kısmen gidermiş; merkez ile çevreyi yakınlaştıran bir tanışma ve uzlaşma zemini yaratmıştı. 

Enver Paşa ve beraberindeki genç subaylar Trablusgarp’a vardıklarında, yerel halka yukarıdan bakan buyurgan bir tavır takınmadılar. Bölgenin diline, dinine, kıyafetlerine ve geleneklerine karışmadılar; aksine bunlara saygı gösterdiler. Kendileri gündelik hayatlarında İstanbul’un Osmanlı-Türk kültürünü sürdürürken, yerel halkla samimi ve doğrudan bir şekilde iletişim kurdular. Bu karşılaşma sayesinde iki taraf birbirini tanıdı ve İslam ortak paydasında bir araya gelerek, farklı kültürlerin tek bir devlet çatısı altında yaşayabileceği görüldü. Nitekim Müslüman-Türk subaylarla Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Senusî, Süleyman el-Barunî ve Ömer el-Muhtar gibi önde gelen yerel liderlerin uyumlu işbirliği, hem Osmanlı hem de bölge halkı için yeni bir yolun mümkün olduğunu ortaya koydu. Yerel halk, Müslüman bir Türk olan Enver Bey’i öylesine benimsedi ki onun peşinde ölüme yürüdü, mallarını borç verir gibi (tekâlif) ona emanet etti ve farklı biçimlerde desteğini sundu. 

İttihatçı karşıtı öğelerin yoğun olduğu Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükûmeti, yerel halkın aksi yöndeki itirazlarına rağmen I. Balkan Savaşı başlar başlamaz İtalya ile barış antlaşması imzaladı. Ne var ki bu durum, bölge halkının Osmanlı Devleti’ne olan bağlılığını sarsmadı. Üstelik 18 Ekim 1912’de imzalanan bu antlaşmadan (Uşi Antlaşması) yalnızca bir gün önce Osmanlı Devleti tarafından Trablusgarp ve Bingazi’ye muhtariyet (özerklik) verilmesi, merkeziyetçi Osmanlıcılık siyasetinin artık sürdürülemez olduğunun devlet tarafından da kabulü anlamına geliyordu. Muhtariyet, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin kendine bağlı uzak coğrafyalarla ilişkisinin temel terimlerinden biri olacaktı. Bu muhtariyet kararı, imparatorluğun uzak coğrafyalarıyla ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını araladı. Nitekim Cemaleddin Efendi, İttihatçıların Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelerde mahkeme kararlarının Türkçe yazılması zorunluluğundan geri adım attığını aktarır. Bu, merkezden yerele kayan ve vatandaşlık bağının temelini İslam’da arayan yeni anlayışın somut bir göstergesiydi. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra germi verilen merkeziyetçi politikalardan geri adım atılmasında İttihatçıların Trablusgarp tecrübesinin önemli bir yeri vardı. 

İttihad-ı İslam siyasetinin değiştirici ve dönüştürücü gücünü en çarpıcı biçimde gösteren örneklerden biri, yıllarca Osmanlı’ya başkaldırmış bir liderin, İmam Yahya’nın hikâyesidir. Yemen Zeydîlerinin 87’nci imamı Mütevekkil-Alellah Yahya Hamidüddin, uzun yıllar boyunca Osmanlı otoritesini tanımamış, isyanlarıyla devletin başını ağrıtmıştı. Ancak 9 Ekim 1911’de, İttihatçı ağırlıklı İbrahim Hakkı Paşa hükûmeti ile imzalanan Daân Antlaşması dengeleri değiştirdi. Bazı yerel yetkilerin Zeydîlere devredilmesiyle yıllardır süren çatışma sona erdi. İttihatçılar, Yemen’de merkeziyetçi baskının sonuç vermediğini görmüş, bunun yerine İslam ortak paydasına dayalı merkeziyetçilikten taviz veren adem-i merkeziyetçi bir düzenlemeyi tercih etmişti. Bu sayede Yemen, Osmanlı’ya yeniden bağlandı. Öyle ki, yılların isyancısı İmam Yahya, İngilizlerin cazip vaatlerine rağmen 1924’e kadar Osmanlı’ya ve ardından Türkiye’ye sadık kaldı. Hatta Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgede görevlendirilen içlerinde İttihatçıların olduğu Osmanlı subayları, Mondros Mütarekesinin aksi yöndeki şartlarına rağmen burada uzun süre görev almaya devam ettiler. Ancak Millî Mücadele sonrası oluşan yeni siyasî ve diplomatik koşullar, Türkiye’nin bölgeyle doğrudan bağını koparınca Yemen bağımsızlığını ilan etti. 

Bazı tarihçiler İTC’nin İttihad-ı İslam siyasetini dönemsel pragmatizmle şeklinde açıklıyor ve devlet yönetiminin diğer alanlarında İslamcılığın etkisini ıskalıyorlar. Aslına bakılırsa İttihatçılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik yapısını kurumsal anlamda değiştirip devleti bir ulus-devlet haline getiriyor ancak “ulus” kavramının içini İslam’la dolduruyordu. Dönem içinde yaşanan başka uygulamalar da İttihatçılığın İslamcılıkla ilişkisinin pragmatik olmaktan öte ideolojik temelleri olan bir ilişki olduğunu gösteriyor. Talat Paşa’nın sadrazamlığı döneminde 25 Ekim 1917’de ilan edilen Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu örneklerden biridir. Osmanlı’da aile hukuku yüzyıllardır şer’i (dinî) mahkemelerde, yazılı bir aile kanunu olmadan yürütülüyordu. Gayrimüslimler ise davalarını kendi cemaat mahkemelerinde görebiliyorlardı. 1914 yılında kapitülasyonlar kaldırılınca yayınlanan bir kararname ile cemaat mahkemeleri de kapatıldı. Daha sonra adalet alanındaki kurumsal dağınıklığın giderilmesi adına Şeriye Mahkemeleri, Adliye Nezaretine bağlandı. Aile hukuku olarak ise ağırlıklı olarak İslam fıkhının Maliki yorumuna dayanan Hukuk-ı Aile Kararnamesi yürürlüğe konuldu. Yani İTC, devletin yeni yapısını modern ulus-devlet modeline göre inşa ederken kurumların içini İslamî ilkelerle dolduruyordu. Hukuk-i Aile kararnamesi İslam’ın kadın erkek arasındaki miras taksimi ve taaddüd-i zevcat gibi meseleleri Batı perspektifli düzenlemelerle ele almıyordu. 

Eğitim alanında atılan adımlar da İTC’nin İslam’ı devletin kurumsal omurgasına yerleştirme çabasının açık göstergelerindendi. Evkaf Nezaretine bağlı okulların Maarif Nezaretine devredilmesiyle tüm eğitim kurumları tek çatı altında toplandı. Bu, yalnızca idari bir düzenleme değildi. Medreselerin yüksek öğretim sistemine entegre edilmesi ve diploma denkliği kazandırılmasıyla, dinî eğitim görmüş gençlerin mahkemelerde ve mülki idarede görev almasının önü açıldı. İTC, Medresetü’l Eimme ve Huteba (İmam Hatip Okulları) ile Medresetü’l Kudat (Kadı Medreseleri) gibi kurumları kurarak, II. Abdülhamid döneminde geri planda kalan medreselere yeniden saygınlık kazandırdı. Bugün “İmam Hatip” olarak bildiğimiz okul modelinin ilk örneği de işte bu dönemde ortaya çıktı.  Böylece İslamî eğitim modernleşen eğitim sistemi içinde sürdürülebilir bir nitelik ve saygınlık kazandı. 

İttihat ve Terakki’nin kadro tercihleri de İslamcılık ile kurduğu ideolojik bağın bir başka göstergesiydi. Partinin hükûmetlerinde ve bürokrasisinde, dönemin önde gelen İslamcı siyasetçi ve düşünürleri önemli görevler üstleniyordu. Öyle ki İslamcılığın en önemli ideologlarından sayılabilecek Said Halim Paşa, İTC hükûmetlerinde en uzun süre Sadaret makamını üstlenen kişi olduğu gibi en uzun süre parti başkanlığı yapan kişiydi. Enver Paşa’dan Necmeddin Molla’ya, Emrullah Efendi’den Ürgüplü Hayri Efendi ve Musa Kazım Efendi’ye kadar pek çok dindar veya İslamcı kimliğiyle tanınan isim kabinelerde yer aldı. Her ne kadar modern bazı kuramcılar İTC’ye Türkçülük yakıştırması yapsalar da devrin önemli Türkçülük ideologlarından Rıza Nur, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Yusuf Akçura’nın İTC dışı kalmaları ve Ziya Gökalp ile Ahmed Ağaoğlu’nun İTC’de bulunmalarına rağmen kabinelerde yer almaması; buna karşın İslamcı ideologların hükûmetlerde, meclislerde (mebusan ve ayan) görev yapması bu çıkarsamayı yanlışlar mahiyettedir. Üstelik İTC içindeki en önemli Türkçü ideolog sayılabilecek Gökalp’in Türkçülüğü de seküler bir çizgide değildi. Gökalp, İslam’ı Türklüğün ayrılmaz bir parçası olarak görüyor ve Arap harflerinden vazgeçilmemesini savunuyordu. Bu tablo, İTC’nin ideolojik omurgasında İslamcılığın ne kadar belirleyici ve etkili olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. 

İTC iktidarlarının İslam içerikli politika ve uygulamaları sadece hukuk, diplomasi ve eğitim alanıyla sınırlı kalmadı. İTC’nin Manastır kolunun ruhunu teşkil eden Enver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında İstanbul kadınlarının çarşaflarını topuklarına kadar uzatmasını emreden ve parklarda kadın erkek karışık dolaşılmasını yasaklayan düzenlemeler; İTC’nin günlük hayata da İslam içerikli bir şekil verme gayretinin somut örneklerindendi. Ayrıca Orduda tabur imamlarının maaşlarının üsteğmen maaşının üstüne çekilmesi de bu tür icraatlar içinde zikredilebilir. Enver Paşa’nın kutsal mekanları ziyareti ve buralara gösterdiği ihtiram, yine Ramazan ayında çöl şartlarında tüm ordu adına tek başına oruç tutması; bu ideolojik çizginin sembolik ama güçlü göstergeleriydi. Bu tür uygulamalar, İTC’nin yalnızca devletin kurumlarını değil, toplumun gündelik yaşamını da İslamî bir çerçeveye oturtma iradesini ortaya koyuyordu. 

Bir önceki yazıdan bu yana sıralanan örnekler, 1913–1918 döneminde İttihat ve Terakki’nin izlediği İslamcılık politikasının basit bir siyasî manevra ya da geçici bir pragmatizm olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İTC iktidarı döneminde hukuktan eğitime, diplomasiden günlük yaşama kadar geniş bir yelpazede İslamî teori ve pratiklerden beslenen reformlar hayata geçirildi. Osmanlı’nın uzak vilayetlerinde edinilen tecrübeler, merkeziyetçi otoritenin geniş Osmanlı coğrafyasında yaşayan farklı özelliklere sahip İslam toplumlarında işlemeyeceğini göstermişti. İttihatçılar, bu gerçeği görerek Trablusgarp ve Yemen gibi bölgelerin; Arnavutluk örneğinde olduğu gibi tamamen kopmasını engelleyen adımlar attılar. Nitekim her iki bölge de Birinci Dünya Savaşı boyunca devlete sadık kaldı, İtilaf Devletleri’nin cazip tekliflerini geri çevirdi. Üstelik, klasik anlatının çoğu zaman göz ardı ettiği bir başka gerçek daha vardı: Suriye ve Irak’ta da pek çok Arap aşireti savaş boyunca Osmanlı’nın yanında durdu. Miskal Paşa’dan (Mithqal al-Fayez) Uceymî Sâdûn’a kadar birçok lider; canını ve malını ortaya koyarak devletin savaş çabasına destek verdi. “Arap İsyanı” diye anılan Şerif Hüseyin hareketi ise sanıldığı kadar yaygın değildi; aksine, görece sınırlı bir etki alanına sahipti. Trablusgarp Savaşı ve Birinci Dünya Savaşında güdülen İslamcılık siyaseti Milli Mücadele’ye de sirayet edecekti. 

– Son – 

Dr. Ender Korkmaz

Ender Korkmaz; 1983 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümünde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalında yazdığı “Tahsin Uzer’in Yaşamı ve Faaliyetleri” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesi, aynı üniversitenin Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalında yazdığı “Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın Hayatı ve Faaliyetleri” başlıklı teziyle doktora derecesi aldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSMEK’te diksiyon usta öğreticisi, Beylikdüzü Belediyesi’nde Kültür-Sanat Koordinatörü, Zeytinburnu Belediyesi’nde Kültür Merkezi Koordinatörü, İHH İnsani Yardım Vakfı’nda Halkla İlişkiler Koordinatörü, Yunus Emre Enstitüsü’nde Kiev Yunus Emre Enstitüsü Müdürü olarak çalıştı. Halen bir devlet üniversitesinde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde Doktor Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Korkmaz’ın çalışmalarının ana odağını Yakınçağ Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemi siyasi tarihi oluşturmaktadır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA