İsrail’in Hava Gücü Kolonyalizmi

Bomber Harris’in ölüm saçan gökyüzünün sonunda Avrupa’ya dönmesi, bizim kendi yeni-emperyalistlerimiz için ibretlik bir ders olmalıdır. Gerçekten de, şu anda Avrupa da en az Orta Doğu kadar tehditkâr insansız hava araçlarıyla karşı karşıyadır. Dahası, gerçek bir uluslararası liderliğin aksine, Orta Doğu’daki negatif hegemonyanın Frankenstein canavarı yalnızca karşı koyuş ve direniş üretmektedir. İsrail’in teknolojik üstünlüğüne rağmen, neredeyse hiç dokunulmazlık kazanabilmiş değildir.
Ekim 16, 2025
image_print

Tıpkı daha önceki Britanya İmparatorluğu gibi, İsrail de Orta Doğu’yu gökyüzünden hâkimiyet altına almaya çalışıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, elleri masum Iraklıların kanına bulanmış olan eski Britanya Başbakanı Tony Blair’i savaş sonrası Gazze’yi yönetmek üzere aday göstermesi, Londra’nın bir zamanlar küresel sömürge topraklarına politikacılarını genel vali olarak gönderdiği uzak bir dönemi hatırlatıyor. Filistinlilere (elbette!) hiçbir şekilde danışılmadan yapılan bu öneri, Orta Doğu’nun Batı emperyalizminin ikinci evresine girdiğinin açık bir işaretidir. Klasik yerleşimci sömürgeciliğe zaten maruz kalmış olan Filistin hariç tutulursa, içinde bulunduğumuz yeni-emperyal an, Amerika’nın İsrail’i Orta Doğu’daki ileri üssü olarak kullanması ve her türden rakibi bastırmak için hava gücünden yararlanmasıyla tanımlanmaktadır.

Sürü

Washington’daki yönetimi şu anda, o turuncu tenli büyük otelci-başkanın önderliğinde, sahtekârlar, petrol baronları, finansçılar, paralı askerler, beyaz milliyetçiler ile Hristiyan ve Yahudi Siyonistlerden oluşan tuhaf bir toplama ekip oluşturuyor. Bu ekip, Almanya, Britanya ve Fransa’nın da yardımıyla, İsrail’i küçük bir ülkenin iliştirildiği devasa bir hava üssüne dönüştürdü. Bu hava üssünden, bölgedeki komşulara yönelik olarak sürekli şekilde füze, roket, insansız hava aracı ve savaş uçağı akını gerçekleşiyor.

Gazze, son iki yıldır neredeyse saat başı bombalanarak harabeye çevrildi; bu yıkımın yalnızca ilk ayı, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e yönelik korkunç saldırısını takiben “meşru müdafaa” olarak makul biçimde gerekçelendirilebilir. Zaten İsrail’in askeri yönetimi altındaki Filistin’in Batı Şeria bölgesi dahi defalarca havadan hedef alındı. Lübnan, sözde bir ateşkese rağmen, tıpkı komşusuyla iyi ilişkiler kurmak istediğini öne süren Suriye gibi, çok sayıda bombardımana maruz kaldı. Gazze’deki soykırıma karşı füze ateşleyerek protestoda bulunan Yemen ise şimdi İsrail tarafından durmaksızın vuruluyor. İsrailliler ayrıca geçtiğimiz Haziran ayında İran’ın nükleer zenginleştirme tesislerini ve başka hedefleri de bombaladı.

İsrail’in kimi hava saldırıları veya füze ve insansız hava aracı taarruzları gerçekten de düşmanlarının saldırılarına misilleme niteliğindeydi. Diğerleri ise yalnızca İsrail’in, Gazze’deki bitmek bilmeyen vahşetleri de dahil olmak üzere, provokasyonları nedeniyle gerekli hâle geldi ve bölgesel aktörler bu saldırılara karşılık verme ihtiyacı hissetti. Ancak İsrail’in birçok saldırısının meşru müdafaa ile neredeyse hiçbir ilgisi yoktu; bu saldırılar çoğu zaman sivil hedeflere ya da Suriye gibi acil tehdit oluşturmayan bölgelere yönelmişti. 9 Eylül’de İsrail, 7 Ekim’de kaçırılan İsrailli rehinelerin geri alınması için Hamas ile müzakerelere yardımcı olmasını istediği Katar’ı bile bombaladı.

Kısacası, şu anda tanık olduğumuz şey, İsrail’in hava gücü kolonyalizminin bir versiyonudur.

Tipik bir örnek olarak, İsrail savaş uçakları 28 Ağustos’ta Yemen’in başkenti Sana’yı bombalayarak kuzey Yemen başbakanı Ahmed el-Rahwi’yi, bölgedeki Husi hükümetinin birkaç üst düzey yetkilisini ve çok sayıda gazeteciyi suikastla öldürdü. (İsrailli yetkililer daha önce, Haziran ayında İran’a karşı yürüttükleri 12 günlük savaşta bu ülkenin en üst düzey liderlerini öldürebileceklerini övünerek söylemişti.)

Gerçekte Tel Aviv, artık Orta Doğu hükümetlerini ya onların yetkililerini yeryüzünden silerek ya da bunu yapacağına dair inandırıcı tehditlerde bulunarak şekillendiriyor. İsrail, yalnızca Filistin’de değil, Lübnan’da ve Yemen kadar uzak bölgelerde de gazetecileri düzenli olarak suikastla hedef alarak, bölgedeki gelişmelere ilişkin dış algıyı biçimlendirmede tüyler ürpertici bir rol oynuyor. Ancak bölgeyi bütünüyle boyun eğdirmekte başarısız olan Tel Aviv, herhangi bir olumlu liderlik üstlenmek yerine, negatif bir hegemonya biçimi yaratmış durumda.

Negatif Emperyalizm

Haziran ayında İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından İran’a yönelik gerçekleştirilen ağır bombardıman, Natanz ve Fordow’daki sivil nükleer zenginleştirme tesislerini yok etti; bu saldırılar, Umman’da süregelen diplomatik müzakereler sırasında gerçekleştirildi. Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın (NPT) tarafı olan İran, uranyumu sivil amaçlarla zenginleştirme hakkına sahiptir ve Tahran’ın bu programı askeri amaçlarla sürdürmeye karar verdiğine dair hiçbir inandırıcı kanıt sunulmamıştır. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), her iki saldırıyı da Birleşmiş Milletler Şartı’nın ve kendi tüzüğünün ağır ihlalleri olarak kınadı. Ayrıca, potansiyel olarak zehirli kimyasalların ve radyolojik kirleticilerin salınması nedeniyle bu saldırılar halk sağlığı açısından ciddi riskler doğurdu.

Kısacası bu saldırılar, İran’ı, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Brezilya, Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Japonya, Hollanda, Pakistan, Rusya ve Birleşik Krallık’ta da hayatın olağan bir parçası olan ekonomik ve bilimsel girişimlerden mahrum bırakmayı hedefliyordu. Bu ülkelerin birçoğu (İsrail gibi) nükleer silahlara sahipken, İran böyle bir silaha sahip değildir. Sonuçta Tahran, liderlerinin imzaladığı ve sivil nükleer zenginleştirme programının %80’ini askıya almasını gerektiren 2015 tarihli nükleer anlaşmadan hiçbir fayda göremedi. Nitekim Başkan Trump, Mayıs 2018’de uygulamaya koyduğu “maksimum baskı” yaptırımlarıyla, İran yönetimini bu anlaşmaya uymuş olmasından ötürü fiilen cezalandırmış oldu—bu yaptırımlar, Biden yönetimi tarafından büyük ölçüde sürdürülmekte ve bugün hâlâ yürürlüktedir.

İran’a yönelik bu tehlikeli ve yasa dışı hava saldırıları, 19. yüzyılda İran’daki Kaçar Hanedanı’nın demiryolu inşa girişimlerine karşı Britanya ve Rusya’nın gösterdiği direnişi akla getirmelidir—bu, benim “negatif emperyalizm” olarak adlandırdığım bir emperyalizm biçimidir. Başka bir deyişle, pazarların hâkimiyeti ve kaynakların sömürüsüne odaklanan klasik emperyalizm teorilerinin aksine, bazı emperyal stratejiler daima kurban ülkeyi zayıf tutmak amacıyla pazarların işleyişini engellemeye yönelik olmuştur.

Sonuçta İran’da seyir edilebilir su yolları çok azdır ve ekonomisi uzun süredir ulaşım sorunlarından muzdariptir. Bir zamanlar en bariz çözüm demiryolu inşa etmekti; fakat Britanyalılar ve Ruslar, bu ülkeyi kendi imparatorlukları arasında zayıf bir tampon bölge olarak tutmak istediklerinden bu çözüme karşı çıktılar. İran, böyle bir demiryoluna ancak 1938 yılında kavuşabildi.

Benzer şekilde, 21. yüzyılın havadan yürütülen emperyalizmi, İran’ın Buşehr’deki nükleer santrali için yakıt üretme kapasitesini elinden almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ve İsrail, İran’ı bu konuda pek çok başka ülkeden farklı biçimde muameleye tabi tutmaktadır; çünkü İran hükümeti, bölgeye Batı tarafından dayatılan emperyal düzene karşı çıkmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından halk hareketleri ve isyanlar, Orta Doğu’da onlarca yıl süren Britanya ve Fransa sömürge egemenliğini sona erdirdi. Ancak sömürgeciliğin çöküşü ve bağımsız ulus-devletlerin yükselişi, Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sağcı politikacılar tarafından hiçbir zaman tam olarak kabul edilmedi; zira bu çevrelerin, sömürgecilik çağının dehşetleriyle yüzleşme gibi bir niyetleri yoktu. Bunun yerine, köle ticareti, ekonomik yağma, yerli halkların yerinden edilmesi ya da katledilmesi, kıtlıkların kötü yönetimi ve ırkçı apartheid biçimleri gibi tarihsel gerçekleri görmezden gelmeyi tercih ettiler. Daha da kötüsü, sömürge tarihinin sterilize edilmiş bir versiyonuna duyulan özlem, çoğu zaman bu ölümcül deneyin tamamını yeniden yaşatma kararlılığıyla el ele gitti.

Başkan George W. Bush yönetimi sırasında Afganistan ve Irak’ta şekillenen, uğursuz Küresel Teröre Karşı Savaş’ın mimarları, işlevsel olarak Batı sömürgeciliğinin dönüşünü açıkça kutladılar. Amerika’nın, Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşünden sonra büyük güç rekabetinin kısıtlamalarından kurtularak geçici bir hiper güç konumuna yükseldiği bu dönemi, Geniş Orta Doğu’yu yeniden sömürgeleştirmek amacıyla kullanmaya kalkıştılar.

Bekleneceği üzere, bu girişim feci şekilde başarısız oldu. 19. yüzyıldaki seleflerinin aksine, Küresel Güney’in halkları bugün büyük ölçüde kentli ve okuryazardır; gazeteler ve internet aracılığıyla birbirleriyle bağlantılıdır; siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından örgütlenmiştir; ayrıca sermaye, kaynak ve sofistike silahların da sahibidir. Artık doğrudan sömürgeleştirme ancak, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin gösterdiği gibi, gerçek anlamda soykırım eylemleriyle mümkün olabilir—ve o durumda bile başarı şansı son derece düşüktür.

“Köyleri Hava Devriyeleriyle Yok Ettik”

Emperyal güçlerin bir kez daha hava bombardımanı yoluyla dolaylı hâkimiyete yönelmiş olmasına şaşmamalı. Orta Doğu halklarını bastırmak ya da en azından dizginlemek amacıyla hava gücüne başvurulması, gerçekte bir yüzyıldan daha eski bir uygulamadır. Bu taktik, 1911 yılında İtalyan Başbakanı Giovanni Giolitti’nin hükümeti tarafından, ülkesinin Osmanlı Libya’sını işgali ve istilası sırasında başlatılmıştı. Hava gözetleme pilotu Teğmen Giulio Gavotti, iki librelik el bombalarına fünye takarak bunları düşman kamplarına attı. Her ne kadar kimseyi yaralamamış olsa da, o zamanlar sinsice ve centilmence olmayan bir davranış olarak değerlendirilen bu eylem büyük öfkeye neden oldu.

Bugün ürkütücü biçimde tanıdık gelmesi gereken şekilde, yerli halkı yerinden etmek ve Orta Doğu’daki Britanya egemenliğini pekiştirmek amacıyla orada bir Avrupa “Yahudi Ulster”ı kurmaya yönelik acımasız Britanya boyunduruk politikası da hava gücünü kullanmıştı. İrlandalı parlamenter Chris Hazzard’ın gözlemiyle: “1916 Paskalya Ayaklanması’nın ardından Roger Casement’in idam edilmesini ve binlerce kişinin gözaltına alınmasını onayladığı için İrlanda’da nefret edilen Herbert Samuel, Britanya’nın Filistin’deki ilk Yüksek Komiseri olarak, 1921’de Filistinli protestocuların ayrım gözetmeksizin hava bombardımanına tutulmasını emredecekti (Filistinli sivillere yönelik ilk hava saldırısı buydu).”

Ancak emperyal kontrol amacıyla hava bombardımanının en kapsamlı biçimde kullanıldığı yer, Britanya’nın küçümseyici biçimde “Mespot” adını verdiği Mezopotamya olmuştur. Bugünkü Irak topraklarında 1917 ile 1932 yılları arasında süren kırılgan Britanya işgali, dönemin Savaş, Hava ve Koloniler Bakanı Winston Churchill gibi emperyalistlerin öngördüğünden çok daha önce sona erdi; bunun başlıca nedeni, silahlı yerel halkın işgale karşı güçlü bir direniş göstermesiydi. Savaştan yorgun düşmüş Britanya kamuoyu, 1920’lerde bu bölgede büyük bir işgal ordusunun masrafına katlanmaya istekli değildi. Bu nedenle Churchill, kontrolü sürdürmek için Kraliyet Hava Kuvvetlerini devreye sokma kararı aldı.

Sömürge dönemi Rodezya’sında yerleşik bir beyaz yerleşimci olan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Britanya Hava Kuvvetleri’ne katılmış olan Arthur “Bomber” Harris, bu görevle Irak’a gönderildi. Harris, “Vickers Venon ve ardından Victoria uçaklarıyla donatıldık… Asker taşıma uçaklarımızın burnuna bir nişan deliği açarak ve kendi bomba raflarımızı yaparak, onları savaş sonrası dönemin ilk uzun menzilli ağır bombardıman uçaklarına dönüştürdük” diye yazmıştı. Taktikleri konusunda lafı dolandırmadı: “İsyan devam ederse, köyleri yok ettik ve hava devriyeleriyle isyancıları gerektiği kadar evlerinden uzak tuttuk.” Bu yöntemin, kara birlikleri kullanmaktan çok daha az masraflı olduğunu ve elbette, Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın vicdanında derin izler bırakan türden yüksek piyade kayıplarına yol açmadığını açıkça belirtti.

Sömürge yetkilileri, bu tür önlemlerin savaş zamanında düşman askerlerine karşı değil, barış zamanında sivil halka karşı alındığı gerçeğini örtbas ettiler. Kısacası, Filistin’de ya da daha genel olarak Orta Doğu’da sivillerin varlığının inkârı, uzun bir sömürge mirasına sahiptir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Büyük Britanya’nın Irak üzerindeki hava üstünlüğü nihayetinde başarısız olmuş ve 1932 yılında bu ülkeye, en azından “bağımsızlık” olarak kabul edilebilecek bir statü tanımak zorunda kalmıştır. 1958 yılında ise öfkeli halk, Britanya’nın kurduğu hükümeti nihayet şiddetle devirmiş ve Irak, sonraki on yıllar boyunca Batı hâkimiyetine karşı milliyetçi bir meydan okuyucuya dönüşmüştür.

Elbette Harris’in Mezopotamya’da keskinleşen hava gücü stratejisi, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu kez Avrupa’nın başına musallat olacaktı. Bomber Command’ın başkomutanı olarak öne çıkan Harris, hava mareşali rütbesine yükseldi. Ardından, Mayıs 1942’de Köln’e düzenlenen “bin bombardıman uçağı” saldırısıyla başlayan ve sivil şehirleri yoğun biçimde hedef alan taktiğin öncüsü oldu. Onun “topyekûn savaş” hava harekâtı, 1945’te Dresden’e yapılan meşhur yangın bombardımanıyla doruk noktasına ulaştı. “Almanya’nın Floransa’sı” olarak bilinen şehirde sekiz mil karelik bir alan yerle bir edildi ve çoğunluğu sivil en az 25.000 kişi yaşamını yitirdi.

Gökyüzünden Gelen Terör

Sonuç olarak, Bomber Harris’in ölüm saçan gökyüzünün sonunda Avrupa’ya dönmesi, bizim kendi yeni-emperyalistlerimiz için ibretlik bir ders olmalıdır. Gerçekten de, şu anda Avrupa da en az Orta Doğu kadar tehditkâr insansız hava araçlarıyla karşı karşıyadır. Dahası, gerçek bir uluslararası liderliğin aksine, Orta Doğu’daki negatif hegemonyanın Frankenstein canavarı yalnızca karşı koyuş ve direniş üretmektedir. İsrail’in teknolojik üstünlüğüne rağmen, neredeyse hiç dokunulmazlık kazanabilmiş değildir. Örneğin, yoksulluk ve savaşla kuşatılmış Yemen, Gazze’deki soykırımı protesto etmek amacıyla Kızıldeniz’i uluslararası deniz taşımacılığına neredeyse tamamen kapatmayı başarmış ve İsrail’i hipersonik füzelerle vurarak Eilat Limanı’nı işlevsiz hâle getirmiştir. İran da, söz konusu 12 günlük savaş sırasında, tamamen çaresiz olmadığını kanıtlamıştır. İsrail’in en büyük petrol rafinerisini imha etmiş, kritik askerî ve araştırma tesislerini hedef almıştır. İsrail, İran hükümetini sarsmak bir yana, İran halkını bayrak etrafında kenetlenmeye itmiş görünmektedir. Hatta İran’ın yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunun etkilenip etkilenmediği dahi belli değildir.

En çarpıcısı ise, İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere —çoğu zaman ABD tarafından sağlanan silahlarla— zulmetme kapasitesi, dünya çapında derin bir tiksinti yaratmıştır. İsrail giderek daha fazla tecrit ediliyor; başbakanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama emri çıkarmasından korktuğu için artık Fransa ve İspanya hava sahasını bile kullanamıyor. Orta Doğu halkları öfkeyle kaynıyor; birçok Avrupalı da aynı şekilde. Ekim ayı başında, İtalya’nın büyük işçi sendikaları genel grev çağrısı yaptı ve Gazze’ye insani yardım ulaştırmaya çalışan bir dizi gemiden oluşan Global Sumud Filosu’nu durdurmasını protesto etmek amacıyla ülkeyi fiilen kapattı. Tıpkı Bomber Harris’in Irak’taki talihsiz hâkimiyetinde olduğu gibi, Gazze’de ve ötesinde gökten inen terörün uzun vadeli bir Büyük Strateji olarak başarısızlıkla sonuçlanması kuvvetle muhtemeldir.

Kaynak: https://www.commondreams.org/opinion/israel-colonialism