İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana en az 225 Filistinli gazeteciyi öldürmesi, Gazze’de hayatını kaybeden gazeteci sayısının ABD İç Savaşı, I. ve II. Dünya Savaşları, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, 1990’lar ve 2000’lerdeki Yugoslavya savaşları ile 11 Eylül sonrası Afganistan savaşında ölen gazetecilerin toplamını aştığının hesaplanmasının ardından, kısa bir süreliğine uluslararası dikkatleri üzerine çekti.
Tanıkları ortadan kaldırmak ve anlatıyı kontrol altına almak çabasının bir parçası olarak İsrail, bir yorumcunun da belirttiği gibi, Gazze’yi gazeteciliğin mezarlığına dönüştürdü.
İsrail, Gazze’deki al-Shifa Hastanesi yakınlarında gazetecilerin kaldığı bir çadırda, Al Jazeera muhabiri Anas al-Sharif’i; Mohammed Qreiqeh, Ibrahim Zaher, Mohammed Noufal, Moamen Aliwa ve Mohammed al-Khalidi ile birlikte hedef aldığı saldırıda olduğu gibi, medya çalışanlarını uzaktan avlamak için insansız hava araçları kullandı.
İsrail güçleri, Gazze’nin merkezindeki Nuseirat bölgesinde bir keskin nişancı tarafından Saed Abu Nabhan’ın öldürülmesinde olduğu gibi, gazetecileri yakın mesafeden infaz etti.
Çok sayıda başka gazeteci yaralandı, gözaltına alındı ya da kayboldu. Öte yandan İsrail güçleri, televizyon, uydu ve radyo istasyonları; yayın kuleleri; medya hizmet ofisleri ve gazete merkezleri dahil olmak üzere 100’den fazla hükümete veya sivil topluma ait medya kurumunu ve ofisini sistematik şekilde tahrip etti ya da yok etti.
Gazetecileri öldürmek, savaş suçu ve insanlığa karşı suç teşkil eder; zira silahlı çatışma hukuku uyarınca gazeteciler sivil sayılır ve bu nedenle onları kasıtlı olarak hedef almak yasadışıdır. Ancak işlerinin doğası gereği yüksek risk altında olmalarına rağmen, gazetecilere herhangi başka bir özel koruma sağlanmamaktadır.
Bu hukuk kurallarının hazırlayıcıları, en son 1977’de Cenevre Sözleşmeleri’ne ek protokolleri oluştururken, siviller ile gazeteciler arasındaki farkı kabul etmiş ve gazetecilerin sıklıkla cephe hattında bulunduğunu anlamışlardır; ne var ki, anlaşılması güç bir biçimde, gazetecilere sivillere tanınan korumanın ötesinde hiçbir ek koruma sağlamamışlardır.
Batı Medyasının Önyargısı
Gazetecilere sağlanan sınırlı yasal koruma, onları İsrail’in sistematik hedef alımına karşı savunmasız bırakmaktadır. İsrail, Batı medyasının Filistinli gazetecilerin profesyonelliği ve güvenilirliği algısını zayıflatmadaki rolünden cesaret alarak bu saldırganlığını daha da pervasızca sürdürmektedir.
İsrail’in Filistinli gazetecileri karalamaya yönelik uzun bir geçmişi vardır. Hatta hükümetin reklam ajansını kullanarak, Gazze’den gelen muhabirlerin “Hamas propagandasının” ayrılmaz bir parçası olduğunu ve bu nedenle meşru hedef sayıldıklarını ileri süren YouTube reklamları üretmiştir.
Bu tür sinsi kampanyaların Batı medyasını etkileyip etkilemediği ya da Batı medyasının kendi kökleşmiş önyargılarının Filistinli gazetecilerin suikastlarını nasıl haberleştirdiğini belirleyip belirlemediği belirsizdir. Her iki durumda da, bu medya kuruluşları sıklıkla İsrail’in uydurmalarını tekrar etmektedir.
İsrail, Nasser Hastanesi’nde Middle East Eye muhabirleri Mohamed Salama ve Ahmed Abu Aziz’i; Reuters foto muhabiri Hussam al-Masri’yi; ve Associated Press için çalışmış olan serbest gazeteciler Moaz Abu Taha ile Mariam Dagga’yı öldürdüğünde, bu saldırıda kendi muhabirleri de hayatını kaybeden Batılı haber ajansları, İsrail’in “Hamas kamerasını” hedef aldığını öne süren açıklamasını tekrar ederek, beş gazeteciyi de rahatça Hamas’la ilişkilendirdiler.
“Hamas kamerası” şeklindeki bu neolojizm kuşkusuz İsrail tarafından uydurulmuştu. Ancak onlarca medya kuruluşu, bir “Hamas kamerası”nın — örneğin bir Nikon veya Canon’dan farklı olarak — ne anlama gelebileceğini sorgulamaya bile gerek duymadan bu ifadeyi yineledi. Bu ifadenin salt tekrarı bile, tıbbi personel ve hastaların da öldürüldüğü bir hastane kompleksinde gazetecilere yönelik kasıtlı saldırının meşrulaştırılmasına katkı sundu.
Bu saldırı, soykırımın başlamasından bir yıl on ay sonra, Ağustos ayı sonlarında gerçekleşti. O noktaya gelindiğinde, İsrail’in gazetecileri sistematik biçimde hedef aldığı ve çoğu zaman aileleriyle birlikte 200’den fazla medya çalışanını öldürdüğü artık aşikârdı.
Dahası, eğer Nasser Hastanesi’nin çatısında öldürülenler beyaz Avrupalı gazeteciler olsaydı, büyük Batılı medya kuruluşlarının İsrail’in meşrulaştırıcı anlatılarını bu şekilde taklit etmesi pek olası değildi.
Yazar Chris Hedges’in de belirttiği gibi, açık olan şudur: Bu tür anlatılar “kurbanların sesini itibarsızlaştırır ve katilleri aklar” — ve bu da Filistinli gazetecilerin hedef alınmasını mümkün kılan cezasızlığı daha da pekiştirir.
Kışkırtma Retoriği
Filistinli gazetecilerin ideolojik güdülerle hareket ettiği ve nesnel olamayacağı yönündeki suçlamalar, kafası kesilmiş bebekler ve fırınlarda pişirilmiş bebekler gibi sinsi haberleri dolaşıma sokan medya kuruluşlarından gelmektedir. Aynı zamanda bu suçlamalar, al-Shifa Hastanesi’nin altında bir komuta merkezi bulunduğu yalanını ve Filistinli gazetecilerin hastanelerin çatı katlarından Hamas roket birliklerini yönettikleri yönündeki asılsız iddiaları tekrarlayan haber kaynaklarından da kaynaklanmaktadır.
Gerçekten de, Filistinlileri insanlıktan çıkarmak yalnızca soykırımı normalleştirmekle kalmaz, İsrailli gazetecilerin ilk günden beri ortaya koyduğu soykırım kışkırtıcılığını da sıradanlaştırır.
Nitekim daha 7 Ekim 2023’te, Kanal 14’ten Shimon Riklin, “Gazze yeryüzünden silinmeli” diye yazdı; ardından da retorik bir soruyla, “Atom bombası neden var ki zaten?” diye sordu.
Birkaç gün sonra, yine Kanal 14’te çalışan ve şu anda i24 News’te sunuculuk yapan Naveh Dromi, “The Patriots” adlı televizyon programında retorik bir espri yaptı: “Masumlar yok,” dedi ve ekledi: Filistinlilerin 1948’de “Nakba’yı kendilerine getirdiklerini” ve “şimdi [eski İsrail Başbakanı David] Ben-Gurion’un işini tamamlayacak gerçek bir ikinci Nakba yaşayacaklarını” söyledi.
Kanal 11 muhabiri Roy Sharon ise, sosyal medyada “bir milyon ceset” ihtimalini açıkça haklı gösterdi: “Bir milyon cesetten hedef olarak söz etmedim. Sadece şunu dedim: Eğer Hamas’ın, [Yahya] Sinwar ve [Mohammed] Deif dahil olmak üzere, askeri kapasitesini nihayet yok etmek için bir milyon ceset gerekiyorsa, o zaman bir milyon ceset olsun.”
Makor Rishon gazetesi yazarı Arnon Segal ise en ufak bir pişmanlık göstermeksizin bir harita yayımladı ve şöyle açıkladı: “Gazze’ye böyle geri döneceğiz: düşmanı yok etmek, Gazze Şeridi’ni kurtarmak ve orada Yahudi şehirleri kurmak için tam plan.”
Walla’ya verdiği bir röportajda, uzun süredir gazetecilik ve sunuculuk yapan Yaron London daha önceki açıklamalarını yineleyerek “Gazze yerle bir edilmelidir, masumlara zarar verme pahasına bile olsa” dedi. Ardından şunu ekledi: “Eğer yetkililer kasıtlı olarak hastanelerde ya da manastırlarda saklanıyorsa ve bu yüzden halk ile otoriteyi ayırt edemiyorsanız, başka seçeneğiniz yoktur ve çok daha az ‘vejetaryen’ olmalısınız… Bence biz çok ‘vejetaryen’ davrandık… Hamas’ın provokasyonlarının cezası çok daha sert olmalıydı. Ne yazık ki, bu ceza halkın da başına gelmek zorunda.”
Bazı İsrailli gazeteciler ise doğrudan Gazze’deki meslektaşlarına karşı kışkırtıcı açıklamalarda bulundu. Makor Rishon’un eski genel yayın yönetmeni Hagai Segal şöyle yazdı: “Gazze’deki tüm gazeteciler Hamas militanı ya da destekçisidir, kan iftiraları uydururlar… Belki Gazze’de PRESS yazılı yelek giyen ve içten içe Hamas’tan hoşlanmayan birkaç kişi vardır, ama onlar bile gazeteciler birliğinin korumasını hak etmiyor.”
i24 televizyonunun Arap işleri analisti Zvi Yehezkeli ise şunu söyledi: “İsrail gazetecileri ortadan kaldırmaya karar verdiyse, geç olması hiç olmamasından iyidir.”
Hukuki Emsaller
Bu tür açıklamalar, 1951 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’nin 3. maddesi uyarınca cezalandırılabilir bir eylem olan soykırıma doğrudan ve alenen kışkırtma kapsamına girebilir. Benzer şekilde, 1998 tarihli Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nün 25. maddesi, “başkalarını soykırıma doğrudan ve alenen kışkırtan” kişinin bireysel cezai sorumluluk taşıdığını öngörmektedir.
İsrailli gazetecileri ve diğer medya kuruluşlarını kışkırtma suçundan sorumlu tutan emsal kararlar mevcuttur. Nürnberg yargılamalarında, Alman yayıncı Julius Streicher, Der Stürmer gazetesinde Yahudileri yok etmeye kışkırtması nedeniyle 1946’da suçlu bulunmuştur.
Benzer biçimde, 2003 yılında Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi, üç medya yöneticisini soykırıma doğrudan ve alenen kışkırtma suçundan mahkûm etmiştir. Başyargıç, sanıklara hitaben, “ateşli silah, pala veya herhangi bir fiziksel silah kullanmadan, binlerce masum sivilin ölümüne neden oldunuz” demiş ve bu kişilerin yayınlarının ifade özgürlüğü hakkı kapsamında korunamayacağını vurgulamıştır.
İsrail’in Filistinli gazetecileri şiddete teşvik edenler olarak göstermeye yönelik çabalarına rağmen, Ruanda davasının da altını çizdiği üzere, büyük ve trajik bir ironi olarak, hatırı sayılır sayıda İsrailli gazetecinin tam da bu suçu işlemiş olmasıdır.
Bu nedenle, Cenevre Sözleşmeleri ile Soykırım Sözleşmesi’ne taraf olan her ülkenin, kışkırtıcı söylemleri kullanan tüm gazeteciler ve medya yöneticilerinin hesap vermesini sağlamak üzere harekete geçme zamanı gelmiştir — bu kişiler yurt dışına çıktıklarında tutuklanmalı ve evrensel yargı yetkisine sahip ulusal mahkemelerde yargılanmalıdır.
Bunun yerine, İsrail’in suçlarına tanıklık edenlerin güvenilirliğini zayıflatan çok sayıda medya kuruluşu gördük; hatta zaman zaman gazeteciliğin, soykırımı ve insanlığa karşı suçları kolaylaştıran bir araca dönüşmesini teşvik ettikleri bile oldu.
* Neve Gordon, Londra Queen Mary Üniversitesi’nde insan hakları hukuku profesörü ve Britanya Sosyal Bilimler Akademisi üyesidir.
** Muna Haddad, Filistinli bir insan hakları avukatı ve Londra Queen Mary Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktora adayıdır.
Kaynak: https://jacobin.com/2025/11/israel-killing-journalists-incitement-palestinians
