İsrail-İran Savaşı Nasıl Bitecek?

İran ile İsrail arasında tırmanan çatışma, Türkiye açısından çok katmanlı ve birbirine bağlı risk alanlarını gündeme getirmektedir. Enerji arz güvenliği bağlamında, İran merkezli bir krizin petrol ve doğalgaz akışında kesintilere neden olma ihtimali, Türkiye’nin henüz dışa bağımlı enerji yapısını daha da kırılgan hale getirebilir. Bu durum, hem enerji maliyetleri hem de makroekonomik istikrar açısından olumsuz yansımalar doğurabilir. Güvenlik açısından, ABD’nın İran ile doğrudan çatışmaya dahil olması, Suriye ve Irak gibi kırılgan komşu bölgelerdeki mevcut istikrarsızlıkları derinleştirebilir ve bu gelişme Türkiye’nin sınır güvenliği, göç yönetimi ve iç güvenlik stratejileri üzerinde doğrudan baskı oluşturabilir.
Haziran 19, 2025
image_print

ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarına izin vererek Tahran’ın müzakere masasındaki konumunu zayıflatmayı hedeflediği; dolayısıyla savaşı bir tür diplomasi aracı olarak kullandığı söylenebilir. Bu süreçte İran’ın bir çıkış yolu aradığı ve Trump’ın verdiği sinyalleri dikkatle takip ettiği gözlemlenmektedir. Nitekim Trump’ın, İran’ın Devrim Rehberi Ali Hamaney’i hedef alan bir saldırı kararını veto etmesi, ABD’nin “iyi polis” rolünü üstlenerek Tahran’ın müzakere sürecine geri dönmesini amaçlayan bir siyasi zemin oluşturma çabası olarak değerlendirilmektedir. Ancak Washington’daki bazı güvenlik ve dış politika çevrelerinde, Trump’ın diplomatik çözüm arayışından uzaklaşarak, doğrudan askeri operasyon yoluyla İran’ın nükleer kapasitesini tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflediği yönünde yorumlar yapılmaktadır. Bu senaryoya göre Trump, dış politikada kararlı ve saldırgan bir liderlik profili çizerek hem iç kamuoyuna hem de uluslararası alana güçlü bir mesaj vermeyi amaçlamaktadır. Özellikle İsrail’in artan saldırganlığıyla uyumlu bu yaklaşım, bölgesel çatışmanın genişlemesi ve daha karmaşık bir kriz hâline dönüşmesi riskini de beraberinde getirmektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında, taraflar arasında diplomatik potansiyelin tamamen ortadan kalkmadığı görülse de, henüz etkin ve yapıcı bir müzakere sürecine geçilemediği açıktır.

Stratejik Hedefler ve Askeri Kapasite

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı askeri operasyonu, bölgesel rakiplerini zayıflatma ya da etkisizleştirme stratejisinin son halkası olarak değerlendirilmektedir. Bu stratejik yönelim, özellikle Ekim 2023’te gerçekleşen Hamas saldırısının ardından ivme kazanmış ve Filistin halkını siyasi bir aktör olarak tamamen devre dışı bırakmayı hedefleyen soykırımcı bir müdahale süreciyle pekişmiştir. İsrail, Lübnan’da Hizbullah liderliğini hava saldırıları, elektronik cihazlar aracılığıyla gerçekleştirilen suikastlar ve çeşitli asimetrik yöntemlerle hedef almış; Yemen’de Husilere yönelik saldırılar düzenlemiş; Suriye’de ise Esad rejimi sonrası oluşan güç boşluğundan faydalanarak silah depolarını imha etmeye ve İran yanlısı grupların etkisini sınırlamaya çalışmıştır. İran’a yönelik son saldırıların ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısını sekteye uğratmakla sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır.

İsrail açısından, İran’ın ABD tarafından Ortadoğu’nun meşru bir aktörü olarak tanındığı, Washington ile doğrudan diplomatik ilişkiler kurduğu ve bu sayede ekonomik ve siyasi baskılardan kurtularak bölgesel konumunu pekiştirdiği bir senaryo, stratejik düzeyde ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, nükleer bir anlaşma İran’ın nükleer programını sınırlasa bile, İsrail açısından “İran sorununun” çözülmüş sayılması mümkün değildir. Bu noktada, Tel Aviv’in bakış açısının Trump yönetiminin İran’a yaklaşımından ayrıştığı görülmektedir. Zira Washington için temel sorun İran’ın nükleer faaliyetleri iken, İsrail açısından öncelik yalnızca nükleer programıyla sınırlı değildir. İsrail, İran’ın bölgesel etkisinin, kapasitesinin ve nüfuz alanlarının da kontrol altında tutulmasını hedeflemektedir. İsrail karar alıcıları için ideal senaryo, demokratik düzene geçişli bir rejim değişikliğinden ziyade, İran’ın istikrarsızlaştırılması, zayıflatılması ve mümkünse parçalanmasıdır. Ancak bu anlamda İsrail’in, ABD’nin çizdiği stratejik çerçevenin dışına çıkması da kolay görülmemektedir. Dolayısıyla, İran’a yönelik daha ileri düzeydeki adımların ancak ABD ile koordineli olarak atılabileceği varsayılabilir.

Sahadaki gelişmeler bağlamında, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının, ülkenin hava savunma sistemlerinin önemli bir bölümünü devre dışı bıraktığı ve füze fırlatma kapasitesini zayıflattığı bildirilmektedir. İsrail’in, İran hava sahasında operasyonel serbestliğe sahip olduğu ve bu kapsamda şehirleri, sivil altyapı unsurlarını, yerleşim alanlarını ve belirli hedef kişileri doğrudan hedef alabildiği gözlemlenmektedir. Söz konusu operasyonlar iki ana eksende yoğunlaşmıştır: İlki, nükleer tesislerin doğrudan hedef alınması; ikincisi ise İran’ın savaş planlama ve yürütme kapasitesini sekteye uğratmak amacıyla güvenlik ve askerî yapının lider kadrolarına yöneltilen saldırılardır. Bu çerçevede, üst düzey generallerin yanı sıra Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) önemli komutanlarının, Genelkurmay Başkanı’nın ve DMO istihbarat şefinin etkisiz hale getirilmesi, İsrail açısından operasyonel başarı olarak değerlendirilmektedir. Ancak İran’ın, kısa sürede toparlanarak İsrail’e yönelik füze saldırıları düzenleme kapasitesine sahip olması nedeniyle bu saldırıların yaratacağı hasarın sınırlı kalabileceği belirtilmektedir. Nükleer cephede, İsrail’in Natanz’daki önemli bir tesisi hedef aldığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (UAEA) göre yer altındaki santrifüj kademelerinin ciddi ölçüde zarar görüp görmediği henüz netlik kazanmamıştır. Bu konuda kesin bir sonuca varılabilmesi için sahada yapılacak incelemeler ve ek kanıtlara ihtiyaç duyulmaktadır. Asıl kaygı kaynağı ise, dağın derinliklerine inşa edilmiş Fordo nükleer tesisidir. Bu tesise yönelik etkili bir müdahalenin, İsrail’in tek başına yürütebileceği bir operasyonla mümkün olmayacağı, ABD desteğinin gerekeceği öngörülmektedir. Yoğun bombardımana rağmen, İran’ın nükleer programını yeniden inşa etme kapasitesinin ne ölçüde zarar gördüğü belirsizliğini korumaktadır.

İsrail ve İran’ın İç Dinamikleri

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, yolsuzluk suçlamaları, parlamentoyu feshetme girişimi ve Gazze’ye yönelik süregelen saldırılar nedeniyle iç ve dış kamuoyunun yoğun baskısı altındadır. Bu çerçevede, hem İsrail’de hem de İran’da iç siyasi dinamiklerin mevcut çatışma sürecinin seyrinde belirleyici bir rol oynadığı gözlemlenmektedir. İsrail kamuoyunda artan eleştirilere rağmen Netanyahu’nun, uzun süredir İran tehdidini kendi siyasi meşruiyetini pekiştirmek amacıyla kullandığı ve olası bir askerî başarıyı bu stratejik çerçevede değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Öte yandan, İran’da rejime yönelik toplumsal hoşnutsuzluk giderek derinleşmektedir. Uzun süredir devam eden siyasi baskılar, ağır ekonomik yaptırımlar ve uluslararası izolasyon, İran halkı üzerinde ciddi bir yıpratıcı etki yaratmıştır. Toplumun geniş kesimlerinin, dış dünya ile daha normal ilişkiler kurabilen bir devlet yapısını arzuladığı; ancak bu arzunun ne Amerika ne de İsrail yanlısı bir pozisyonu temsil etmediği sıklıkla vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, her iki ülkedeki iç gerilimlerin çatışmanın dinamiklerini şekillendiren önemli faktörler arasında yer aldığı değerlendirilmektedir.

Netanyahu’nun zaman zaman doğrudan İran halkına hitap eden söylemleri, rejimi içeriden zayıflatma ve potansiyel bir halk ayaklanmasını teşvik etme amacı taşıyor gibi görünse de, dış müdahaleye karşı toplumsal refleks olarak gelişen “bayrak etrafında toplanma” eğilimi göz ardı edilmemelidir. İsrail’in, İran’daki mevcut rejimi devirmeyi hedeflediği yönündeki iddialar gündemdeki yerini korumaktadır. Ancak böylesi bir senaryonun gerçekleşmesi halinde, ülkeyi istikrarlı biçimde yönetecek organize bir demokratik yapı ya da liderliğin mevcut olmaması, olası geçiş sürecinin Libya, Irak veya Suriye örneklerinde olduğu gibi kaotik bir zemine evrilme ihtimalini güçlendirmektedir. Bu tür bir senaryonun İran kamuoyunda giderek daha fazla karşılık bulması, dış müdahaleye dayalı rejim değişikliği fikrine yönelik toplumsal direnci de artırabilir.

Bölgesel Güç Dinamikleri ve Türkiye

Bölgesel güç dengesi bağlamında bakıldığında, son yirmi yıllık süreçte Ortadoğu’da üç temel askeri kutup olarak Türkiye, İran ve İsrail’in ön plana çıktığı görülmektedir. Ancak mevcut gelişmeler, İsrail’in askeri anlamda bölgedeki üstünlüğünü pekiştirdiğine işaret etmektedir. Bu çerçevede, İsrail’in artık ABD desteğiyle bölgesel hegemon olarak konumlandığı ve Ortadoğu’da güç ilişkilerinin yeniden yapılandığı ileri sürülmektedir. İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi durumunda ise, bölgedeki tüm dengelerin değişeceği öngörülmektedir. İran ile İsrail arasında tırmanan çatışma, Türkiye açısından çok katmanlı ve birbirine bağlı risk alanlarını gündeme getirmektedir. Enerji arz güvenliği bağlamında, İran merkezli bir krizin petrol ve doğalgaz akışında kesintilere neden olma ihtimali, Türkiye’nin henüz dışa bağımlı enerji yapısını daha da kırılgan hale getirebilir. Bu durum, hem enerji maliyetleri hem de makroekonomik istikrar açısından olumsuz yansımalar doğurabilir. Güvenlik açısından, ABD’nın İran ile doğrudan çatışmaya dahil olması, Suriye ve Irak gibi kırılgan komşu bölgelerdeki mevcut istikrarsızlıkları derinleştirebilir ve bu gelişme Türkiye’nin sınır güvenliği, göç yönetimi ve iç güvenlik stratejileri üzerinde doğrudan baskı oluşturabilir. Ekonomik düzlemde ise, artan bölgesel belirsizlik, yatırım ortamını zayıflatma, dış ticaret akışını sekteye uğratma ve turizm gelirlerinde düşüşe yol açma potansiyeli taşımaktadır.

Jeopolitik açıdan bakıldığında ise ABD’nin İran’la doğrudan bir çatışmaya girmesi durumunda, ortaya çıkacak güvenlik ortamı Türkiye açısından bir “Kürt Sorunu”na dönüşebilir. Bu olasılık, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, olası bir “Kürt devleti” tartışmasının farklı bir boyut kazanmasına neden olabilir. İran’daki Kürt hareketleri, Kuzey Suriye’deki yapılar ya da Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nden destek alırsa, Türkiye bunu doğrudan ulusal bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılayabilir. Bu çerçevede, İran merkezli gelişmelerin önümüzdeki süreçte Türkiye’nin hem iç politik gündeminde hem de dış politikasında daha belirleyici bir yer tutması muhtemeldir

Ayrıca vurgulamak gerekir ki, Körfez ülkelerinin (Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan), mevcut gerilimi öncelikli olarak bir tehdit unsuru olarak değerlendirdikleri görülmektedir. İran ile ABD arasında yaşanabilecek olası bir çatışma ya da daha geniş çaplı bir bölgesel savaşın, doğrudan ekonomik çıkarlarına zarar vereceği yönündeki endişeler öne çıkmaktadır. Bu ülkelerin İran’a coğrafi yakınlıkları, İsrail’e kıyasla daha fazla güvenlik riskiyle karşı karşıya kalmalarına neden olmaktadır. Bununla birlikte, muhtemel bir İran istikrarsızlığının sadece güvenlik alanında değil, Körfez ülkelerinin stratejik öncelikleri arasında yer alan ileri teknoloji yatırımları ve uzun vadeli kalkınma planları üzerinde de olumsuz etkiler yaratabileceği değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Körfez ülkeleriyle güçlü ekonomik ilişkileri olan Türkiye’nin bunlardan etkilenmemesi mümkün değildir.

Doç. Dr. İsmail Sarı

Doç. Dr. İsmail Sarı
2001 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu ve aynı üniversiteden tarih ve uluslararası ilişkiler alanlarında yüksek lisans derecesini aldı. 2016 yılında tamamladığı doktora teziyle uluslararası ilişkiler alanında en iyi doktora tez ödülünü alan Doç. Dr. Sarı, 2018-2019 yılları arasında TÜBİTAK bursuyla Columbia Üniversitesinde post-doktora araştırmacısı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ça- lışmalarını sürdürdüğü dönemde Missouri State Üniversitesinde ise misafir öğretim üyesi olarak bu- lunmuştur Çalışmalarında İran dış politikası, Amerikan dış politikası, modern dönem Şii sekülerleşme süreci, İran’da rejimle muhalefetin entelektüel kökenleri ve güncel İran ve ABD siyasetine yoğunlaşan Doç. Dr. Sarı, iyi derecede İngilizce ve Farsça bilmektedir. Şu an Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA