İran Halkının Özgürleşmek İçin Bombalara İhtiyacı Yok

Temmuz 8, 2025
image_print

Birkaç gün önce, Brüksel siyasetini şekillendiren çevrelere hitap eden tanınmış bir Avrupa medya organı, beni adeta donduran bir köşe yazısı yayımladı. Yazının yazarı, İsrail’in İran’a yönelik son saldırılarının şimdi ABD tarafından da desteklenmekte olan bu saldırıların Avrupa Birliği için jeopolitik bir fırsat sunduğunu öne sürüyordu: Batı medeniyetini kurtarabilecek ve Tahran’da bir rejim değişikliğine yol açabilecek güçlerle saf tutmak. Bu yaklaşım, birçok başka analizde de dile getirildiği üzere, yalnızca Batı’nın stratejik çıkarlarına değil, aynı zamanda İran halkının özgürlük özlemlerine de hizmet edecekti.

Ancak bu türden akıl yürütmeler marjinal olmaktan ziyade, uluslararası ilişkilerin tekrar eden bir gramerinin parçasıdır: Halkların kendi kaderini tayin hakkını güç stratejilerinin bir bileşkenine indirgemek ve dış şiddeti içsel özgürleşmenin zorunlu bir katalizörü olarak sunmak. Oysa İran bağlamında bu anlatı sadece temelden hatalı değil, aynı zamanda aşağılayıcıdır. Zira İran toplumunun kayda değer bir kesimi, son yıllarda kararlılıkla gösterdi ki: Direnme kapasitesi, özgürlük arzusu ve her şeyden önemlisi, çıkarları gerektirdiğinde otoriter rejimleri destekleyen aynı aktörlerce araçsallaştırılmayı reddetme iradesi son derece güçlüdür.

Sessizlik, ikiyüzlülük ve şiddet: “özgürleştirme” söyleminin öteki yüzü

Birkaç gün önce, ismini açık etmeyeceğim tanınmış bir İranlı’yı ülkedeki insanların yaşadıklarını anlatırken dinledim. Anlattıkları hem berraklığı hem de taşıdığı hüzünle unutulmazdı. Kendilerini giderek daha çok tavşan deliğinden düşen Alice gibi hissettiklerini söylüyordu: Ölüm tehdidinin sürekli kol gezdiği ve dijital bir sisin olup biteni kavramayı imkânsız kıldığı tersine çevrilmiş, absürt bir dünyada kapana kısılmışlardı. İnternet kesintilerinden, her yeni saldırıyla ne olabileceğine dair duyulan korkudan, tümüyle yalıtılmış hissetmekten söz ediyordu. Ve hepsinden çok da hem şimdiki hem olası yıkımdan. Çünkü aynanın öteki tarafında yalnızca enkaz ve cesetler vardı. Ne bir “rejim değişikliği”, ne de bir “kurtuluş” söz konusuydu.

Bu tür tanıklıklar, jeopolitiği satrançla eşitleyen insanlıktan arındırıcı anlatıları kökten sarsar. Kişinin bizzat yaşadığı dehşeti meşrulaştıracak hiçbir “şık” strateji olamaz. Yine de bu şiddet yeni değil. Yıllarca “yaptırımlar” adı altında uygulanan ve teknokratik bir dille meşrulaştırılan kolektif bir cezalandırma sürecinin devamıdır. Savunucularına göre rejimin aygıtını hedef alması gereken bu yaptırımlar, gerçekte milyonlarca insanın ilaca, temel teknolojiye, eğitime ya da ticarete erişimini yerle bir etti. Kaç kez “başka seçenek yoktu” dendiğini duyduk? Kaç kez bütün bir toplumun günlük acısı, onlara iyilik yapıldığı yanılgısıyla yok sayıldı?

Buna bir de söylemsel terk edilmişlik biçimindeki bir başka şiddet türü ekleniyor. 2022’de Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketi İran sokaklarını doldurduğunda, Avrupalı elitlerin ve kurumsal uluslararası feminizmin bir bölümü İranlı kadınlarla dayanışma ilan etmekte acele etmişti. Oysa İsrail’in İran topraklarına saldırıları başladığında, bu coşku şaşırtıcı bir hızla buharlaştı. O dönem sesini yükseltenlerin çoğu, şimdi kulakları sağır eden bir sessizliğe gömüldü. O kadınlar, yabancı bombalarla öldürüldüklerinde artık dikkat çekmeye değer değil mi? Onları savunduğunu söyleyenler şimdi nerede?

Feminist ve demokratik mücadelelerin Batı dışı bağlamlarda emperyalist gündemleri meşrulaştırmak için araçsallaştırılması, çağdaş siyasi ikiyüzlülüğün en sinsi biçimlerinden biridir. Gerçek özgürleşme süreçlerini desteklemek yerine, bu mücadeleler daha fazla şiddet, daha fazla denetim, daha fazla acı dayatmak için bahane olarak kullanılır. Bu arada o topraklarda yaşayan insanlar, anlatıya uygun düştükleri ölçüde “iyi” ya da “kötü” sayılan iradesiz varlıklar olarak görülmeye devam edilir.

Özgürlük Vaadi Olarak Emperyalist Şiddet

Askerî müdahalenin ya da dış kaynaklı istikrarsızlaştırmanın demokrasiyi teşvik etmenin meşru hatta arzu edilir yolları olarak sunulması ilk kez karşılaştığımız bir durum değil. Irak’tan Libya’ya kadar bu politikaların yıkıcı sonuçlarına tanıklık ettik: On binlerce can kaybı, toprak bütünlüğünün parçalanması, kurumsal çöküş ve “özgürlük” bayrağı altında yıkım saçanlara karşı derin bir öfke mirası. İsrail ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin havadan yürüttüğü şiddetin demokratik bir İran’a zemin hazırlayabileceğini ileri sürmek, yalnızca bu tarihsel dersleri göz ardı etmekle kalmaz; aynı zamanda İran bağlamının özgünlüğünü kasten siler.

Oysa bu bağlam, halkın asla unutmadığı bir dış müdahale tarihinin izlerini taşır. 1953 yılında, demokratik yolla seçilmiş ve petrolü millileştirmekte kararlı Başbakan Muhammed Musaddık’ı devirmek için Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından düzenlenen darbeden, milyonların gündelik yaşamını altüst eden ekonomik yaptırımlara kadar İran halkının kolektif hafızası, Batılı vaatlere karşı köklü bir kuşkuculukla şekillenmiştir. Üstelik bu kuşkuculuk, bugün bombaları atanların aynı zamanda İsrail ile askerî, teknolojik ve diplomatik ittifaklarını sürdüren aktörler olması nedeniyle daha da derinleşmektedir; zira söz konusu İsrail, Gazze’de bir soykırımı Avrupa toplumlarının öfkeyle bakan gözleri önünde sürdürmektedir.

Kurtarıcılara İhtiyacı Olmayan Bir Halk

Dış müdahaleyle rejim değişikliği tezini savunanlar genellikle hedeflerinin halk değil, iktidar elitleri olduğunu iddia ederler. Ancak bu, araçlar bombalamalar, siber saldırılar ya da temel ihtiyaçlara erişimi felç eden, sivil altyapıyı yok eden, iç gerilimleri körükleyen yaptırımlar olduğunda tamamen yanıltıcı bir ayrımdır. Dahası, bu bakış açısı, İran toplumunun son yıllarda açıkça ortaya koyduğu en kıymetli gerçeği görmezden gelir: Kendi politik eylemini kendisinin ortaya koyma kapasitesini.

Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından kadınların öncülüğünde gelişen kitlesel seferberlikler, sadece anlık bir öfke patlaması değildi. Bu, baskıya karşı yükselen devasa bir bıkkınlık haykırısı olduğu kadar, kolektif bir onur beyanıydı. Tüm vahşi bastırmalara rağmen, on binlerce kişi öyle bir siyasal açıklıkla sokaklara döküldü ki, bu durum hem rejimi hem de Batılı gözlemcileri afallattı. Talepleri, Batı’nın onları özgürleştirmesi değildi. Talepleri, Batı’nın müdahale etmemesiydi. Baskı mekanizmalarıyla ticaret yapmamasıydı. İnsan hakları nutukları atarken, cellatlarını ekonomik anlaşmalar ve jeopolitik yakınlaşmalarla meşrulaştırmamasıydı.

Ve hepsinden önemlisi, gösterdiler ki İran’daki dönüşüm arzusu, uluslararası analizlerin hâlâ çoğunda egemen olan ikili şemaya indirgenemez: yani toplumu, bir yanda İslamcı otoriterlik, diğer yanda sözde bir Batılılaşma arzusu arasında sıkışmış görmek. İran’da söz konusu olan ne monarşiye nostaljik bir dönüş, ne de liberal demokrasilere eleştirel olmayan bir bağlılıktır. Söz konusu olan, bedeni, cinsiyeti, sesi, arzuyu devlet kontrolünden kurtaracak yaşam biçimlerine yönelmiş bir iradedir. Ve bu irade, dışarıdan empoze edilemez. Ne füzeyle, ne gizli operasyonlarla, ne de uzak ofislerde tasarlanmış rejim değişikliği senaryolarıyla.

Itxaso Domínguez

Alternativas Vakfı’nda Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü ve Madrid III. Carlos Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA