Gelir dağılımında gerek dünyada gerek ülkemizde giderek artan eşitsizlik mevzuu, vicdan sahibi olan kimsenin kayıtsız kalamayacağı türden. Ama kabul etmek gerekir ki, toplumsal boyutu vicdan sızlatıcı nitelikte olsa da konunun hayli teknik ve sağlam ekonomi bilgisi gerektiren bir yanı da var. Mesela bir ekonomist (Metin Ercan) şunları yazıyor: “Gelir dağılımındaki adaletsizliğin artmasına dair en önemli neden olarak uluslararası ticaret ve yabancı doğrudan yatırımların hız kazanması gösteriliyor. Kâr ve verimlilik dürtüsüyle gerçekleşen ticaret ve sermaye hareketleri daha çok teknoloji yoğun alanlara kayıyor ve bu alanlardaki kalifiye işgücüne olan talep artıyor… Böylelikle talebin arzı aştığı kalifiye işgücünün ücretleri, arzın talebi aştığı kalifiye işgücünün ücretlerine göre katlanarak artıyor. OECD çalışması, işgücü piyasasına yönelik regülasyonların serbestleşmesi ve asgari ücretlerin ortalama ücret seviyesine göre aşağıya gelmesini ise diğer önemli bir neden olarak sıralıyor.” Bunlar, üzerine uzun zaman mesai harcayıp bilgi sahibi olmadan benim kalem oynatabileceğim başlıklar değil.
Böylesine kanayan bir yara hakkında hiç mi söyleyecek sözünüz olmayacak demeyin. Olacak elbette… İnanç ile sistem ilişkileri hakkında, yaşadığımız sistem ile zihnimizdeki ve psikolojimizdeki sistem etkileşimi hakkında, anlam ve yorum konularında bize de söz düşüyor. İnancımızın cam bir fanusta bulunmadığını yaşantılarımızdan etkileneceğini; yaşadığımız zamanların, dün cahiliyenin, monarşinin ve feodalizmin, şimdi de modernliğin ve kapitalizmin eleştirisi üzerine yükselmeyecek bir inancın akidevi olarak zedelenebileceğini söylemek isterim. Zedelenir çünkü nasıl bir zamanda yaşadığınızı değerlendirmez, ona göre tavır almazsanız bir süre sonra yaşadığınız zamanının düsturlarını inancınızın akideleri sanmaya, anlam ağınızı ona göre oluşturmaya, yorumlarınızı bu çerçeveden yapmaya başlarsınız da haberiniz bile olmaz. Dünya hayatı zordur, inancınızın akidelerini yaşantıya aktarabilmeniz her devirde müşküldür. Uyanıklığı elden bırakmamak, her daim sağlam kalmaya çabalamak gerekir.
Süleyman S. Öğün Hoca, “Perhiz, kanaatkarlık ve bolluk” adlı eski bir yazısında, kapitalizm şartlarında kanaatkâr kalabilmenin ne kadar zor olduğunun altını çiziyordu: “Yatırım ile yeniden bölüşüm arasındaki dengesizlik, başından bugüne, kapitalizmin baş çelişkisini oluşturur ve karşımıza arz-talep dengesizliği olarak gelir. Kapitalizm bu çelişkiyi üç temel siyâset üzerinden çözmeye çalıştı. İlki ve en vahşi yol savaş, diğeri kontrollü bir yeniden bölüşüm ve en son olarak da borçlandırma. Tüketim veyâ kredi kapitalizmi diye bildiğimiz bu sonuncu yoldur. Üçüncü yolun hüküm sürebilmesi için kaynağını dinlerde bulan ‘kanaatkârlık’ düşüncesi ezilmeliydi. ‘Tüketim hakkı’ denilen tuhaf bir ‘hak’ icâd edildi. Eksik veyâ kısır yeniden bölüşümden pay alamamış, insanlık kitlelerine refah vaad edildi. Bu vaad, yeniden bölüşüm dışlanarak fırsatçılık, kolaycılık ve yüzeyselleştirmeyle eşlendirildi. Herkes gemisini kurtaran kaptan olacaktı. Tabiî ki bu bir yanılsamaydı. Netice, kazananlarla kaybedenler arasındaki uçurumun büyümesinden başka bir şey olmadı. Değer kaybı da işin cabası. Dramatik olan da zâten bu. Husûsen de dinler bundan nasibini aldı… Tüketim, perhiz ile bolluk arasındaki genel dengeyi kuran kanâatkârlık, mazbutluk gibi değerleri devre dışı bıraktı. Bizleri yeniden pagan savrulmalara dâvet etti…”
Kapitalizm ve tüketim toplumuyla baş edebilmek
Ben başladığım konuşmayı tam da buradan, “savrulmayın!” diyerek sürdürebilirim. Dünya hayatı, bizatihi imtihan… Hayatın farklı kültürlerde farklı üretim ilişkileri ağı içinde ortaya çıkardığı farklı sosyoekonomik ve siyasi yapılar, düzenler var. İnancın, inançlı insanın, bu düzenler karşısında yapabileceği, onları olabildiğince adalete yaklaştırmak, eleştiri, öz-eleştiri ve akidevi duruştur. İsrafa, ribaya, açgözlülük ve tamahkarlığa, gösterişe ve kibre, amaçsız mal yığmaya, cimriliğe ve en çok da zulme karşı durmaktır. Emin, adil ve kanaatkâr, ahde vefa gösteren, tabiat emanetine sahip çıkan, kamu ve insanlık yararını önde tutan bir insan olmaktır.
Dünyanın mevcut ekonomik sisteminde hayatta kalmaya çalışmak mühim. Gelir dağılımındaki adaletsizlikleri yenmek için yerli ve milli politikalar geliştirmek çok mühim. Böyle bir dünyada akidevi bir direniş göstermek ise vazgeçilmez…
Evet, kapitalizmin ekonomik ve teknik dilinden kendimizi bir an için izole edip düşündüğümüzde çözüm için üzerine yoğunlaşmamız gereken iki yer görünüyor: Tamahkarlığın, açgözlülükle sürekli haset ederek kişisel çıkar peşinde koşmanın, tefeciliğin ve faizciliğin, israfın ve istifçiliğin karşısına en iyi biçimde dinimizde bulunan ahlaki erdemlerle karşı çıkmak; bir. Devletin ekonomide adilane bir biçimde düzeni sağlamaya, sadece bir avuç insanın değil halkın zenginleşmesi için çaba göstermesini temin etmek; iki. Elbette bunları söylerken kapitalizmle baş edebilmenin ne kadar zor olduğunu, siz ne söylerseniz söyleyin tamahkarlık yılanının gelip sizi yine ısırmayı becerebileceğini de belirtmek gerekiyor.
Kapitalizmle ve tüketim toplumuyla baş edebilmenin bir de daha naif bir yolu var; dikkatimizi sanata, sanatçılara vermek, özellikle şairlere ve hikâye, roman yazarlarına… (Aman ha dikkat! Resim de büyük, ressamlar da ama şımarık zenginler çok eskiden beri oraya el atmış, sanatı epey paraya tahvil etmiş durumda. Şimdilerde aynı cinayeti sinema üzerinden işleyip duruyorlar.) Niye içimizdeki tamahkarlığa, şımarık zenginin dünyamızı talan etmesine karşı sanatı kendimize kalkan yaparak mücadele etmekten bahsediyorum? Anlatayım.
Dostum, büyük şairimiz Ömer Erdem, “Çocukluk su dolu kova” başlıklı, şiir gibi yazısında şöyle bitiriyor: “Çocukluk insanın yetinme duygusunun en ağır bastığı dönemdir. Bir kova suya kanmayacak çocuk bulamazsınız. Çocuğa mutlu olmak için bir kova su yeter de büyükler denize doymaz…” Bizim kaç yazıdan beri anlatmak için kıvranıp durduğumuz şeyi, iki cümlede halledivermiş şairimiz. Ama kötü haber! Tüketim toplumu, bizi can evimizden, en güvenilir mayamızdan, fıtratımızdan vuruyor. Şimdiki çocuklar, tüketimin, israfın en birinci müşterisi yapıldılar. Tabii ki onlar günahsız. Yapanlar belli, tuzağa düşmüş ebeveyn, sen, ben, o…
Ağabeyim, büyük hikayecimiz Mustafa Kutlu’nun “Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi” adı altında bir kitabı var. Bir ruhiyatçı olarak ben, zaten karışık sosyo-ekonomik mevzuları anlayabildiğim ölçüde dile getirmeye çalışırken bazen farkına varmadan daha da karıştırmış olabilirim. Ama bir hikayeci olarak Mustafa abinin kavrayışı, kaynak suyu gibi arı duru. O benim için artık sadece büyük hikayeci değil büyük sadeleştirici. Hiç lafı uzatmıyor, “kanaat ekonomisi” deyip işi bitiriyor. Mustafa abi, hiç teoriye, yan yollara sapmıyor. Doğrudan doğruya ejderhayı alnı çatından vuruyor:
“Tüm insanlık ilerleme-kalkınma-zenginlik-refah ve konfor istiyor. Ama önceki yazılarda söyledik dünya gelirinin %90’ına nüfusun %10’u el koyuyor. Buna rağmen her ülke gelişme peşinde.
Daha çok yatırım, daha çok üretim, daha çok tüketim, daha çok Ar-ge, daha ince teknoloji, daha çok kâr, daha çok büyüme. Eee! Ne olacak yani? Bu bir çılgın koşu, bir çıkmaz sokak, bir serap. Tabiatı ve insanı daha ne kadar sömürebilirsiniz? Bu konuda düşünenler bir muhalefet cephesi oluşturamasalar da uyarı yapıyorlar. Ne ozon tabakasının delinmesi, ne buzulların erimesi, ne su kaynaklarının tükenmesi, ne sadece Irak ve Suriye’de milyonla insanın katledilmesi, ne fakir ülkelerde dakikada birkaç çocuğun ölmesi kimseyi sarsmıyor.
O halde bize düşen nedir?
Şudur: Bu ‘Tüketim Ekonomisi’ne karşı ‘Kanaat Ekonomisi’ni zihnen-fikren-ilmen oluşturup uygulamak.
‘Çılgın koşu’yu ancak bu anlayış durdurabilir.”
Kendisine “kanaat ekonomisi” hakkında soru soranları Mustafa Özel’e gönderiyor Mustafa abi ama onun da derdini romanlar üzerinden anlatabildiğini söylemeyi ihmal etmeden. Mustafa Özel’den şu satırları aktarıyor: “Kanaat ekonomisi Don Kişot’ça bir ifadedir. Don kişot son dört asrın en sempatik adalet nöbetçisidir. Dünya edebiyatının en ciddi ve en mahzun kahramanı. İlkeli yaşamak, daha doğrusu Kitab’a göre yaşamak istiyor. Yoz bir çağın suratına, ‘kitabi hakikatı’ haykırıyor. Komik gözükmesi bu yüzden! Kanaat ekonomisinin ön şartı, kanaatkâr toplumdur. Siz bana kanaat toplumunu gösterin, ben de size kanaat ekonomisini anlatayım!”
İşte böyle!… Sanatçılar sadeleştirdiğinde bu berbat, adaletsiz dünyadaki her şey böyle apaçık biçimde görünüveriyor. O yüzden ekonomiyi asla siyasetçilere, hele hele ekonomistlere hiç bırakmamalıyız. Biz ekonomiyi size bırakmayalım ama sen artık istifçiliği bırak ey mütref! Yedi sülaleni besleyebilecek mallarını hala artırmak için uğraşmaya, yaptıklarını dinen mubah göstermek için kırk dereden su getirmeye, zevk ve safahata biraz ara ver de şiir oku, hikâye oku. “İyi ama ben iş yerlerimde şu kadar kişi çalıştırıyorum” diye kofti havalar atma. Haydi bir Don Kişotluk yap, kalbini karartma!