Hristiyan Kutsal Yerleri ve Yahudi Devleti

Hristiyanlık ancak bir mucizeyle Filistin’deki Yahudi yönetimi altında –veya genel olarak Hristiyan karşıtı yönetimlerin hüküm sürdüğü yerlerde– hayatta kalabilir. Tarihsel olarak Filistin Kilisesi, dünya çapında Kilise’nin sağlığının bir göstergesi olmuştur. O, inancımızın mihenk taşıdır. Mesih ve havarilerinin yürüdüğü topraklarda yaşayan ve çalışan Hristiyanların dünyevî tanıklığı olmadan, Hristiyanlar “Hristiyan Siyonizmi” gibi bilimkurgu fantezalarının kurbanı hâline gelirler. Kutsal Topraklar, doğal olarak tarihsel gerçeklerin bilinmezliği üzerine inşa edilmiş Hristiyanlık karşıtı anlatıları çürüten, yaşayan bir tarihtir.
Eylül 12, 2025
image_print

(Filistin’in Kutsal Yerlerinin Güvenliği için Uluslararası Yuvarlak Masa Toplantısı’nda yapılan konuşma, İstanbul, 11 Eylül 2025)

İsrail kısa süre önce Gazze’deki iki eski ve saygıdeğer kiliseyi bombaladı: Aziz Porphyrios’un Yunan Ortodoks Kilisesi ve Katolik Kutsal Aile Kilisesi. Böylece, Hristiyanlığın beşiği olduğu için bu toprakların neden “Kutsal Topraklar” olarak adlandırıldığını bir kez daha hatırlamış olduk; burası, İsa Mesih’in doğduğu, yaşadığı, çarmıha gerildiği ve dirildiği topraklardır. Kilisenin kurulduğu, Mesih’in Boş Mezarının bulunduğu yer. Bu topraklar, sayısız Haçlı Seferi’nin yapıldığı; Avrupa şövalyeliğinin en seçkin temsilcilerinin, Müslüman savaşçılarla savaşırken ova ve tepelerinde can verdiği yerlerdir. Haçlı Seferleri’nin ardından geçen bin yıl boyunca, buradaki kiliseler, kutsal mekânlar ve kutsal emanetler Hristiyan hacılar için güvenli ve erişilebilir olmaya devam etti. Üstelik bunlar birer müze parçası değil: Her gün binlerce Hristiyan Filistinli, kiliselerde ibadet ediyor ve kutsal emanetlere saygı gösteriyor. Ancak Yahudi Devleti’nin ortaya çıkmasıyla birlikte işler değişmeye başladı.

Derin teolojiye girmeden özetleyelim: tarihsel olarak Yahudiler, Mesih’e ve Hristiyanlara karşı her zaman düşmanca olmuşlardır. Bunu Yeni Ahit’ten, Yahudilerin kutsal metni olan Talmud’dan ya da Kudüs’te Yahudilerin her gün Hristiyan hacıların yüzüne tükürdüğünü gösteren haberlerden öğrenebilirsiniz.

Rami Rozen, İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz’te yayımlanan uzun bir makalede Yahudi geleneğini şöyle ifade etti:[1] “Yahudiler bugün İsa’ya, Milattan sonra 4. yılda ya da Orta Çağ’da ne hissediyorlarsa onu hissediyorlar… Bu bir korku değil, nefrettir ve küçümsemedir. Yüzyıllar boyunca Yahudiler, İsa’ya duydukları nefreti Hristiyanlardan gizlediler ve bu gelenek bugün de devam ediyor.”

“O [İsa Mesih] iğrenç ve tiksindirici biri,” diye araya girdi önemli bir modern Yahudi din düşünürü. Rozen şu yanıtı verdi: “Bu tiksinti, dindar Yahudilerden genel İsrail halkına geçti.”

Noel arifesinde, Kudüs’te yayımlanan yerel gazete Kol Ha-Ir’da[2] yer alan bir habere göre, Hasidler geleneksel olarak kutsal kitapları okumazlar; çünkü bu, İsa’yı ebedi cezadan kurtarabilir (Talmud, İsa’nın cehennemde kaynadığını öğretir).[3] Bu gelenek kaybolmak üzereydi, ancak ateşli milliyetçiler olan Chabad Hasidleri onu yeniden canlandırdı. Hâlâ yaşlı Yahudilerin bir kilisenin önünden geçerken tükürdüklerini ve bir Hristiyan mezarlığının önünden geçerken ölüleri lanetlediklerini hatırlıyorum. Geçen yıl Kudüs’te bir Yahudi bu geleneği yeniden canlandırmaya karar verdi. Şehir caddesinde alayla taşınan bir Kutsal Haç’a tükürdü. Polis onu doğacak sorunlardan kurtardı, ancak mahkeme, dini görevini yerine getirdiğini iddia etmesine rağmen ona 50 dolar para cezası verdi.

Birkaç yıl önce, İsrail’in en büyük tabloid gazetesi Yedioth Aharonoth, Orta Çağ’da derlenmiş Yahudi karşı-İncili Toledoth Eshu’yu kütüphanesinde yeniden yayımladı. Bu, son zamanlarda yapılan üçüncü yeniden baskıydı; biri bir gazetede yayımlanmıştı. İncil sevgi kitabıysa, Toledoth, Mesih’e yönelik nefretin kitabıdır. Kitabın kahramanı Yahuda’dır. İsa’yı, saflığını kirleterek yakalar. Toledoth’a göre Mesih’in doğumu günah içindeydi, İsa’nın mucizeleri sihirbazlıktı, dirilişi ise yalnızca bir aldatmacaydı.

İsa’nın Çilesi üzerine yazan, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Yahudi mistisizmi profesörü olan Joseph Dan şunları söyledi:

Modern Yahudi savunucuları –ki Kilise bunları tereddütle benimsedi– suçu Romalılara atmayı tercih etti. Ancak Orta Çağ’daki Yahudiler suçu başkasına atmak istemediler. İsa’nın öldürülmesi gerektiğini kanıtlamaya çalıştılar ve onu öldürdükleri için gurur duyuyorlardı. Yahudiler Mesih’ten ve Hristiyanlardan nefret ediyor ve onlardan tiksiniyorlardı.

Prof. Dan, İsa’nın Yahudi düşmanlarının onun idamına neden olduğuna şüpheyle bakılacak pek bir yer olmadığını da ekledi. Bugün bile İsrail’deki Yahudiler İsa’dan, ‘Yeshua’ yerine, “adı yok olsun” anlamına gelen aşağılayıcı ‘Yeshu’ kelimesiyle bahsederler. Benzer bir kelime oyunuyla, İncil’e de ‘Avon Gilaion’, yani ‘Günah Kitapçığı’ adı verilir. Bunlar, Hristiyan Siyonistlerin dostlarının Mesih’e duyduğu sevecen duygulardır.

Yahudi varoluşunun bir gerekçesi varsa, o da Mesih’le savaşmak ve Hristiyanlığı ortadan kaldırmaktı. Yahudilerin Filistin’i istemesinin sebebi de tam olarak budur; çünkü bu, Mesih’e karşı yürüttükleri savaşı kolaylaştırmaktadır. Yahudilerin Filistin’i tamamen ele geçirmesinden sonra Hristiyanlık hayatta kalabilecek mi, bunu söylemek zordur. Yahudi inancı, örneğin Budizm gibi sıradan bir inanç değildir. O, savaşçı bir doktrindir; bir anti-Hristiyanlıktır.

1920’lerde ve 1930’larda, Yahudi Sorunu’nu çözmek amacıyla Yahudilere pek çok yer teklif edildi: Arjantin, Kenya (o zamanlar Uganda olarak adlandırılıyordu), Dominik Cumhuriyeti, Sovyet Uzak Doğusu’ndaki Birobijan… Ancak onlar Filistin’de ısrar ettiler. Bu şaşırtıcı değil: Filistin, dünyanın merkezi, hepsinden önemli yerdir. İnsanlar yüzyıllar boyunca boşuna savaşmadı ve bu uğurda ölmedi. Jeopolitik kuramcı Mackinder’ın takipçileri, dünyanın eski kutsal yerlerini stratejik noktalar olarak değerlendiriyordu. İngiltere’nin bu en kıymetli varlığını Yahudilere teslim etmesi gerçekten şaşırtıcıdır. Ve Yahudiler, İlahi Varlığı aramızdan kovma çalışmalarına derhal başladılar.

Ama bir dakika, diyeceksiniz ki, Yahudiler de Tanrı’ya inanıyor! Evet, ama farklı bir Tanrı’ya. Yahudi olmayanlara – yani siz ve diğer gayrimüslimler – Yahudi tanrısına erişim yoktur. Ya sonsuza dek Tanrı’sız yaşamak zorundasınız, ya da Tanrı’nın aracısı olarak Yahudilere tapınmalısınız. İlginçtir ki, Tanrı’nın yeryüzündeki Varlığının ortadan kaldırılması Şeytan’ın da en büyük arzusudur. Bu nedenle Şeytan, Yahudilerin güçlü bir müttefiki hâline gelmiştir; onlara yeryüzündeki tüm güzel ve ruhani şeyleri yok etme konusunda yardım etmektedir.

İsrail, Yahudi devletidir, ama tek Yahudi devleti değildir: daha büyük bir Yahudi devleti vardır, o da ABD’dir. ABD yalnızca küçük kardeşinin güçlü destekçisi değildir. Günümüzde ABD yönetiminin idaresinde yüzde 80’e varan oranda Yahudi bulunmaktadır; ama bu çok uzun zaman önce başladı. Karl Marx ve Werner Sombart, ABD’nin Yahudiler olmadan bile bir Yahudi devleti olabileceğini yazmışlardır. (Daha doğrusu, Marx, Yahudiler olmadan Yahudi devleti olduğunu söylemiş, Sombart ise Yahudilerin en başından beri orada olduğunu söyleyerek onu düzeltmiştir.) ABD’de, Hristiyanlığın parodisi olan büyük sapkınlık “Hristiyan Siyonizmi” ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, ABD’de, eski Mısır’da, Japon mitolojisinde ve Yaratılış kitabında kutsal kabul edilen Erkek ve Kadın’ın birliği anlayışının parodisi olan eşcinsellik de gelişmiştir. Şeytan büyük bir alaycıdır!

Yahudiler, İslam ile çok daha rahattırlar: Büyük bilge Rambam’ın bir zamanlar hükmettiği gibi, bir Yahudi Müslümanlarla birlikte namaz kılabilir ve tarihsel olarak Yahudiler, vaftiz edilmeleri emredildiğinde Avrupa’dan Müslüman ülkelere kaçmışlardır. Şaşırtıcı bir şekilde, Yahudiler Hristiyanlardan nefret ettikleri ölçüde İslam’dan ve Müslümanlardan nefret etmezler.

Peki, Müslümanlar Hristiyanlık hakkında ne düşünür? Müslümanlar Mesih’i yüceltirler. O, “Tanrı’nın Sözü”, “Logos”, “Mesih”, “Hristiyan”, “Peygamber” olarak anılır ve İbrahim, Musa ve Muhammed ile birlikte Tanrı’nın Elçisi kabul edilir. Kur’an’ın birçok suresi Mesih’in hikâyesini, bakireden doğumunu ve Yahudiler tarafından uğradığı zulmü anlatır. Onun azize annesi hayranlık uyandırır ve Meryem’in Günahsız Doğumu, İslam’ın inanç esaslarından biridir. Mesih’in adı, Haram al-Şerif’in altın yapısını yüceltir. Müslüman inancına göre, İslam’ın kurucusu orada İsa ile buluşmuş ve birlikte dua etmişlerdir. Hadis, yani Müslüman geleneği, peygamberin ağzından şöyle der: “Mesih’e inanmanızı yasaklamıyoruz; tam tersine, size bunu emrediyoruz.” Müslümanlar, kendi peygamberleri Muhammed’i, İsa’nın gelişini önceden haber verdiği Yardımcı Parakletos (Yuhanna 14:16) ile özdeşleştirirler. İsa’nın hayatıyla ilgili mekânlara derin saygı gösterirler: Yükseliş yeri, Lazarus’un Mezarı ve Doğum Yeri, bir caminin bitişiğindedir ve Hristiyanlar tarafından rahatlıkla ziyaret edilebilir.

Müslümanlar (ve birçok Protestan) İsa’nın Tanrı olduğuna inanmasalar da, O’nun Mesih, Meshedilmiş Olan ve Cennet Sakinlerinden biri olduğunu ilan ederler. Bu dinî anlayış, Nesturiler ve diğer erken dönem kiliseleri tarafından bilinen, ancak ana akım Hristiyanlık tarafından reddedilen bir fikirdir; Tek Tanrı inancından kopamayan Yahudiler için kapıları aralamıştır. Bu nedenle yedinci yüzyılda birçok Filistinli Yahudi ve Hristiyan, İslam’ı kabul etmiş ve Filistinli Müslümanlar olmuştur. Köylerinde kalmışlardır; Polonya’ya ya da İngiltere’ye gitmemişlerdir; Yidiş öğrenmemiş, Talmud çalışmamışlardır; sürülerini gütmeye ve badem ağaçları dikmeye devam etmişlerdir. Topraklarına ve insanlık kardeşliği gibi büyük bir fikre sadık kalmışlardır.

Paradoksal olarak, günümüzde ABD’de –Yahudilere karşı manevi bir borcu bulunan bu ülkede– yeni bir terim ortaya atıldı: Yahudi-Hıristiyan değerleri, gelenekleri, inancı. Bu tam anlamıyla saçmalıktır; soğuk-sıcak gibi bir katakrezistir (anlamsal çelişki). Ve gerçekten de, bu kavram ABD’de Hristiyanları Yahudilere boyun eğdirme işlevi görürken, Filistin’de Hristiyan yaşamının tüm kalıntılarının yok edilmesine yol açmaktadır. Bethlehem’e bakalım: 1967’den önce burası ağırlıklı olarak Hristiyan bir şehirdi. Yahudiler Bethlehem’i ele geçirdiğinde, tıpkı Kral Hirodes gibi bir nüfus sayımı yaptılar ve evinde olmayan herkes kayıtlardan silindi. Yurt dışında okuyan öğrenciler, aile ziyaretine gelenler, savaş mültecileri… evde olmayan kim varsa listeden çıkarıldı. Bu ilk adımla Yahudiler, Hristiyan nüfusun üçte birini ortadan kaldırdı.

Ama ondan da önce, Yukarı Celile’deki güzel Hristiyan köyü Birim’i düşünün. Birim köyü elli yıldır ölü durumda. Ölümünde bile güzelliğini koruyor; tıpkı Millais’in pre-Raphaelite tablosunda nehirde yüzen Ophelia gibi. Savaş tarafından yıkıma uğramadı. Hristiyan sakinleri, 1948 savaşından çok sonra evlerinden çıkarıldı. “Güvenlik” gerekçesiyle bir ya da iki haftalığına ayrılmaları istendi. İsrailli askerlere itaat etmek dışında seçenekleri yoktu. Köyleri dinamitlendi, kiliseleri dikenli tellerle çevrildi. Halk İsrail Yüksek Mahkemesi’ne başvurdu, hükümete gitti, komisyonlar kuruldu, dilekçeler imzalandı. Hiçbiri işe yaramadı. O günden bu yana elli yıldır, yakın köylerde yaşıyorlar ve pazar günleri ibadet etmek üzere kiliselerine dönüyorlar. Arazileri Yahudi komşuları tarafından ele geçirildi, ama yine de ölülerini haç işareti altındaki kilise mezarlığına gömmeye devam ediyorlar.

İsrail ordusu gelene kadar, bu harap köy ve öksüz kalmış kilisesi, yüzyıllar boyunca Müslüman egemenliği altında Nebi Yosha’daki Müslüman komşuları ve yakınlardaki Safed’deki eski Sefarad Yahudi topluluğuyla barış içinde yaşayan Birim’in kırsal Hristiyanlarının yuvasıydı. Celile’nin bu Guernica’sı, “Yahudi-Hıristiyan” medeniyetinin “canavarca” İslam’a karşı olduğu yönündeki “Medeniyetler Çatışması” mitini çürütmektedir.

Bethlehem’e dönersek, Meryem Ana’nın güzel bir tasvirini görürüz. O, bir Meksikalı köylüye göründü ve çiçeklerle kaplı bu görüntü, çatışmayı durdurup Yerli Amerikalılar ile İspanyolları tek bir ulus olarak birleştirdi. Fatima’da Portekizli çocuklara bir mektup, Aziz Dominik’e ise bir tespih verdi. Maxim Rodinson’un aktardığına göre, Peygamber Muhammed Mekke’deki bir tapınakta bulunan ikonunu kurtarıp ona değer verdi. O, zengin Yahudi bankacı Alphonse Ratisbonne’a da göründü; Ratisbonne rahip oldu ve En Karim’de Zion Rahibeleri manastırını inşa etti. Elias Khoury, Bab Al-Shams adlı romanında, Lübnan’daki bir mülteci kampında yaşayan Filistinli bir Müslüman’ın, memleketi Celile’den getirdiği bu resmi koruduğunu anlatır. Suriyeli astronotlar, Sovyet uzay mekiğiyle uçmadan önce Seidnaya’daki tapınakta onun korumasını istediler.

Orta Çağ efsanelerinde Yahudiler genellikle Meryem Ana’nın düşmanları olarak algılanırdı. Talmud, ona en küfürlü ve düşmanca şekilde atıfta bulunur. Kudüs’teki Via Dolorosa’da yer alan bir sütun kalıntısı, Yahudilerin ona yönelik efsanevi bir saldırısını işaret eder. 592 yılında Antakya’da Yahudiler onun ikonunu tahrip ederken yakalanmışlardır. Bunlar eski anlatılar. Şimdi bazı yeni gerçekler: 6.10.23’ten (Yahudilerin referans almak istedikleri tarih ve olay) yirmi iki yıl önce, Bethlehem’de bir Yahudi, Meryem Ana’ya top atışı yaptı. ABD teknolojisiyle, ABD vergi mükelleflerinin parasıyla inşa edilen güçlü Merkava-3 tankında görev yapan bir Yahudi asker, Doğuş kasabasındaki Kutsal Aile Kilisesi’nin tepesinde yer alan Madonna heykeline elli metre mesafeden ateş etti. Meryem Ana bir kolunu kaybetti, güzel yüzü ise tahrip oldu. O, bu savaş patlamasında Yahudiler tarafından vurulan yüzlerce Filistinli kadından biri oldu. Bu gereksiz görünen vandalizm eylemi, kazara yapılmış bir atış olamazdı. O nazik figürün arkasına hiçbir terörist saklanmamıştı. Elli metre mesafeden hata yapamazsınız. Bu bir emir de olabilir, bir Yahudi fanatiğin duygularını anlık olarak dışa vurması da. Dünyamız tam gaz Orta Çağ karanlığına geri sarıyor ve İsrail, Yahudilerin Hristiyanlığa yönelik geleneksel düşmanlığını yeniden alevlendirirken, bizler Yahudi-Hıristiyan fantezisine kapılamayız.

Ayrıca, köyün koruyucu azizesi ve yerli bir kız olan Azize Barbara’nın güzel eski Bizans kilisesinden de bahsetmeliyim. Bu kilise, Safurie’deki Azize Anna ve Latrun’daki Emmaus ile birlikte, ibadet edenleri hâlâ kendine çeken o acı-tatlı, yarı yıkık mabetlerden biridir ve köyden bir mil uzaklıkta bir tepenin üzerinde durmaktadır. İngiltere’de olsaydı, adı muhtemelen Duvarları Olmayan Azize Barbara olurdu.

31 Mayıs 2002’de, İsrail ordusu, Kutsal Topraklar’daki Hristiyan geçmişin yaşayan kalıntısı olan Azize Barbara’yı havaya uçurdu. Yahudi dini yasası Şulhan Aruk’un bu gibi durumlar için öngördüğü duayı –“Ey Gururluların Cemaatlerini yok eden Rabbimiz, Sen mübareksin”– sapperların (istihkâm birliklerinin) okuyup okumadığını bilmiyorum. Bu yıkım, Bethlehem kuşatmasının ardından geldi; Katoliklerin Kutsal Cuma’sından Ortodoksların Paskalya Pazarı’na kadar, yani meşhur “kırk gün ve kırk gece” boyunca, Yahudiler Doğuş Kilisesi’ni kuşatma altında tuttu.

Sonuç olarak, Hristiyanlık ancak bir mucizeyle Filistin’deki Yahudi yönetimi altında –veya genel olarak Hristiyan karşıtı yönetimlerin hüküm sürdüğü yerlerde– hayatta kalabilir. Tarihsel olarak Filistin Kilisesi, dünya çapında Kilise’nin sağlığının bir göstergesi olmuştur. O, inancımızın mihenk taşıdır. Mesih ve havarilerinin yürüdüğü topraklarda yaşayan ve çalışan Hristiyanların dünyevî tanıklığı olmadan, Hristiyanlar “Hristiyan Siyonizmi” gibi bilimkurgu fantezalarının kurbanı hâline gelirler. Kutsal Topraklar, doğal olarak tarihsel gerçeklerin bilinmezliği üzerine inşa edilmiş Hristiyanlık karşıtı anlatıları çürüten, yaşayan bir tarihtir. O, Hristiyan âleminin son kalıntısıdır. Ve eğer o ölürse, Hristiyanlık da Yahudilerin başına musallat olan o köksüz ve sürgün tükenişle aynı sona mahkûm olur.

Bu çöküş sadece Gazze’de kalmaz: bir zamanlar Kilise’nin sevgili kızı olan Fransa’da –bugün bir Rothschild eski memuru olan Macron tarafından yönetilen ülkede– La Baconnière’de, Aziz Kornelyus ve Aziz Sipriyen Kilisesi yıkıldı: Auguste Allo’nun vitraylarını barındıran ve 1584 tarihli bir çana sahip olan bu 12. yüzyıl yapısı, restore edilmesi için gereken 7 milyon euro bulunamadığı gerekçesiyle güvensiz ilan edilerek yıkıldı. Ancak iyi bir haberle bitirmek gerekirse: geçen pazar günü Moskova, 1918’den bu yana ilk kez yüz binlerce kişinin katıldığı büyük bir Haç Yürüyüşü’ne (Crucession) tanıklık etti. Bu, bölgedeki hararetli Yahudi nüfusun İsrail’e taşınmasından kısa süre sonra gerçekleşti. Hristiyanlığın diriliş için hâlâ potansiyeli var.

Paul Bennett tarafından yayına hazırlanmıştır

 

Notlar:

[1] 28.1.94.

[2] 14.12.93.

[3] Gittin, 56b–57a.

Source: https://www.unz.com/ishamir/christian-holy-places-and-the-jewish-state/

SOSYAL MEDYA