Hindistan-Amerika İlişkilerinin Gerçeği

Amerikalılar üretim işlerinin Hindistan’a kaydığını gördüklerinde, Hindistan yanlısı politikaları savunmak gittikçe zorlaşıyor. Zira Hindistan, Çin kadar açık bir rakip olmasa da, teknik olarak bir müttefik de değil; dahası, dünyanın en büyük jeopolitik meselelerinde ABD ile aynı çizgide yer alma yönünde herhangi bir çıkarı da bulunmuyor.
Ağustos 3, 2025
image_print

Uzun vadede ciddi bir zarar olması pek olası değil, ancak kısa vadede işler pek iç açıcı görünmüyor.

Çarşamba günü, yalnızca 15 dakikalık bir zaman diliminde, Başkan Trump ABD’nin “dostu” Hindistan’a yüzde 25 gümrük vergisi uygulayacağını duyurdu ve aynı zamanda NASA ile ISRO, tarihteki ilk ortak Hint-Amerikan uzay operasyonu kapsamında bir radar sistemini uzaya fırlattı.

Bu olay, Hindistan ile Amerika arasında giderek daha karmaşık ve iç içe geçmiş hâle gelen dış politika ilişkisini mükemmel bir biçimde özetliyordu. Bir yanda, Güney Hindistan’dan fırlatılan devasa GSLV roketlerinin “türünün ilk örneği” olan NISAR uydusunu taşıdığına dair sosyal medya görüntüleri vardı. NASA’dan Karen St. Germain’e göre bu uydu, ABD’nin şimdiye kadar ürettiği “en gelişmiş radar sistemiydi.” Yapılan basın açıklamasında, “NISAR bilimi, karada ve buzda meydana gelen santimetre kadar küçük değişiklikleri her türlü hava koşulunda, hem karanlıkta hem de aydınlıkta inceleyebilen son teknoloji sayesinde Dünya sistemine dair anlayışımızı geliştirecek” denildi.

Bu gelişmeden yalnızca birkaç dakika sonra, Donald Trump bir açıklama yaparak Hindistan’ı Rusya’dan petrol satın almakla suçladı ve Hindistan ürünlerine yüzde 25 sabit gümrük vergisi uyguladığını, ayrıca İran ve Rusya ile olan ticaret, enerji ve askeri ekipman bağımlılığı nedeniyle belirsiz bazı yaptırımlar getirdiğini duyurdu. Görüşmeler hâlâ sürüyor, ancak tahmin edilebileceği üzere, Hindistan medyasından gelen tepkiler pek olumlu değildi.

Ortada bir Trump Doktrini yok; stratejik mantıksızlığı gerekçelendirmeye çalışmak beyhude bir çabadır. Bu yönetim giderek daha fazla içgüdüleriyle hareket ediyor. Bu içgüdülerin bazıları tutarlıdır; örneğin, Avrupa’daki yük paylaşımının yeniden dağıtılması buna bir örnektir. Ancak bu içgüdülerin politika düzeyinde uygulanışı çoğu zaman hayal kırıklığı yaratacak kadar yetersiz kalıyor. Ancak bu düşük beklenti standardına rağmen bile, yeni gümrük vergisi rejimini anlamak oldukça güç.

Hindistan’a yönelik tarifeler, özellikle Asya’ya yönelme ve Çin’e denge oluşturma arzusu göz önünde bulundurulduğunda, tuhaf bir politika gibi görünebilir. Trumpçuluğun (Trumpism) iki temel direğinin Çin ile büyük güç rekabeti ve üretim bağımsızlığı olduğunu düşünürsek — ve ABD, üretimi ülkeye geri getirmek için gerekli olan ucuz iş gücüne, uzmanlığa ya da endüstrilere sahip değilken — aynı anda Hindistan, Japonya, Güney Kore, Meksika ve Çin ile gümrük savaşı yürütmek mantığa aykırıdır.

Öte yandan, bu konu yüzeyin altında daha derin ve karmaşık bir sorunu barındırıyor. Hindistan, küresel düzeyde bir sorun hâline gelmeye başlıyor. Ve bunun bir kısmı Hindistan hükümetinin sorumluluğundadır.

Hindistan’ın dış politikası tarihsel olarak tutarlı olmuş ve dünyanın büyük güç merkezlerinden bağımsız bir çizgide ilerlemiştir. Bu kısmen Britanya emperyalizminin tarihsel mirasından kaynaklanır. Ancak o dönemde bile Hindistan, Soğuk Savaş sırasında tarafsız (eşit mesafeli) bir tutum sergilemiştir. Başlangıçta Britanya’dan maddi, askeri destek ve donanım almıştır. 1962’de Çin ile yaşanan savaş sırasında, Hindistan Başbakanı Jawaharlal Nehru, Başkan John F. Kennedy ile temasa geçmiş ve ABD’den bir miktar destek almıştır. Ancak sonrasında, Sovyetler’den esinlenen hatalı bir iç enerji ve ekonomi politikasının benimsenmesi ve Britanya ile Amerika’nın güçlü bir Pakistan’dan büyük beklentiler içinde olması nedeniyle Hindistan, Pakistan ile yaşanan savaşlar sırasında diplomatik destek sunmaya hazır olan Sovyet bloğuna yönelmiştir. 11 Eylül sonrasında ise ABD, Güney Asya’dan kaynaklanan İslamcı terörizme karşı Hindistan’ı bir denge unsuru olarak desteklemiş ve zamanla Çin’in yükselişine karşı da bir sigorta unsuru (dengeleyici güç) olarak görmeye başlamıştır.

Elbette bütün bu dengeler, Trump’ın patlamalarıyla birlikte yerle bir oldu. Hindistan’ın, Çin’e karşı bir cepheleşme konusunda ABD’yi ciddiye alması artık pek olası değil. Ancak aynı şekilde, Hindistan ile Çin’in doğal müttefikler olması da mümkün görünmüyor.

Hindistan her iki tarafla da oynamayı tercih ediyor: Rusya’dan petrol alıp bunu Avrupa’ya satıyor, aynı anda hem İran’la hem İsrail’le ittifak kuruyor, yaygın vize sahtekârlıklarına göz yumuyor ve aynı anda BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve QUAD’ın üyesi olabiliyor. Aşırı güçlü ve korumacı Hint tarım sektörü ile örgütlü işçi sınıfı, Hindistan’daki politika yapım süreci üzerinde adeta mengeneye benzer bir baskı kuruyor ve bu durum her türlü reforma büyük bir engel oluşturuyor. Eninde sonunda bu yaklaşımın faturası ödenecek.

Bir diğer toplumsal mesele ise, geçmişte Batı’ya göç eden Hintlilerle ilgili. Önceki kuşaklardan Batı’ya göç eden Hintliler, dünyadaki en yüksek düzeyde asimile olmuş topluluklardan biri olarak kabul ediliyordu. Hint kökenli Amerikalılar (ve Britanyalı Hintliler), tarihsel olarak üst sınıftan gelmekteydi ve yurtdışında en çok kazanan ve en yüksek eğitim düzeyine sahip topluluklar arasında yer alıyordu. Bu profil, örneğin Kanada veya Yeni Zelanda gibi ülkelere göç eden günümüzün işçi sınıfı Hintlilerinden oldukça farklıydı.

Ancak son yıllarda bu dengede bir değişim yaşandı. Modi sonrası dönemde Batı’ya göç eden Hintliler arasında, işçi sınıfına mensup bireylerin, küçük hesaplarını ve etnik şovenizmlerini beraberinde taşıdığı görülüyor. Bu kişiler, asimilasyon yerine kendi toplulukları içine kapanmayı, köri yemeklerine ve Bollywood kültürüne sıkı sıkıya sarılarak izole bir yaşam sürmeyi tercih ediyor. Andrew Beck’in de yakın zamanda yazdığı gibi, bu tutum zamanla asimilasyon hedefli göçten ziyade kültürel bir fetih gibi algılanabilecek şekilde abartılı heykeller dikmeye kadar uzanıyor. Doğal olarak, bu da düşmanlıklar zincirine ve çifte sadakat suçlamalarına yol açıyor.

Amerikalılar üretim işlerinin Hindistan’a kaydığını gördüklerinde, Hindistan yanlısı politikaları savunmak gittikçe zorlaşıyor. Zira Hindistan, Çin kadar açık bir rakip olmasa da, teknik olarak bir müttefik de değil; dahası, dünyanın en büyük jeopolitik meselelerinde ABD ile aynı çizgide yer alma yönünde herhangi bir çıkarı da bulunmuyor.

İyimser bir yorum, bütün bunların yalnızca bir müzakere taktiği olduğunu; er ya da geç bir anlaşmaya varılacağını ve başkanın başbakanı “yeni en iyi dostu” ilan edeceğini öne sürer. Artık hiçbir şeyin gerçekten bir önemi kalmamış gibi görünüyor.

Daha makul bir açıklama ise, Stacie Goddard’ın terminolojisini kullanarak bunun bir “büyük güçler arası gizli uzlaşma” (great power collusion) meselesi olduğunu söylemektir. Bu teoriye göre dünya kaçınılmaz olarak ABD ile Çin arasında bir G2 düzenine evrilecektir; Amerikan başkanının sergilediği dengesiz tutum ise, kimin ABD’ye gerçekten bağlı kalacağını, kiminse yalnızca fırsat kollayan bir “iyi gün dostu” olduğunu ayırt etmenin bir yoludur.

Ancak burada ciddi bir risk var: Jacobin Fransası ya da Sovyetler Birliği gibi devrimci güçler — devrimlerini dışa ihraç eden ve ya keyfi nedenlerle ya da ideolojik saplantılarla mevcut düzeni yıkmaya çalışan aktörler — hiçbir zaman sevilmemiştir. Uluslararası ilişkiler bazen bir taraf seçmek ve o tarafın tüm kusurlarına rağmen ona sadık kalmakla ilgilidir. Çünkü, tıpkı okul bahçelerinde olduğu gibi, günün birinde diğer herkes size karşı birleşebilir.

Kaynak: https://www.theamericanconservative.com/the-truth-about-the-indo-american-relationship/

SOSYAL MEDYA