Heniyye’nin Kaleminden Erdoğan’a Bir Mektubun Hikâyesi

Bugün, Filistin Başbakanı İsmail Heniyye’nin şehadetinin yıl dönümünde, bana emanet ettiği bir mektubun hikâyesini paylaşmak istiyorum.
Ağustos 1, 2025
image_print

Bugün, Filistin Başbakanı İsmail Heniyye’nin şehadetinin yıl dönümünde, bana emanet ettiği bir mektubun hikâyesini paylaşmak istiyorum.

Gazze’yi üç kez ziyaret ettim. İlk yolculuğum 2008 yılına, ardından Anadolu Ajansı’nın Gazze ofisini kurmak için gerçekleştirdiğim ikinci ziyarete, son olarak da Kasım 2012’de İsrail’in saldırılarının en şiddetli olduğu günlerdeki üçüncü ziyaretime denk gelir.

İlk kez 2008’de, İHH’dan bir grup gönüllü ile birlikte Gazze’ye adım atmıştım. 2006’dan beri kara, hava ve denizden ablukaya alınan Gazze, ambargonun ikinci yılına girerken nefes alamaz hâle gelmişti. O karanlık günlerde, Gazzeliler Mısır’la aralarına örülen çelik duvara isyan etmiş, o devasa bariyeri yıkarak haykırmışlardı: “Yaşamak istiyoruz!”

Çelik duvarın üçte ikisi yerle yeksan olmuştu. Ertesi sabah on binlerce insan sel gibi duvarın üzerinden akarak Refah’a geçerken, biz de onlarla birlikte Gazze’ye ulaştık. Özgürlük, işte o an Gazzelilerin kalbinde atıyordu; ekmek bulmaya, ilaca ulaşmaya, bir umut kırıntısına sarılmaya koşuyorlardı.

Sınırda yaşanan o büyük mahşer anı, Gazze halkının nasıl bir kuşatma altında olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Her biri bir yerlere doğru koşuşturuyor, el-Ariş’e geçenler bulabildikleri her şeyi alıyor, torbalarını umutla dolduruyorlardı. Diller susmuş, gözler konuşuyordu…

Gazze’de kaldığımız dört gün boyunca yetimlerle, şehit aileleriyle buluştuk. Yardımları ulaştırdık, dualara ortak olduk. Ziyaretimizin son günü, bizi büyük bir tevazu içinde karşılayan bir liderle tanıştık: Filistin Başbakanı İsmail Heniyye. Gazze’deki mütevazı bir mülteci evinde, yer sofrasında, halkıyla iç içe yaşayan bir önderdi o.

Konuşmasıyla, duruşuyla, gözlerindeki parıltıyla gerçek bir halk lideri olduğunu hissettiriyordu. Bizi İstanbul’un kadim adıyla selamladı:
“Merhaba Asitaneli kardeşlerim!”

Asitane, yani payitaht. Bu hitap, sadece bir selam değil, bir kalp bağının işaretiydi. Ambargonun, işgalin, bombardımanın ortasında bile umut saçıyordu etrafına. “Pes etmedik, etmeyeceğiz,” diyordu. “Refah sınır kapısının yıkılması bile bu ablukayı aşacağımızın bir işaretidir.”

Türk halkının Gazze’ye olan desteğinden büyük bir minnettarlıkla söz etti. “Gazze topraklarından, mübarek Filistin diyarından, Kudüs-ü Şerif’ten kardeş Türkiye halkına; şahsım, hükümetim ve halkım adına en içten selamlarımı iletiyorum,” dedi.

Saatler sonra vedalaşırken, bize kapalı bir zarf uzattı. Zarfın üzerinde şu cümle yazılıydı:
“Filistin Başbakanı İsmail Heniyye’den Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a.” O mektubu bana emanet etti. Elini sıktım, sarıldım. Ayrılmadan hemen önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bahsettik. Onun adını anarken gözleri parlıyordu. “Değerli dostum Erdoğan,” dedi içten bir ses tonuyla. Bu iki kelimeye, nice sadakat, umut ve kardeşlik sığmıştı. Heniyye’nin gözlerindeki ışıltı, kalbindeki sevgiyi, o anın sıcaklığını bugün gibi hatırlıyorum…

Mektubu aldıktan sonra büyük bir ihtimamla sırt çantama yerleştirdim. Ardından arkadaşlarla birlikte Gazze sınırını geçerek Mısır tarafına ulaştık. Sınır kapısının öte yanında, yorgun ve sabırsız taksiciler bekliyordu. Pazarlıklar uzadı, kimi fazla istiyor, kimi araca güven vermiyordu. Sonunda, yaşlı bir Mısırlı amca ile anlaştık. Kıvrımlı sakalları, yorgun ama gülümseyen gözleriyle “Haydi çocuklar,” dedi. Eski model bir BMW’si vardı, ama otomobil olmaktan çoktan vazgeçmiş gibiydi. Kapı aralıklarından rüzgâr esiyor, kliması çalışmıyor, içi hurda gibi kokuyordu. Ama bize vadedilen şey lüksten çok, Kahire’ye ulaşmaktı. Güneşin çölde usul usul battığı o saatlerde, Sina’nın serinleyen kumlarında, 5 saatlik uzun bir yolculuğa koyulduk.

Arkadaşlar, yaşlı şoförün uyuyakalmasından endişeliydi. O yüzden ben ön koltuğa oturdum, uykusuz ama dikkatli. Arka koltukta battaniyelere sarılmış uyuyan arkadaşlar, bana “Ne yap et, amcayı uyanık tut,” demişlerdi. Ben de o uzun gecede, hem onunla sohbet ettim hem de kendi halimce şarkılar söyledim. Profesyonelce değil elbet… Ama içimden ne geldiyse: Türküler, sanat müziği, bazen arabesk. İçinde hem memleket hasreti vardı hem Gazze’nin direniş sızısı. Yaşlı Mısırlı bazen bana eşlik etti, bazen omuz silkti, ama gözleri hep yolda kaldı.

Kahire’ye yaklaşırken, biz de fark etmeden uykuya yenik düşmüşüz. Arabanın bir sağa bir sola savrulmasıyla, arkadan gelen bir çığlıkla irkildik. Yaşlı amca sanki hiç uyumamış gibi direksiyona sarıldı, gözlerini ovuşturdu ve “Korkmayın çocuklar,” dedi. “Ben uyusam da, bu araba bu yolları ezbere bilir. Yıllardır böyle…” Bu sözlere hem güldük, hem de telaşla yer değiştirip şoförü dinç tutmanın başka yollarını konuştuk.

Yaklaşık 400 kilometrelik yolu altı saatte aştık. Kahire’ye vardığımızda gece olmuştu, gözlerimiz kan çanağı gibi, sırtımızda günlerin yorgunluğu vardı. Kalacak bir yer aradık. Sonunda, hem güvenli hem rahat bir otelde karar kıldık. Yedi gündür uyuyamayan bedenlerimize biraz olsun huzur getirecek bir gece vaat ediyordu bu otel. Ertesi akşam İstanbul uçağımız vardı. Sabah olunca arkadaşlara, Mısır’ın meşhur Kahire Kitap Fuarı’na gitmek istediğimi söyledim. Onlar da bana katılmak istedi. Planımızı yaptık ve herkes odasına çekildi.

Sabah erkenden kalktık. Uyku hâlâ gözlerimizin kenarındaydı ama bu birkaç saatlik dinlenme bile vücudumuza can getirmişti. Kahvaltının ardından çantamı hazırlarken, aklıma o emanet geldi. İsmail Heniyye’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderdiği mektup… Arkadaşlara sordum: “Bu mektubu çantamda mı taşıyayım, yoksa otel odasındaki bavulda mı bırakayım?” Biri hemen itiraz etti: “Çantanda dursun. Böyle emaneti bavula konmaz. Ne olur ne olmaz.”

Sözleri haklıydı. Mektubu dikkatlice sırt çantamın en korunaklı gözüne yerleştirdim. Ardından bir taksiye atlayıp Kahire Kitap Fuarı’na doğru yola çıktık. O günkü planımızda çok kıymetli bir görüşme de vardı. Mısır’ın dünyaca tanınan düşünürlerinden, mücadele ve fikir adamı Prof. Dr. Abdülvehhab el-Messiri ile buluşacaktık.

Messiri ile daha önce birkaç defa görüşme imkânım olmuştu. Yazılarını, kurucusu olduğum Dünya Bülteni ve Tümetürk sitelerinde yayımlamış, sonrasında bu yazılar “Hamburger Medeniyeti” ismiyle Mana Yayınları’ndan kitap olarak çıkmıştı. O, doğuyu da batıyı da hakkıyla tanıyan, hem İsrail’in yapısını hem Filistin davasının ruhunu derinlemesine kavrayan büyük bir mütefekkirdi.

Kahire Kitap Fuarı’nın girişine vardığımızda, kalabalığın içinden yükselen uğultu ve demir dedektörlerin ötüşleri arasında güvenlik kontrolü için uzun bir kuyruğa girdik. Güneş, tozlu Kahire semalarında yükselmiş, ortalığı buğulu bir ışıkla sarmıştı. Kuyruk ilerledikçe, giriş kapısının hemen önünde, omuzlarında Filistin kefiyesiyle duran genç bir kadına gözüm takıldı. O kefiye, bir halkın onurunu, sabrını, gözyaşıyla yoğrulmuş tarihini taşıyordu.

Güvenlik görevlileri kıza yaklaştılar. Sordular:
“Nerelisin?”
“Filistinliyim.”
“Hangi görüştensin?”
“Solcuyum,” dedi genç kadın, başını dimdik tutarak.

Sorgu sürerken, beklenmedik bir anda bir Mısırlı güvenlik görevlisi ileri atıldı, genç kızın kefiyesini omuzlarından çekip yere attı. Ardından, hiç tereddüt etmeden, ayaklarıyla üzerine basmaya başladı. O an içimde bir şey koptu. Sesim kendi kendine yükseldi: “Ne yapıyorsunuz siz? İsrail askeri misiniz yoksa?”

Sözümün yankısı daha bitmeden, kaç kişi olduğunu seçemediğim bir kalabalık üzerime çullandı. Arbedede bir sağa bir sola savrulurken, çantamı kurcalamaya başladıklarını fark ettim. Ve o an… Heniyye’nin emanet ettiği mektubu gördüler. Zarfı açmaya çalıştıklarında son bir hamleyle: “Durun! O mektup resmîdir, açamazsınız!” diye bağırdım.

Ama her şey bir anda karardı. Yere düştüm, başım döndü ve o kargaşanın içinde bilincimi kaybettim.

Gözlerimi açtığımda, kendimi kitap fuarına yakın bir güvenlik merkezinin bodrum katında buldum. Soğuk beton duvarlar, kararmış bir masa, üzerime dikilmiş sarı bir lamba. Bir sandalyede oturuyordum. Birkaç dakika sonra içeriye iri yapılı, öfkeli bir Mısırlı görevli girdi. Masaya yumruklar atıyor, hakaretler savuruyor, durmadan “mektup” diyordu. Türkiye’ye, Erdoğan’a, Filistin davasına ağza alınmayacak sözler sarf ediyordu.

Sakin kalmaya çalıştım ama her sözünde kalbimde bir düğüm daha sıkılıyordu. Artık dayanamayıp bağırdım: “Biz Yavuz Sultan Selim’in torunlarıyız! Siz ise Mısır’ı İsrail’e ve Amerika’ya teslim ettiniz. Biz buraya emaneti geri almak için geldik!”

Sözlerim karşısında öfkesini daha da büyüttü, masaya bir kez daha vurdu ve odadan çıktı. Ardından içeri daha yumuşak mizaçlı, yüzünde merhametin izlerini taşıyan başka bir görevli girdi.
“Ey kardeşim,” dedi, “niçin bağırıştınız az önceki memurla?”
“Çünkü o kişi kendini İsrail’in, Amerika’nın adamı ilan etti. Türkiye’ye, Filistin’e hakaret etti. Ben de susamazdım,” dedim.
Başını eğdi, iç çekti. “Bu ülkenin içinde ne yazık ki böyleleri de var,” dedi.

O da çıktıktan sonra, koridordan tartışma sesleri gelmeye başladı. Yumuşak sözlü görevli ile öfkeli olan, kapıda yüksek sesle konuşuyorlardı. Her kelimeleri duvarlardan yankılanıyordu.

Kısa bir süre sonra, iri yapılı görevli yeniden odaya girdi. Bu kez daha saldırgandı. Masaya vuruyor, yine mektubu soruyordu. Onun ardından tekrar öteki geliyordu. Saatler böyle gelip giden iki kutup arasında, sorgu ile tartışma arasında akıp gitti…

Dört saatin sonunda, kendisini İçişleri Bakanlığı’ndan biri olarak tanıtan takım elbiseli biri içeri girdi. Ciddi ama ölçülüydü. Önce mektubu eline aldı, zarf açılmıştı. Okudu. Ardından bana döndü:
“Neler yaşandı, anlat,” dedi.
Başladım. Başta fuar kapısındaki olaydan, mektubun çantamdan çıkarılmasına, hakaretlere ve tartışmalara kadar her şeyi bir bir anlattım.

Bir müddet sustu. Sonra ceketinin cebinden bir not defteri çıkardı. “Seni araştırdık,” dedi. “Arap dünyasında tanınan iyi bir gazeteci olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği’nden de bize telefon geldi. Bundan dolayı serbest bırakılacaksın.”

O an derin bir nefes aldım.
“Ama,” dedi, “mektubun aslı bizde kalacak. İşte fotokopisi.”
Zarfa baktım. Fotokopi sayfa önümdeydi. Ama asıl mektup, birkaç adım ötede, masanın üzerindeydi.

Beni salmaya hazırlanırlarken, kafamda tek bir şey vardı: emanet. Heniyye’nin ellerinden teslim aldığım mektup, fotokopiyle değiştirilemezdi. O zarf, onun eliyle mühürlenmiş, onun duasıyla bana verilmişti.

Bir anda ayağa kalktım, çevredeki dikkatleri dağıtacak bir söz söyledim, ortalığı küçük bir kargaşaya verdim. Ardından, sessiz bir çeviklikle, fotokopi ile aslı yer değiştirdim. Mektubu ceketimin içine yerleştirdim. Gözüm kapıya yöneldi. Bir görevli yol verdi. Diğeri fark etmemişti. İçimden sadece şu cümle geçti: “Emanet yerini bulmalı…”

Kapıda, omuzlarına silah asılı güvenlik görevlilerinin sert bakışları arasında ağır adımlarla merdivenlerden indim. Her adımda geride bırakmaya çalıştığım ama içimde yankılanan o çelik soğukluğunu taşıyordum. Yolun karşısında, kenara çekilmiş eski bir taksi bekliyordu. Tereddüt etmeden atladım içine. “Otele,” dedim. Sesim neredeyse duyulmayacak kadar yorgun, ama içinde bir kararın ağırlığı vardı.

Taksi ilerledikçe, çantamın içinden mektubu titreyen ellerimle çıkardım. Heniyye’nin Erdoğan’a yazdığı o mektubu… Yavaşça açtım, gözlerim satırlara daldı. Her kelime bir kurşun gibi yüreğime çarpıyor, gözlerimden süzülen yaşlar usulca yanaklarıma akıyordu. Heniyye, mektubunda Erdoğan’a büyük bir muhabbetle sesleniyor; Türkiye halkına şükranlarını sunuyor, Gazze’deki kardeşlerinin çektiği acıları, ambargonun boğucu ağırlığını ve gıda-ilaç sıkıntılarını dile getiriyordu.

Taksici dikiz aynasından arada bana göz atıyor, ama hiçbir şey sormuyordu. O an, Kahire’nin sokaklarında yalnızca ben ve bu emanetin sırrı vardı…

Otelin önüne vardığımızda mektubu tekrar zarfa yerleştirdim. Lobiye girdiğimde arkadaşlarım beni bekliyordu. Sarıldık. Sıcaklık ve sükûnet dolu kucaklaşmalardı bunlar; bir badireyi atlatmanın, bir yükü birlikte taşımış olmanın selamı. Ayaküstü yaşananları anlattım. Ardından, fuarda bulunan Türk yayıncılarla karşılaştık. Onlar da toparlanmış, dönüşe hazırlanıyorlardı.

Havaalanına geç kalmamak için acele ediyorduk ki, otel müdürü arkamızdan yaklaştı.
“Af edersiniz, Turan Kışlakçı siz misiniz?”
“Evet,” dedim tereddütle.
“Efendim, otelimizin sahibi sizi çok severmiş. Sizin için kral odasını ayırdı. Eşyalarınızı hemen taşıyalım.”

Bir an için neye uğradığımızı şaşırdık. Arkadaşlarla birbirimize bakakaldık. O an adam bana bir şeker uzattı. Gülümsedim, şekeri cebime koydum, sonra lavaboyu işaret ederek “Yüzümü yıkamam gerek,” dedim. Müdür resepsiyon telefonuna yönelirken, ben lavaboya gider gibi yapıp, şekeri çöpe atıp, yan kapıdan çıkışa yöneldim. Dışarıda, fuardan tanıdığım yayıncı dostlarımızdan biri takside bekliyordu. Hemen atladım. Gözüm saatteydi. Vakit dardı. Eğer trafiğe takılırsak uçağı kaçırabilirdik.

Taksiciye defalarca “hızlı git,” dedim. Arabanın camından Kahire’nin tozlu binaları, anıtsal sokakları geride kalıyordu. Yolu yarılamıştık ki telefonum çaldı. Arayan otel müdürüydü.
“Turan Bey, neredesiniz? Sizi her yerde arıyoruz.”
“Havalimanına gidiyorum,” dedim kısaca.

Az sonra başka bir telefon geldi. Bu kez karşıdaki ses tanıdıktı. Türkiye’de seminerlerde tanıştığım bir Mısırlı yazardı.
“Neden gittiniz?” dedi. “Otel sahibinin misafirliğini neden reddettiniz?”
Söz ağzımdan kendiliğinden döküldü:
“Sen de mi Mısır istihbaratındansın, üstadım?”
O anda telefon kapandı. Ve o ses bir daha hayatıma dönmedi.

Havalimanına vardığımızda arkadaşlarım eşyaları bagaja teslim etmişti. Güvenlik kontrollerini hızla geçip Türk Hava Yolları’nın uçağının kalkacağı perona ulaştım. Koltuğuma oturduğumda, omuzlarımda bir dağ kalkmış gibiydi. Derin bir nefes aldım. Bir yandan elimdeki emanete bakıyor diğer yandan ise Gazzelilerin yaşadıklarını düşünüyordum…

Heniyye’nin gözlerinde parlayan umut, Gazze’nin direnişle sarmalanmış duası, Erdoğan’a olan muhabbetin samimiyeti, hepsi çantamda değil; artık kalbimin derinliklerinde saklıydı…

Uçağın motorları çalıştı. Gözlerimi kapattım. Dudaklarımda bir fısıltı vardı:
“Allahu ekber… Allahu ekber…”

Turan Kışlakçı

Yükseköğrenimini İslamabad ve İstanbul’da tamamladı. Gazetecilik kariyerine ortaokul yıllarında adım atan Kışlakçı, Yeni Şafak gazetesinde dış haberler editörlüğü yaptı. Dünya Bülteni ve Timeturk’ün kurucusu olan Kışlakçı, Anadolu Ajansı’nda Orta Doğu ve Afrika Yayın Yönetmenliği, TRT Arapça’da ise Genel Koordinatörlük görevlerini üstlendi. Türk-Arap Gazeteciler Cemiyeti ve MEHCER Derneği başkanlıklarını yürüttü; Katar Kültür Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulundu. Halen Ekol TV’de “Fildişi Kule” programını sunmakta ve el-Kuds el-Arabi gazetesinde yazılar kaleme almaktadır. Orta Doğu üzerine yazılmış iki kitabı bulunmaktadır.