Martin Heidegger’in eserlerinin herhangi bir Yahudi kütüphanesinde baş köşede yer almayacağı, kanıt gerektirmeyen bir varsayımdır. Heidegger, 1932’de başlayan ve kısa süren Alman üniversiteleri rektörlüğü döneminden itibaren Nazilerle ilişkilendirilmiştir. Bu atama bizzat Hitler tarafından onaylanmıştı ve o andan itibaren Heidegger, uluslararası Yahudi çevreler tarafından kara listeye alınmaya mahkûm olmuştu. Ancak kısa sürede, yeni iktidar partisine duyduğu inancı yitirdi ve 1934’te partiden ayrıldı. Savaş sonrasında takındığı sessizlik ve edilgenlik ise, kendisini ve eserlerini kuşatan şüphe ve suç ortaklığı atmosferini daha da pekiştirdi. (Göreceğimiz üzere, Heidegger’in Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei ile yollarını ayırması bile, bu kopuşun gerekçeleri nedeniyle onun aleyhinde bir delil olarak kullanılacaktır.)
Bununla birlikte, akademik tartışmalar 2014 yılına kadar yavaş yavaş sönümlenmişti — ta ki Heidegger’in sözde Kara Defterleri (Schwarze Hefte) yayımlanana dek. Bu defterler, Heidegger’in 1932 ile 1970’lerin başları arasında tuttuğu günlüklerle çalışma notlarının bir karışımından oluşuyordu. Kişisel kayıt ile mesleki not alımının bu melez biçimi, Heidegger tanıdık bir suçla — antisemitizmle — itham edildiğinde özel bir önem kazanacaktı.
Heidegger’in Kara Defterleri (Heidegger’s Black Notebooks, Columbia University Press, 2017), bu tartışmayı farklı akademik ve entelektüel açılardan ele alan 12 makalelik bir derlemedir. Ancak bu makalelerin tamamı, söz konusu defterlerde yer alan “antisemitik” pasajlar etrafında yoğunlaşır. Heidegger’e yöneltilen suçlamalar — ki bu durum bir anlamda akademik bir gösteri yargılamasını andırır — iki ayrı türde antisemitizm biçimine dayanmaktadır. İlki, “normatif” antisemitizm diye adlandırılabilecek türdür: Yahudiliğe ve Yahudi geleneklerine yönelik, Yahudi lobisi tarafından “antisemitik” olarak yaftalanan her türlü eleştiriyi kapsar. İkinci tür suçlama ise felsefi düzeydedir ve Heidegger’in “tarihsel varlık olarak Yahudilik” (being-historical Judaism) kavramına ilişkindir. Bu kavram Kara Defterler’de açık biçimde yer almasa da, felsefi sisteminin içine kök saldığı ve bu defterlerdeki bazı ifadeler aracılığıyla erişilebilir olduğu varsayılır. Yahudilere yönelik eleştiriler, Yahudi aktivistler tarafından sıkça antisemitizm etiketiyle yeniden çerçevelenir ve böylece tarafsız bir içerikten çıkarılıp olumsuz, damgalayıcı bir hâle getirilir.
Bu, tanıdık bir taktiktir. Felsefi düzlemde Heidegger’in eleştirmenleri, büyük ölçüde kendi elleriyle inşa ettikleri işlevsiz akademik ortamdan kaynaklanan en tartışmalı entelektüel stratejileri kullanma eğilimindedir.
Öncelikle Heidegger hakkında kısa bir not düşmek gerekir. Felsefeye uzak biri için onun metinleri kapalı, karanlık ve anlaşılması güçtür. Okurun ayrıca Heidegger’in içine yazdığı felsefi geleneğe dair de bilgi sahibi olması gerekir ki, onu tarihsel olarak nereye yerleştireceğini ve dolayısıyla neye tepki olarak yazdığını anlayabilsin. Felsefede sağlam bir altyapıya sahip olanlar için bile, günümüz akademik ortamında 20. yüzyılın en büyük filozoflarından biri olarak kabul edilen bu Alman düşünürle ilgilenen çok az kişi vardır — bu derlemede de bu şekilde anılmaktadır. Tahminime göre (ve bu yalnızca bir tahmindir), eğer İngiltere’deki bir kırmızı tuğlalı üniversitede analitik ya da zihin felsefesiyle uğraşıyorsanız, Heidegger’in tek bir sayfasını dahi okumamışsınızdır. Öte yandan, “mağduriyet çalışmaları”yla bağlantılı herhangi bir bölümde, Heidegger’e yalnızca kelimenin tam anlamıyla tarihte Hitler olan tek kişiyle ilişkisi ve sözde antisemitizmi bağlamında atıfta bulunulur.
Tüm bunları göz önünde bulundurarak, açıkça Heideggerci bir dille yazılmış denemelerden uzak duracak, ontolojik ve epistemolojik düzeydeki tartışmaları dışarıda bırakacak ve Yahudi akademik çevreyi bu kadar harekete geçiren, suçlama konusu edilen o felsefi, antisemitik zehir damlalarına odaklanacağım. Ayrıca, bu güçlü ifadelerin sözde mağdurları tarafından nasıl kullanıldığını incelemek de faydalı olacaktır.
Deneme yazarlarından biri olan Sander L. Gilman — tipik bir Yahudi akademik aktivist — bu derlemenin odak noktasını şu şekilde özetliyor:
“Heidegger’le ilgili mevcut skandal, savaş yıllarında tuttuğu Kara Defterler’deki antisemitik içerikle ilgilidir.”
Savunucular, binlerce sayfa içerisinde bu tür ifadelere seyrek rastlandığını vurgularken; suçlayıcılar, bu ifadelerin Heidegger’in düşüncesinin tamamına nüfuz ettiğini savunmaktadır.
Peki, antisemitik içerik olarak ne değerlendirilmelidir? Derlemenin editörü, antisemitizme dair kesinlikle alıntılanmaya değer bir tanım sunar. Bu tanım, hem derlemenin amacı (telos) ve varlık nedeni (raison d’être) açısından belirleyici niteliktedir hem de kendi koyduğu ölçütler çerçevesinde eleştiriye açıktır:
Antisemitizm, Yahudilere yönelik; söylentiye, önyargıya ve sözde bilimsel kaynaklara (ırk teorisi ya da sadece ırkçılık) dayanan, duygusal ve/veya idari düzeyde işleyen ve şu sonuçlara yol açan bir tutum ya da davranış biçimidir:
a) İftira;
b) Evrensel karalama;
c) İzolasyon: mesleki yasaklar, gettolar, kamplar;
d) Sürgün: göç;
e) Yok etme: pogromlar, toplu infazlar, ölüm kampları.
Ayrıca, Yahudileri “Yahudi” olarak tanımlayan her şeyi de antisemitik olarak kabul ediyoruz.
Kısacası: antisemitizm, Yahudilere yönelik düşmanlık ve nefretin ifadesidir.
Bu, oldukça kapsamlı bir tanım. Belki de biz, kısa ve öz sözlük tanımlarına fazla alışmışızdır. Aynı zamanda bu tanım, hayli manik bir karakter taşımaktadır. Antisemitizmin en küçük belirtisinin bile kelebek etkisiyle büyük tehditlere yol açabileceği varsayıldığında, bu tanımın giderek yükselen panik içinde bir Dalek tarafından seslendirildiğini hayal etmek mümkündür.
“İftira”dan Holokost’a uzanan bu tehdit zinciri, Anti-Defamation League’in ortak yapımcılığını üstlendiği, sürekli dolaşımda tutulan ırkçılık karşıtı o görsel haritayı — Nefret Piramidini — hatırlatır. Bu yapıda “Önyargılı Tutumlar” en alt sırada yer alır ve buradan “Önyargılı Davranışlar”a, ardından “Ayrımcılık”a, sonrasında “Önyargı Motifli Şiddet”e ve en tepeye, “Soykırım”a doğru ilerlenir. Nasıl ki esrar, çoğu zaman daha ağır bağımlılıklara geçişte bir “başlangıç uyuşturucusu” olarak tanımlanıyorsa; burada da “duyarsız ifadeler”, “kapsayıcı olmayan dil” ve “mikro saldırılar”, kaçınılmaz şekilde ölüm kamplarına çıkar gibi sunulmaktadır. Derlemenin editörü de bu tanımda benzer şekilde abartılı bir şablon kullanır.
“Yahudileri ‘Yahudi’ olarak tanımlayan her şeyin” antisemitik sayılması ise oldukça ilginç bir iddiadır. Yalnızca Yahudiler mi, Yahudileri “Yahudi” olarak adlandırabilir? Aynı şekilde, yalnızca siyahlar mı birbirlerine “zenci” diyebilir? Mağduriyet pozisyonu sömürülürken bile, akademik Yahudi söyleminin çoğu zaman yarı masonik bir ton taşıdığı görülür. Yalnızca Yahudi, Yahudiyi tanıyabilir. Heidegger’in Yahudilere yönelttiği eleştirilere verilen sert tepkilerin bir kısmı, belki de tanınmaktan — yahut ifşa olmaktan — duyulan bir korkuya işaret etmektedir.
Heidegger’i antisemitizmle suçlayanlara karşı iki temel savunma yaklaşımı mevcuttur: İlki, bu tür rahatsız edici ifadelerin sayıca son derece az olduğuna dikkat çekerken; ikincisi, Heidegger’in Yahudilik karşıtı olası kişisel önyargılarının, felsefi projesiyle ilişkili olmadığını öne sürer. Bu ilk savunma hattı, bu derlemede yer alan yazarlardan Richard Polt tarafından şöyle özetlenmiştir:
İlk dört cilt, Heidegger’in toplamda 1.753 sayfalık metnini içermektedir. Sayımlarıma göre, bu sayfalardan yalnızca yirmi yedisi Yahudilere veya Yahudiliğe atıfta bulunur ve bu atıflar, bağlamlarıyla birlikte ele alındığında rahatlıkla on sayfaya sığar. Bu on sayfanın yaklaşık onunun açıkça antisemitik olduğunu düşünüyorum.
Eski usul bir yapısalcı olsaydık, bu veriyi şöyle ifade ederdik: İki ondalık basamağa yuvarlandığında, Heidegger’in Kara Defterleri’nin yalnızca %0,6’sı — Heidegger’e yöneltilen suçlamaları geçerli bulan bir yazarın değerlendirmesiyle bile — antisemitik olarak değerlendirilebilir. Bu, neredeyse büyüsel bir etki yaratmaktadır ve Heidegger’in sözcükleri, okült denebilecek bir kudretle kullandığı açıktır. Böylesine az sayıdaki ifade, böylesine büyük yankılar doğurmakta; sıradan bir antisemite ait performatif bir söz bile, ikinci bir Holokost’a giden yolun önceden belirlenmiş bir parçası gibi algılanmaktadır.
Giriş bölümüne dönersek, Yahudilik ile ulusal ve askerî sınırlar üzerine düşünen Heidegger’in Kara Defterler’deki “en kötü şöhretli ifadelerden biri” olarak sunulan örnek A ile karşılaşırız:
Almanya’dan göç edenler tarafından kışkırtılan dünya Yahudiliği, her yerde ele avuca sığmazdır. Tüm gücünü ortaya koyarken hiçbir yerde askerî eyleme girişmesi gerekmez; oysa bizim, halkımızın en iyisinin en iyi kanını feda etmemiz gerekir.
Eğer Heidegger burada, devlete sahip olmayan bir halkın kalıcı bir ordu kuramayacağını ve dolayısıyla savaşlara doğrudan katılamayacağını ileri sürüyorsa, bu argümana itiraz etmek güçtür. Ancak bu derlemedeki tartışmalar açısından asıl belirleyici mesele, editörün sonrasında gündeme getirdiği “bağlam” sorunudur:
Bu [yukarıdaki not] antisemitik midir, yoksa tüm bu liste antisemitik değil midir?
Bireysel ifadeler, daha geniş bağlamlara yerleştirilmelidir; bu tür ifadeleri bağlamından koparıp doğrudan antisemitik olarak tanımlamak, onların ortaya çıkmasına imkân tanıyan koşulları, bağlamları ve hatta düşünme biçimini göz ardı etmek anlamına gelir.
Bir metindeki hiçbir ifade kendi başına anlam taşımaz; ancak onu çevreleyen bağlam içinde anlam kazanır. Peki ya antisemitik ifadelerin doğrudan yer almadığı durumlar? Antisemitik söylemlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamak, bu tür söylemleri teşvik etmek — fakat bunları açıkça dile getirmemek — mümkün müdür? Ve böyle bir durumda antisemit olmakla suçlanmak ne kadar adildir?
Derlemenin editörü, bu tartışmayı şu belirleyici cümleyle pekiştirir:
“Antisemitizm, suçlayıcı ifadelerde doğrudan mevcut olmasa bile, yine de etkili biçimde işleyebilir.”
Editör, Heidegger’in Kara Defterleri’nin, onun tüm külliyatının — yani Nachlass’ının — “antisemitik yönlerde geliştirilmeye açık” olduğunu ileri sürer.
İşte tam bu noktada, post-yapısalcılığın hilelerine karşı son derece uyanık olmamız gerekir. Bu yüzden Heidegger’i — ve burada ele alınan eleştirmenlerini — bu görünüşte yıkıcı entelektüel hareketin içine yerleştirmek üzere kısa bir sapma yapmamız uygun olacaktır. Post-yapısalcılık ya da isterseniz postmodernizm hakkında, muhalif sağ çevrelerde tekrar tekrar dile getirilen pek çok cahilce saçmalık vardır. Günümüz akademik çevrelerinde meşru kabul edilen epistemolojik serbestlik ortamının sorumlusu olarak görülen klasik isimler arasında Jacques Derrida, Michel Foucault, Jean-François Lyotard, Jacques Lacan (eğer bu satırları okuyanlar arasında onun söylediklerinden tek bir kelime anlayabilen varsa, lütfen bana da bildirsin), Julia Kristeva ve diğerleri yer alır. Aklı Aydınlanma sonrası temellerinden sökmede bu figürlerin oynadığı rol çoğu zaman haklı gerekçelere dayansa da, üniversite dünyasının dışında bu kişileri okuyan neredeyse kimse yoktur.
Felsefe bir tür damlama etkisiyle işler; bu, moda tasarımı dünyası için de geçerlidir (ve aslında genel olarak akademi için de). Paris ve Milano podyumlarında sergilenen saçma kıyafetleri yalnızca pop yıldızlarının giymesi beklenir; ancak zamanla bu tasarımların sulandırılmış versiyonları mağazaların vitrinlerine iner. Post-yapısalcı düşünce de — tarih boyunca etkili olmuş diğer düşünce okulları gibi — aynı şekilde işler. İnsanlar, Descartes’ın Yöntem Üzerine Konuşması yayımlandıktan sonra bir sabah aniden “düşünen bireyler”e dönüşüp kendi varlıklarının farkına varmadılar. Saf Aklın Eleştirisi kitap raflarında yerini aldığında bilim dünyasında bir “Kant devrimi” patlak vermedi; Kant öyle bir tarzda akıl üzerine yazdı ki, bu düşünceler eninde sonunda gözlemci ile gözlenen arasındaki ilişkiyi açıklamak durumunda kalan bilim alanlarıyla örtüşür hâle geldi.
Felsefi düşüncenin etkileri zamanla ortaya çıkar ve 1960’larda doğan post-yapısalcılığın/postmodernizmin en kötü aşırılıkları — daha doğrusu, bu düşüncelerin kötüye kullanımları — ancak şimdi, acı meyvelerini vermeye başlamıştır.
Bununla birlikte, Derrida’nın erken dönem yazılarına — özellikle felsefi denemelerine ve kitaplarına — özel bir ilgim var. Ancak sağın aşırı ucundan gelen eleştirilerde karşılaştığım pek çok şey, genellikle “Derrida hakkında biraz bir şey okumuş birinden, onun hakkında biraz bir şey okumuş birinin” ağzından çıkmış gibi geliyor. Metinlere ya da kavramlara dair en ufak bir aşinalık bile yok. Derrida’yı okuyabilmek için, bunun “halk için felsefe” değil, “filozoflar için felsefe” olduğunu anlamak gerekir. Fakat Çinli bir laboratuvardan sızmış bir virüs gibi, Derrida’nın “yapısöküm”ünün en kötü biçimleri dışarı sızdı ve kulaktan kulağa yayılarak popülerleşti.
Post-yapısalcı düşünce, yalnızca bir akademik alan içinde kaldığı sürece anlamlı ve değerli içgörüler sunar. Ancak seminer odasından çıkıp dış dünyadaki insanları etkilemeye başladığında, üniversitedeki insanlar — ve onları yakından takip eden medya — Derrida’nın gerçekten “bir metin istenilen her anlama gelebilir” dediğine inanmaya başladığında, bugün çevremizde gördüğümüz sonuçlar ortaya çıkar.
Counter-Currents için yazdığım bir yazıda Derrida’yı savundum; özellikle Of Grammatology başlıklı eseri bağlamında. Kısacası, postmodern düşünce tarzı çok sayıda hileye imkân tanır. Bu durum Heidegger için de geçerlidir.
Epistemolojik düzlemde ve tümevarımsal akıl yürütmeler açısından, bu derlemedeki bazı makalelerde açıkça “kavşakta kirli işler dönmektedir.”
Heidegger’e yöneltilen suçlamalar genel hatlarıyla şunları içerir: Yahudilerin farklılığı, teknolojik gelişimi teşvik ederek dünyaya egemen olmaları ve aşırı rasyonel olmaları. Bettina Bergo, “Yahudilerin varsayılan dünyasızlığına ve hesaplama becerilerine” dikkat çeker. Bu özellikler, Heidegger’e göre dünyanın tahribatına yol açan temel etken olan Machenschaft — yani düzenbazlık ve devasa yapılarla (gigantizm) iş birliği içinde hareket — ile ilişkilendirilir. Editör, Heidegger’in düşüncesindeki antisemitizmi üç başlık altında toplar:
- Yahudilerin düşünme biçiminin tamamen hesaplayıcı olduğu fikri.
- Yahudilerin bir ırk ilkesi doğrultusunda yaşadığı fikri.
- Yahudilerin, tüm varoluşu kökten yok etme görevine acımasızca adandıkları fikri.
Yahudi entelektüel çevreleri mecazları sever ve bu ilk iki madde, onların anlayacağı biçimde mecaz (trope) niteliğindedir. Antisemitizmi tanımlamaya çalışanlar için, bir iddia — ne kadar sık yinelenirse — o denli kolayca mecaza dönüşür. Ve mecazlar her zaman kötüdür.
Ancak üçüncü madde daha az bilinir; çünkü esasen daha felsefi bir içeriğe sahiptir. Peter Trawny, bu derlemede yer alan ilk makalesi “The Universal and Annihilation: Heidegger’s Being-Historical Anti-Semitism” (Evrensel ve Yok Etme: Heidegger’in Varlık-Tarihsel Antisemitizmi) ile birlikte Heidegger and the Myth of a Jewish World Conspiracy (Heidegger ve Yahudi Dünya Komplosu Miti) adlı kitabında “Varlık-Tarihsel Antisemitizm” (Being-Historical Anti-Semitism) kavramını Heidegger’e yaklaşımının merkezine yerleştirir.
Bu yaklaşım, “suçlayıcı savunma” (accusatory defense) diye adlandırılabilecek Yahudilere özgü dikkat çekici bir davranış biçimini de ifşa eder: Yahudiler, kendilerine hakaret edildiğinde bile bunun bir “dünya-tarihsel vaka” olarak ele alınmasında ısrar eder. Antisemitizmin kendisi bile, Yahudilerin dünya tarihi içindeki varlığını ve kabilelerinin merkezi önemini kanıtlamak için işe koşulur. Bu, sahne ışıkları altında oynanan kolektif bir grup davranışıdır ve belirgin bir narsisistik ton içerir. Belki de uluslararası Yahudilik, eğlence sektöründeki büyük çıkarları nedeniyle spot ışıklarına direnememektedir.
Bay Trawny, Heidegger’in antisemitizmi üzerine uzmanlaşmış bir isimdir. Heidegger’in Yahudiliği “tarihsel bir süreç”in parçası olarak değerlendirdiğini aktaran yazar, onun “dünya Yahudiliği” kavramına ilişkin şu gözlemde bulunur:
“‘Dünya Yahudiliği’, beyng anlatısında [‘beyng’, Heidegger’in ‘Being’ kavramı için kullandığı tarihsel katmanlı ‘Seyn’ yazımının çevirisidir] Machenschaft’ın, yani düzenbazlığın ayırt edici bir temsili olarak sunulur. ‘Dünya Yahudiliği’ teriminin kendisi zaten başlı başına bir sorun işaretidir. Heidegger’in ifadelerinin ‘kelimesi kelimesine’ anlaşılması gerektiğini vurgulaması onun için alışılmadık bir durum değildir.”
“Literally” (kelimesi kelimesine) ifadesinin, tırnak içine alınması gerekmeyen nadir kelimelerden biri olduğunu düşünürdüm, ama bunu bir kenara bırakalım. Yine de, burada bir bağ kurulabileceği açıktır — fakat bu bağ ancak postmodern düşüncenin esnekliği çerçevesinde anlamlı olabilir. Bu da söz konusu bağlantının gerçekten kurulabilir olduğu veya ondan daha fazla anlam çıkarılmasının meşru olduğu anlamına gelmez.
Ancak Bay Trawny’nin elinde, Heidegger’in dünya Yahudiliğini insanlığın tüm kötülüklerinden sorumlu tuttuğu yönündeki iddiayı destekleyen bir tür “Yahudi maça ası” vardır: Siyon Protokolleri. Bu bölüm uzun bir alıntıyı hak eder; çünkü Protokoller sahtekârlığının, Yahudi çevrelerce nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koyar:
“Siyon Bilgeleri Protokolleri, küresel ölçekte faaliyet gösteren ve modern araçlarla — örneğin ‘uluslararası basın’la — gizlice dünya egemenliğini hedefleyen bir ‘dünya Yahudiliği’ni tasvir eder. Bana kalırsa Heidegger bu Protokolleri okumamıştır. Zaten buna ihtiyaç da duymamıştır; çünkü bu metinler, Hitler’in konuşmalarında ve Üçüncü Reich’ın propaganda materyallerinde sürekli dolaşımdaydı. ‘Dünya Yahudiliği’ kavramı için başka bir kaynak düşünmek mümkün değildir. Siyon Bilgeleri Protokolleri, ‘dünya Yahudiliği’ terimi için ‘mutlak referans noktasıdır’ (Wolfgang Benz).”
Burada dikkat çekici olan, Protokoller üzerine yapılan tartışmaların genellikle bariz ve karikatürize bir safsata olan “kan iftirası” etrafında dönmesidir. Küresel egemenlik iddiası ise nadiren gündeme gelir — o da yalnızca akademinin kapalı koridorlarında, sınırlı sayıda kişinin erişebildiği yerlerde. Yahudilere yöneltilen küresel zafercilik suçlamaları genellikle onlarla ilişkilendirilen başka bir kavram olan “dünyasızlık” (worldlessness) fikrine yaslanır.
Sander Gilman’ın bir makalesinde, Heidegger’in Yahudileri “dünyasızlıkla” suçladığı ve dolayısıyla — İsrail hariç, ki o da İngilizler tarafından alelacele kurulmuştur — hiçbir ulus-devlete ait olmadıklarını ileri sürdüğü aktarılır. Akademik Yahudi aktivisti Gilman, tüm halkların “dünya vatandaşı” olması gerektiğini yazar; elbette bu “dünya”, transseksüel konulara dair zihinsel coğrafyaları da kapsayacak şekilde yeniden tanımlanmış olsa bile. Gilman, cinsiyetin “sınırlarının” serbestçe aşılabilir ve böylelikle erişilebilir olması gerektiğini savunur. Bu yaklaşım, Trawny’nin giriş makalesinde ele aldığı “topografyalar” tartışmasıyla örtüşür. Yahudiler, ulusal anlamda dünyaya entegre olamadıkları için, bunun yerine dünyayı kendi devletleri gibi görmek zorunda kalırlar. Eğer bu, Heidegger’in derinlerdeki korkusunu yansıtıyorsa, bunu irrasyonel bir fobi olarak nitelemek zordur. Yahudiler, kavramsal araçları kendi saklı yüklerini gizlemek için ustaca kullanmada tarihsel olarak mahirdir. Kültür savaşlarının cephelerinde, antisemitizm amblemini yüksek tutmak adına postmodern akademi de dâhil olmak üzere her türlü aracı kullanabilir ve kullanacaklardır.
“Dünyasızlık” ya da “kökümsüzlük” — kozmopolit yaşam tarzının aksine göçebe bir varoluş biçimi — Yahudiler için doğal bir yaşam modu olarak görülür. Bir yazara göre Heidegger, onları “entrikacı ve köksüz” olarak betimlemekte ve Kara Defterler’de, onların “hesaplama, dolandırıcılık ve iç içe geçme konusundaki inatçı becerikliliği”ne atıfta bulunmaktadır. Bu göçebe yaşamla edinilmiş beceriler, elbette dünya Yahudiliği için büyük bir evrimsel avantaj sağlamıştır ve bunların fark edilmesi, eleştiri kisvesi altında epistemolojik olarak ustaca bir yeniden hizalamaya da dönüşebilir. Bu, adeta bir övgü gibi bile görülebilir.
Yahudilere yönelik eleştirinin en şaşırtıcı yönlerinden biri, bu eleştirinin Yahudiler tarafından geri dönüştürülüp yeniden kullanılabiliyor olmasıdır. Sanırım bunun bir ilkesi vardır. Birkaç yıl önce, daha önce tanımadığım bir beyefendiyle sohbet ediyordum. Ortak tanıdıklarımızın olduğu bir partideydik ve parti sohbeti yapıyorduk. Hobisinin judo olduğunu söyledi. Bu sanata aşina olmayanlar için faydalı olabilecek en önemli ilkeyi sordum. Hiç tereddüt etmeden şu yanıtı verdi: “Düşmanının gücünü ona karşı kullan.” Bu, bugünün Siyon büyükleri için geçerli olan yegâne protokoldür.
Michael Marder’ın “The Other ‘Jewish Question’” başlıklı makalesi, Karl Marx’ın 1843 tarihli On the Jewish Question (Yahudi Sorunu Üzerine) adlı metnine gönderme yapar. Marder, bir halkın nasıl “soru” hâline gelebileceği üzerine düşünür. Alternatif bir soru ise şudur: Bir halk, bir soru hâline gelmek için ne yapmış olabilir? Marder, Heidegger’in “uluslararası Yahudiliği” bir soru hâline getirmekte başarısız olduğunu ve aynı şekilde, “metafiziğin nihilist tamamlanışı için somut bir figürasyon, gizli bir fail” üretmede de yetersiz kaldığını belirtir. Heidegger, insanlığın kendini yok etme arzusunu yalnızca hegemonik Yahudilere özgü olduğu öne sürülen bir varoluşsal mazoşizmle özdeşleştirmekle de itham edilmektedir.
Slavoj Žižek’in kapanış yazısı olan The Persistence of the Ontological (Ontolojik Olanın Sürekliliği), “Why Heidegger Should Not Be Criminalized” (Heidegger Neden Suçlu İlan Edilmemeli) alt başlığıyla, akademik açıdan dengeli bir yaklaşım sunuyor gibi görünür. Makale ağırlıklı olarak Heideggerci bir zeminde ilerler ve antisemitizm tartışmasına neredeyse hiç girmez; ancak değindiği yerlerde meseleyi doğrudan hedef alır. Žižek, örneğin, Ernst Nolte’nin şu argümanını yeniden dile getirir: Heidegger’in 1933’teki akademik angajmanı, komünizmden sonra — ki faşizm nihayetinde buna bir tepkiydi — “ılımlı bir faşizmin komünist tehdide karşı haklı bir tepki olduğu” inancıyla savunulabilir. Bu makul bir savunmadır: Heidegger’in Hitler’in teklifini kabul etmeden önce Auschwitz’in planlarını detaylı şekilde inceleyip onayladığını varsaymak pek mantıklı değildir. Kara Defterler’de Heidegger’in Hitler’e karşı giderek mesafe koyduğuna dair kanıtlar bulunsa da, nihai hüküm çoktan verilmişti. Heidegger’in Reich’a olan inancını kaybetmesinin nedeni, Nazizmin kendisi değil, “Nazilerin de teknolojik-nihilist Machenschaft’a teslim olması”ydı.
Bu Machenschaft (düzenbazlık), derlemedeki ortak görüşe göre, Heidegger’in Yahudileri sorumlu tuttuğu yapıyla aynıdır. Derlemede, felsefi arabaların ideolojik atlara keyfî biçimde koşulduğu bu tür zorlama örneklere sıkça rastlanır. “Eleştirel kuram”ın teşvik ettiği serbestlikçi düşünce tarzı, hem eğitim sistemi tarafından desteklenmekte hem de argüman üretiminde çeşitli yanıltıcı manevralara zemin hazırlamaktadır.
Žižek, önceki 11 makaleyi tek bir cümleyle şöyle özetler:
“[A]ntisemitizm, Heidegger’in Nazizmden duyduğu hayal kırıklığına rağmen varlığını sürdürse de, onun düşüncesinde merkezi bir rol oynamaz; daha ziyade görece marjinaldir. Antisemitizm, sadece merkezi bir yapının örneklendirilmesi ya da temsili olarak işlev görür ve o yapı, antisemitizm olmadan da sürdürülebilir.”
Žižek, Heidegger’in “Yahudilere dair tutarlı bir kuramı” olduğunu kabul eder; ancak aynı zamanda onun “ilkel biyolojik ırkçılıktan” uzak durduğunu da belirtir. Öte yandan, bu derlemede yer alan bir diğer yazar, Heidegger’in 1934 yılında — Freiburg rektörlüğünden istifasından hemen önce — “ırk doktrini ve ırk biyolojisi alanında bir profesörlük kürsüsü” talep ettiğini ileri sürer.
Günümüzde üniversitelerin Siyah lobisinin (Black Caucus) talepleri karşısında benzer şekilde geri adım attığı düşünüldüğünde, bu durum oldukça dikkat çekicidir. Heidegger ise Yahudilerin küresel etkinliğini, “Varlığın bütünüyle teknolojik aşağılanması”yla ilişkilendirir. Heidegger, Spengler ve Evola ile birlikte teknolojinin tehlikelerine karşı sürekli uyarıda bulunmuştur — sadece dünyanın çılgınca makineleşmesi bağlamında değil, bunun sonucu olarak insanın da makineler için “kullanıma hazır bir yedek kaynak”a (standing reserve) indirgenmesi bağlamında da. Yapay zekâ çağında bu uyarılar daha da çarpıcı hale gelmiştir.
Soykırım meselesine gelince, Žižek, kaygılı Yahudilerin bu konuda haklı olabileceğini kabul eder. “İş burada gerçekten kararıyor,” diye yazar. Heidegger’in 1942 tarihli bir notu, derlemede yer alan birçok makalede karşımıza çıkar:
“Siyasetin en yüksek biçimi ve en yüce eylemi, rakibini kendi kendini yok etmeye mecbur bırakacak bir konuma yerleştirmektir.”
Soykırım, elbette tamamen makineleşmiş, idari ve teknokratik bir süreç olarak sunulur. Bu durum, dünyanın Machenschaft yoluyla şekillenmesinin bir örneği olarak görülür — ve Yahudiler, bu tür suçlamaları kesin bir dille reddeder. Ancak yine de, oldukça gelişigüzel bir çağrışımsal zincir kurularak şu sonuçlara varmak mümkündür:
- Yahudiler, küresel teknolojinin ve makineleşmenin hızlı gelişimini teşvik etmiş ve bundan fayda sağlamıştır.
- Soykırım, teknolojik ve makineleşmiş bir olaydır.
- Öyleyse, Yahudiler kendi yok oluşlarına katkıda bulunmuştur.
Dünya meselelerine dikkat kesilen bir gayrimüslim için Heidegger’in savunulmasına gerek yoktur. İçinde yaşadığımız dünya — Heidegger’in ifadesiyle Verfallen, yani “düşüş hâlinde” bir dünya — ne türden bir dünyaysa, bu, en azından kısmen, Yahudi tasarımının bir ürünüdür. Ancak, modern Yahudiliğin protokolleri kadar diğer entelektüel sektörlerce de şekillendirilen akademik çevreler için bir savunma gereklidir. Žižek’in makalesinin son cümlesi, bu tür bir savunmayı haklı çıkarabilecek temel argümanlardan birini sunar:
“Kara Defterler’de yer alan hiçbir şey, Heidegger’in düşüncesinin bizim [nihai sorularla] başa çıkma biçimimize temel bir katkı sunduğu gerçeğini değiştirmez.”
Bu ifade, sınıfta yaramazlık yapan bir öğrenciye davranışlarının mazur görülmesi adına “altın yıldız” verilmesini andırsa da, benzer durumlar edebi ya da felsefi açıdan tartışmalı her figür için geçerlidir. Ne eylemleri ne de metinlerinden izole şekilde seçilmiş pasajlar — ki bunlar sıklıkla bütünün itibarsızlaştırılması için kaldıraç olarak kullanılır — bu figürlerin eserlerinin değerini ortadan kaldırmaz. Aynı argüman, bazı makalelerde temsil edilen Yahudi akademik lobisinin tutumuna da, gerekli değişiklikler yapılmak kaydıyla (mutatis mutandis), uygulanabilir: Yani, yalıtılmış pasajların seçilip bunlardan hareketle daha geniş metinler ve içerdikleri felsefi pozisyonların tamamı hakkında yorumlar yapılması.
Bu noktaya, derlemedeki bir diğer yazar olan Hans Ulrich Gumbrecht de dikkat çeker:
“Emmanuel Faye gibi en ölçüsüz eleştirmenlerin, Heidegger’i felsefi kanondan bütünüyle ihraç etmek için bu türden kanıtları seferber etmeleri — sanki tüm içgörüleri böylece geçersiz hâle gelmiş gibi — bana, felsefi yorum pratiğimizin yerleşik alışkanlıklarıyla bağdaşmayan ölçüsüz bir tepki gibi görünüyor.”
Elbette, bu tür bir metinsel duyarlılık çift yönlü işlemelidir. “Muhalif sağ” olarak hâlâ gevşek şekilde tanımlanan kesimde, Yahudilere yönelik eleştirilerini sağlıklı bir şüpheden patolojik bir takıntıya dönüştürmüş kişiler de vardır. Keşke bu kişilerin, yıllar boyunca yazdıklarıma bıraktığı yorumların bir derlemesini saklasaydım. Ben onlara “Goy Bölüğü” diyorum.
Şahsen, “Yahudi Sorunu 2.0” adını verdiğim bu meseleyi bir süreliğine kenara bırakmıştım; çünkü bana fazlasıyla tüketici ve her şeyi kapsayan bir mesele gibi görünüyordu. “Yahudi Sorunu 2.0” dememin nedeni, artık “Yahudilerle ne yapacağız?” sorusundan çok, “Yahudiler bizimle ne yapacak?” sorusunun öne çıkmasıdır. Dalkavukluk ettiğim düşünülmesin ama bu sürecin ardından, derginin editörünün The Culture of Critique adlı kitabını okumaya başladım.
Beni etkileyen şey, analiz derinliği, anlatının güvenilirliği ve bir psikoloğun konuya kattığı bağlam ile yöntemdi; ayrıca olgular, rakamlar ve kültürel dinamikler arasındaki dengeli ilişkiydi. “Goy Bölüğü”nün Tourette sendromunu andıran gevezelikleriyle ne kadar da tezat oluşturuyor!
“Antisemitizm” kavramsal aygıtı tam olarak budur: bir düzenek. Birbirine bağlı parçalar birlikte işler; bu, yalnızca “ırkçı” ya da “faşist” gibi, anlamdan çok performatif bir nitelik taşıyan, sloganvari ithamlardan biri değildir. Esas işlevi, gerçeği basitçe ters yüz etmek ve dikkatsiz antisemite’ın — ki çoğu zaman kendisinin antisemit olduğunu bile bilmeyen — bu tuzağa düşmesini sağlamaktır.
Heidegger, Kara Defterler’de şu soruyu sorduğunda:
“Yahudiliğin gezegensel suçluluğa yönelik tuhaf bir önceden belirlenmişliğinin temeli nedir?”
Eğer gerçekten böyle bir gezegensel suçluluğun Yahudiliğe ait olduğuna inanıyorsak, biz de aynı soruyu sormaya hakkımız yok mu? Neden olmasın? Bu tür sorular, yalnızca otoritenin keyfi fermanlarıyla — geçerli bir temyiz merciine dayanmayan ex cathedra yasaklarla — bastırılamaz.
Gelecek yıl Varlık ve Zaman‘ın (Being and Time) yayımlanmasının yüzüncü yılı olacak. Bu Noel’de kitabı yeniden — sanırım dördüncü kez — okumayı düşünüyorum. Neyse ki Yahudi olmadığım için, Emmanuel Levinas’ın tarif ettiği o sarmalayıcı tedirginliği hissetmeden kitabın tadını bir kez daha çıkarabileceğim.
Robert Bernasconi, 1988’de, Heidegger tartışmaları açısından önemli bir kitabın yayımlanmasının ardından Levinas’ın Being and Time’a olan hayranlığını yeniden teyit ettiğini; fakat aynı zamanda “orada kötülüğün yankılanıp yankılanmadığı” sorusunu da gündeme getirdiğini aktarır.
Levinas, Heidegger’in başyapıtının seçkin bazı okuyucuları üzerinde yarattığı tedirginliği şöyle ifade eder:
“Şeytani olan, halk bilgeliğinin ona atfettiği kötülükle sınırlı değildir; onun zekâya dayalı kötülüğü, yetişkin bir kültür içinde tanıdık ve öngörülebilirdir. Şeytani olan zekâyla donanmıştır ve dilediği yere nüfuz eder. Onu reddetmek için önce çürütmek gerekir. Onu tanımak entelektüel çaba gerektirir.”
Heidegger’i “şeytanlaştırmak” gerçekten de entelektüel çaba ister; fakat bu çaba, Yahudi kabilesinin çıkarlarıyla örtüşür. Ve bu çaba, postmodernizmin tüm hilelerini devreye sokarak, zayıf kanıtların sahte bir suça iliştirilmesini sağlar.
Sol çevrelerde en sık kullanılan fiillerden biri “şeytanlaştırmak”tır (to demonize). Bu ifadeyle, genellikle sadece farklı renklere ve davranış biçimlerine sahip insanların fark edilmesi kastedilir. Bu da “ötekileştirme” gibi, içi boş, fal kurabiyesi tadında sloganlardan biridir.
Yine de bundan az da olsa anlam çıkarabiliriz: Heidegger, Yahudi akademik kompleksi tarafından açıkça şeytanlaştırılmıştır — ve bu, cesaret verici bir durumdur. Çünkü bu, onların ondan korktuğu anlamına gelir; bu da Heidegger’in incelenmeye değer olduğunu gösterir. Ayrıca, onun kendi kurnazlıklarını fark etmiş olmasından duydukları korkuyu da ele verir. Zira kurnazlık, Şeytan’ın İncil’de boynuzlu bir iblis değil, bir yılan olarak tasvir edilmesinin de sebebidir.
Bu, Heidegger uzmanlarına özellikle tavsiye edilmesi gereken bir derlemedir. Aynı zamanda, Beyaz Batı felsefesine yönelik çağdaş eleştirilerin nabzını tutmak isteyen herkesin mutlaka haberdar olması gereken bir çalışmadır.
Modern ırkçılık ve İslamofobi avcıları, mesleklerini Yahudi mağduriyeti kitapçığından öğrenmişlerdir — ve oradaki ilk ders şudur: Antisemitizm / ırkçılık / İslamofobi her yerde bulunmalıdır. Özellikle de Beyazlar tarafından başlatılmış, geliştirilmiş ve egemenleştirilmiş kültürel enklavlarda — yani neredeyse hepsinde ve kesinlikle değerli olanların tümünde.
Bu bağlamda, bir eleştiri profesyonel olarak incinmişlerin bildiği hakikate ne kadar yaklaşırsa, o eleştiriye verilen tepki de o kadar yüksek sesli olur.
Kara Defterler‘de Heidegger’in Yahudiler ve Yahudilik üzerine yaptığı yorumlar açıkça sınır aşımıdır ve bu nedenle bu denli sert tepkilere yol açmaktadır.
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük filozofunda antisemitizm bulunması, akademik Yahudi kompleksi açısından tehlikeli bir arıza olabilir — ancak antisemitizmini belli bir ölçüde gururla taşıyanlar için bu, bir tasarım özelliğidir. Çünkü onlar, bu düşünceyi yüzeysel bir ahlaki refleksle değil, Adem’in Cennet’te Şeytan’ın yaptığını fark ettiğinde hissettiği içgüdüsel dehşeti aşarak değerlendirmiş; onu dışlamak yerine sahiplenmişlerdir.
