Tercüme: Cengiz Sözübek
Bir yıl önce FOREIGN AFFAIRS[i] dergisinde, yeniden dirilen Türkiye’nin Büyük Savaş’ta kendisine ezici bir yenilgi yaşatan güçlere Lozan’da barış şartlarını dikte ettiği sırada Hindistanlı Müslümanlar da dahil olmak üzere milyonlarca Müslümanın onu İman’ın yenilmez kılıcı olarak alkışlarken, Müslüman olmayan diğer milyonlarca Asyalı’nın onu Batı’ya karşı Asya isyanının şampiyonu ve öncüsü olarak selamladığının ciddiye alınması gerektiğini belirtmiştim.
O zamandan bu yana şaşırtıcı bir şey oldu. Türkiye, kendi özgür iradesiyle -çünkü mevcut yöneticilerinin eylemlerinin onun iradesinin ifadesi olduğunu varsaymak gerekir- Batı medeniyetinin düşmanlarını kendi safına toplamak için kullandığı kılıcı attı; İslam’ın liderliği iddiasının dayanağı olan halifeliği kaldırdı; Halife ve Sultan’ı tahttan indirmiş ve Osmanlı Türkleri, Orta Asya’nın ücra bölgelerinden göç ederek, önceki Asya devletlerinin ve güneydoğu Avrupa’daki Hıristiyan krallıklarının ve beyliklerinin yıkıntıları üzerine Osmanlı İmparatorluğu’nu kurduktan sonra, yaklaşık altı buçuk yüzyıl boyunca kesintisiz bir şekilde hüküm süren Osman Hanedanı’nın tüm üyelerini sürgüne göndermiştir. Kendisini, en azından isim olarak ilerici ve demokratik bir cumhuriyet ilan etti.
Türk Halifeliğinin çöküşü, gerçekleştiği koşullar nedeniyle özel bir öneme sahiptir. Halifelik, 632 yılında Hz. Muhammed’in ölümüne kadar uzanan bir İslam kurumudur ve tarihi neredeyse başından beri fırtınalı geçmiştir. Halife-Resulullah, Tanrı’nın Peygamberi’nin vekili, en yüksek din adamı değildir çünkü ortodoks Müslümanlık katı bir şekilde rahiplik kurumunu tanımaz. O, Müslüman ülkelerde kamu ve özel hukukun tek dayanağı olan Kutsal Yasa’nın koruyucusudur; kılıçla dünyaya atılan bir inancı savunmak için kılıçla donanmış İnanç Savunucusu’dur. İlk halifenin seçimi üzerine ortaya çıkan anlaşmazlıklardan, otuz yıldan az bir süre içinde Sünni ve Şii Müslümanlar arasında büyük bir bölünme ortaya çıktı ve bu bölünme, yeni sapkınlıklar doğurarak günümüze kadar devam etmektedir. Dördüncü halife, Hz.Muhammed’in damadı Ali 661 yılında öldürüldü ve o zamandan beri Şiiler olarak bilinen takipçileri tarafından reddedilen halifelik, şiddet ve hileyle Şam’daki Emeviler hanedanına geçti. İlahi bir kurum olarak halifelik, Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan Sünniler tarafından farklı derecelerde coşkuyla da olsa her zaman savunulmuştur. Ancak, halef halifelerin meşruiyeti konusunda çoğu zaman şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Halifelik unvanı, genellikle son tahrim olarak onu uygulayabilme gücüne sahip olanların elinde kalmıştır. Şam Halifeliğinden bu yana Sünni topluluğunun tamamı tarafından bile evrensel olarak tanınan bir halifelik olmamıştır. İslam’ın ilk yüzyıllarında Orta Asya’dan doğuda İspanya’ya ve hatta batıda Fransa’nın büyük bir kısmına kadar uzanan Müslüman fetihlerinin hızlı yayılmasıyla, hem dünyevi hem de manevi egemenliğin birliğini korumak imkansız hale geldi.
Son dört yüzyıl boyunca, halifelik Türklerin elindeyken, nadir istisnalar dışında 1876’da Sultan Abdülhamid tahta çıkana kadar Türk Sultanlığı’nın süsü olmaktan öteye geçemedi. Bir İngiliz şair, Ermeni meselesine Ermeni tebaasını acımasızca ortadan kaldırarak çözüm bulmaya çalıştığı ilk Ermeni katliamlarından sonra onu “Kızıl Sultan” olarak alay etti. Ancak II.Abdulhamid’in fanatik olduğuna inanmak için hiçbir neden yoktur. Avrupalılarla sohbet etmeyi severdi ve onlara karşı çok misafirperverdi; özellikle müzik ve tiyatro gibi birçok Avrupa zevkine sahipti ve sarayının bahçesinde kendi eğlencesi için özel bir tiyatro inşa ettirdi. Çocukluğunda, gökyüzünde onun yıldızını keşfettiğini iddia eden dindar bir fakir tarafından kendisine yapılan kehanet, onu o kadar derinden etkilemişti ki, yeni sarayına “Yıldız Sarayı” adını vermişti. Aynı şekilde, göksel seslerden mesajlar aldığını iddia eden ilham verici bir zenciye de inanılmaz derecede güven duyuyordu. Kuşkusuz usta bir diplomat olan II. Abdülhamid, hükümdarlığının ilk yıllarında felaketle sonuçlanan Rus-Türk savaşında Sultan olarak kaybettiği dünyevi gücün yerine, Halife olarak manevi gücünü kullanarak önemli bir tazminat elde etmek gibi temelde siyasi olan cesur bir fikir geliştirdi. Ancak, halifeliği hiçbir zaman anlamamış olan kendi aptal Türklerinin bu görevi yerine getiremeyeceğini düşünüyordu. İmparatorluğunun siyasi sınırları içindeki ve dışındaki diğer Müslüman ırkların yardımını istemeye karar verdi.
Öncelikle, Sultanlığın eski otokratik gücünü yeniden tesis etmek zorundaydı. Avrupa’nın gözünü boyamak için netameli bir dönemde uydurulan Midhat’ın ünlü Türk anayasasını hızla ortadan kaldırdı ve Midhat Paşa da Arabistan’a sürgün edildi, burada da bir fincan kahveden zehirlenerek öldü. Öncüllerinin döneminde İmparatorluğu Çırağ-ı Şerif’ten yöneten Türk paşalarının eski oligarşisini dağıttı ve 1880’de İstanbul bürokratlarının ayrıcalıklı çevresinden kimseyi vezir-i ekber olarak atamayarak ilk kez pan-İslamcı bir çağrı yaptı ve atama fermanında halife olarak imparatorluğun içindeki ve dışındaki tüm ortodoks Müslümanların hizmetlerini talep etme hakkını vurguladı.
Bundan böyle, Türk halifeliğinin hegemonyası altında tüm ortodoks Müslüman halkların birleştirici sloganı olarak Pan-İslamizm’in yayılması onun politikasının ana teması oldu; kısa sürede dostane bir Türkiye’yi “Alman dünya hakimiyetinin köprübaşı” olarak gören ve Pan-İslamizm’i kendisi gibi uzak ve Müslüman nüfusu yoğun topraklara sahip olmayan rakip Avrupa güçleri için bir tehdit olarak gören Alman İmparatoru II. Wilhelm’i yardımcısı ve destekçisi olarak kazanma şansına sahip oldu. Bağdat demiryolu ve diğer “imtiyazlar”; Alman subaylar tarafından yeniden düzenlenen Türk ordusu, II. Abdülhamid’in II. Wilhelm’in doğrudan ve dolaylı desteği ve özellikle de birkaç gün önce Kudüs’te haçlı kılığına girerek Şam’daki Selahaddin’in mezarında yaptığı konuşma için ödemeye hazır olduğu bedeldi. Kendisini “dünyadaki 300 milyon Müslüman’ın halife olarak saygı duyduğu Sultan II. Abdülhamid’in dostu ve müttefiki” ilan etti. Bu, büyük bir Avrupa hükümdarı tarafından Türk Halifeliğinin ilk ve tek tanınmasıydı. Abdülhamid’in, tıpkı İstanbul’da Praetorian muhafızları (Savaş sırasında Roma’lı komutanları korumak için oluşturulan özel birlikler – çn) için neredeyse tamamen Türk olmayan askerlere güvendiği gibi, Yıldız’da da tercih olarak Suriyeliler, Arnavutlar ve Kürtlerle çevrili olduğu tüm Müslüman ülkelerde aktif ve yaygın bir propaganda sürdürüldü. Pan-İslamizmin yayılmasına, Alman yardımıyla Arabistan’ın kutsal yerlerine Hicaz demiryolunun inşasından daha fazla katkıda bulunan bir şey olmadı, çünkü her Müslüman ülkeye bu demiryolunun yapımı için bağış toplamak üzere gönderilen ajanlar büyük Sultan-Halife’nin önderliğinde İslam’ın ihtişamının yeniden canlanacağını her yerde ilan ettiler.
Ancak, büyük ölçüde kendi hayatı için duyduğu sürekli korkudan kaynaklanan acımasız tiranlık yöntemleri (kendisi de tahtını iki saray komplosuna borçluydu) onun sonunu getirdi. Halkın hoşnutsuzluğunu yeraltına itmiş, “özgürlük” kelimesini ağzına alan herkesi sürgüne göndermiş ve aynı zamanda, özellikle Makedonya’da savaş riski almaktansa zaman zaman yabancı güçlerin baskısına boyun eğerek az çok gerçek tavizler vermeyi tercih ederek ordusunu kendinden uzaklaştırmıştı.
1908 Türk devrimi ve ertesi yıl Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, esas olarak hoşnutsuz bir ordunun eseriydi ancak bu ordu “Birlik ve İlerleme Komitesi” ile işbirliği içinde hareket ediyordu. Bu örgüt, dinlerine pek önem vermeyen özgürleşmiş “Genç Türkler”den ve önemli bir Yahudi ve Selanik gizli Yahudilerinden oluşuyordu. Otuz yılını dış dünyadan tamamen izole edilmiş altın kafesli bir hapishanede geçiren yeni Sultan V. Mehmed onların elinde bir kuklaydı. Yarı akıllı ve halife olarak parlayamayacak kadar yeteneksizdi. Türkiye’nin gerçek yöneticileri ise aşırı milliyetçilikten yana modern bir çizgi izlemeyi tercih ediyorlardı ve Pan-İslamizm’i sadece zaman zaman işlerine yarayan bir yedek plan olarak kullanıyorlardı. Özellikle İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali ve Balkan savaşları, Müslüman dünyasında Avrupa güçlerinin İslam’ı yok etmeye kararlı olduğu ve Türkiye’nin İslam’ın son kalesi olduğu inancını pekiştirdiğinde bu plan işe yaradı. “Jön Türkler” bu durumu iyi biliyorlardı ve bunu siyasi amaçlarla, dini amaçlardan çok kullanmayı bildiler. Almanya’nın peşinden Büyük Savaş’a girene kadar, Sultan’ı Halife ilan ederek Müttefiklere karşı cihat veya Kutsal Savaş ilan etmediler. Bu, Türkiye dışındaki Müslümanlar arasında neredeyse hiç yankı bulmadı ancak Enver ve Talat’ın, Abdülhamid’in politikasını sürdürerek, “Kızıl Sultan”dan bile daha açık bir şekilde, dinle ilgisi olmayan bir siyasi zorunluluk olarak gerçekleştirdikleri ve savundukları Ermenilere yönelik toplu katliamlar için uygun ortamı yarattı. Savaş sırasında Pan-İslamizm, Konstantinopolis’te (İstanbul – çn) büyük ölçüde Pan-Germenizm’i örnek alan aşırı milliyetçi bir hareket olan Pan-Turanizm tarafından hızla yerini aldı. Bu hareket, Türkiye ile herhangi bir ırksal veya dilsel yakınlık bulunan her ülkeyi ne pahasına olursa olsun Türk egemenliğine tabi kılmayı amaçlıyordu. Bu hareket, bazen İslam’ın geleneksel sembollerini ve savaş çığlıklarını, Türklerin Müslümanlığı benimsemeden önceki eski Türk kabile sembolleri ve savaş çığlıklarıyla değiştirmeye kadar vardı.
Türkiye ve müttefiklerinin askeri çöküşü, Türkleri ateşkes istemeye zorladıktan sonra Türkler ilk başta kaderine boyun eğerek kendilerine dayatılacak barış şartlarını beklediler. En kötü şöhretli savaş liderleri Orta Avrupa’ya kaçmış, 1915’te tahta çıktığında Enver ve Talat’ın à outrance (aşırılık – çn) savaş politikasını zorla onaylayan VI. Muhammed, bakanlarını kendisi gibi yorgun ülkesine barışı geri getirmek isteyen daha yaşlı ve ılımlı bir Türk memurlar okulundan seçti. Müttefiklerin oyalamaları ve bölünmüş görüşleri, Mustafa Kemal’e Türk ordusunu yeniden örgütleme ve Küçük Asya’daki Türk halkı arasında yeni bir direniş ruhu uyandırma fırsatı vermiş olsa da, o Türk vatanseverliğine dini değil ulusal bir temelde seslendi. İlk etapta Müttefiklerin emriyle Yunan ordularının Küçük Asya’ya çıkarma yapması mücadeleye yoğun bir dini ve ırksal kin ruhu kattı. Mustafa Kemal, belki de fazla aydın bir kişi olduğu için bu ruhu paylaşamadı ancak ülkesini sürüklediği bu yeni yaşam-ölüm mücadelesinde bu ruhu kırmaya da cesaret edemedi. Yine de, Mustafa Kemal’in talihsiz Sevr Antlaşması’na karşı çıkarak hazırladığı Türk Millî Paktı’nda bile halifelikten söz edilmiyordu.
Türkiye’nin, Sultan’ın halife olarak manevi otoritesini sürdürmesi için gerekli olan dünyevi iktidar ve mülkleri korumak için yeniden silaha sarıldığı iddiası aslında Türkiye dışında ortaya çıkmıştı ve bu fikir gerici Müslüman coşkusu ve şiddetli İngiliz düşmanlığının hakim olduğu diğer merkezlerde rağbet görse de, bu fikir en agresif ifadesini Hindistan’daki İngiliz yönetimine karşı neredeyse açıkça isyan amacıyla Hindu aşırılıkçılarıyla el ele veren yeni Müslüman aşırılıkçı okulunda buldu. Onlar için, Büyük Savaş sırasında esas olarak İngiliz silahlarıyla yenilgiye uğrayan Türkiye’nin yeniden dirilişi, başlı başına İngiltere’nin prestijine ve gücüne bir darbe olması yeterliydi. Ancak, o zamana kadar genel olarak muhafazakar ve sadık olan Hintli Müslümanların çoğunluğunu yanlarına çekmek için esasen İngiliz karşıtı kampanyalarına dini bir renk katmak ve Türk Ulusal Paktı’na, en azından mutlaka içermediği bir anlam yüklemek zorunda kaldılar. Türkler, halifeliğin savunucuları olarak övüldü ve Ankara, İslam’ın kutsal yerleri de dahil olmak üzere Arap eyaletlerinin kaybını kabullendiğini açıkça belirtmiş olmasına rağmen Hindistan’daki halifelik yanlısı kesim, kutsal yerlerin geri alınmasını ve Türkiye’nin inancını savunmak için başlattığı muhteşem seferin en üstün amacı olarak cesurca tanımladı. Türkiye’nin yöneticilerinden, kendilerine bu kadar beklenmedik ve değerli bir destek sağlayan savaş hedeflerini reddetmeleri beklenemezdi. Çünkü Hindistan’daki Türk yanlısı ajitasyonun şiddeti, Hindistan hükümetini ve İmparatorluk hükümetini, Sevr Antlaşması’nda aldıkları tüm pozisyonlardan hızla geri çekilmeye ve sonunda, hiçbir İngiliz bakanın, korkunç bir durumdan alınabilecek en iyi sonuç olduğu dışında savunmaya cesaret edemediği, Lozan’daki aşağılayıcı teslimiyete razı olmaya itti.
Mustafa Kemal’in gerçekte uğruna savaştığı amaçların Hindistan’daki Halifelik yandaşlarının ona atfettikleri amaçlardan ne kadar farklı olduğu, Mudanya Antlaşması ile Türkiye için “barışı sağladıktan” hemen sonra ortaya çıktı. Birkaç hafta içinde Sultanlık kaldırıldı ve Türk Halifeliği korunsa da, tahttan indirilen Sultan’ın yerine seçilen yeni Halife tüm dünyevi iktidarından mahrum bırakıldı. Bu, Hindistan’daki halifelik hareketine, görünüşte halifenin manevi gücünün sürdürülmesi için dünyevi gücün gerekli olduğu teorisine dayanan, korkunç bir darbe oldu. Ancak Hintli aşırılıkçılar, gerçeklerle yüzleşmeyi veya Britanya Hindistanı’nı yenmek için kullandıkları sopayı atmayı göze alamadılar. Halife, hükümet ve idarenin dünyevi işlerinden kurtulduğu için, Halife olarak manevi görevlerine daha ciddiyetle adanabileceği ancak İslam’ın haklarını savunmak ve kafir güçlerin etkisini kutsal Arabistan yarımadasının her köşesinden kovmak için arkasında yenilmez bir Türk devletinin dünyevi gücüne sahip olacağı gibi sofistike argümanlara sığındılar. Bu safsatalar, Lozan Antlaşması’nın son haliyle Mustafa Kemal’in elini dış politika karmaşasından tamamen kurtarmasıyla, Ankara tarafından acımasızca parçalandı. İki aydan biraz fazla bir süre içinde Türkiye’de resmen cumhuriyet ilan edildi ve Mustafa Kemal neredeyse diktatörlük yetkilerine sahip oldu. 1922’de verilen şekliyle halifelik nominal olarak dokunulmaz kaldı ancak çok geçmeden onun da günlerinin sayılı olduğu belirtileri ortaya çıktı.
Garip bir ironiyle, Türk halifeliğinin tabutuna en büyük çivileri çakanlar İngiltere’de yaşayan ve her ikisi de Türk halifeliğinin beliğ savunucuları olan iki saygın Hintli Müslüman oldu. Hindistan’da kendi mezhebi tarafından neredeyse ilahi bir enkarnasyon (Hristiyan teolojisinde Tanrı’nın insan bedeninde İsa Mesih aracılığıyla ete bürünmesi-çn) olarak tapılan ve İngiliz yarış pistlerinde ve Londra’nın seçkin çevrelerinde tanınan Ağa Han ile İngiliz Özel Konsey’i Yargı Komitesi üyesi olarak daha büyük bir ağırlığa sahip olan Ameer Ali, Ankara Hükümeti’ne tüm Sünni Müslümanlar adına ortak bir mektup yazarak Türkiye’deki son gelişmelerden duydukları dini endişeleri dile getirdiler ve Cumhuriyet yöneticilerini Halifeliğin haysiyetini ve gücünü korumaya çağırdılar. Bu mektup Ankara’da, imzalayanların hiçbirinin adına konuştuklarını iddia ettikleri Sünni mezhebine mensup olmamalarından dolayı haksız bir müdahale olarak kabul edildi. Her ikisi de, farklı mezheplere mensup olsalar da ortodoks Sünni bakış açısına göre eşit derecede sapkınlardı. İngilizce yazılmış ve Londra’dan gönderilmiş (imzacılara İngiliz resmi çevrelerinde aşırı derecede abartılmış bir nüfuz atfediliyordu) bu mektubun arkasında, en kötüsü de aynı anda Konstantinopolis’teki üç Türk gazetesinde tercüme edilerek yayımlanmış olması konusunda Ankara hükümeti derhal derin bir İngiliz siyasi entrikası sezdi. Aynı zamanda başka bir İstanbul gazetesi de halifeliğin davasını çok şiddetle savunuyordu. Büyük Millet Meclisi “İstiklal Mahkemesi” adında özel bir mahkeme kurdu ve tüm editörlere karşı dava açtı; ancak Ağa Han-Amir Ali mektubunu yayımlayanlara karşı alınan önlemler, suçları mevcut hiçbir yasanın kapsamına girmediği için başarısız oldu. Diğer olaylar da Ankara’yı, Halife’nin kendisi sadakatsiz olmasa bile tehlikeli bir hoşnutsuzluk merkezi olduğuna ikna etti ve Cumhuriyet Başkanı, Bakanlar Kurulu Başkanı, Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan’ın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı uğursuz konuşmanın ardından, 3 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılmasına ilişkin kararlar sadece iki karşı oy ile kabul edildi. Ertesi gün, Halife’ye İstanbul’da görevden alınma kararı okundu ve o gece oğluyla birlikte Avrupa sınırına gönderildi. Birkaç gün sonra, Osman Hanedanı’nın geri kalan tüm üyeleri, erkek ve kadınlar, aynı şekilde sürgüne gönderildi ve miras aldıkları ve kişisel mülkleri, sarayları, mücevherleri ve geri kalan her şey devletin malı olarak el konuldu. Bu eylemin önemini vurgulamak için, Büyük Millet Meclisi tarafından bir dizi sert önlem derhal yürürlüğe kondu. Eskiden sadrazamın hemen ardından gelen Şeyhülislam, artık kabine üyesi bile olmayacak ve görevleri tamamen dini nitelikte olacaktı. Evkaf veya Hayır Vakıfları’nın tüm malları devlete tahsis edildi. Bugüne kadar tamamen Kuran’a dayanan hukukun idaresi, tüm dini okulların kaldırılmasıyla birlikte milli eğitim gibi sivil otoritenin altına bağlandı. Türkiye Cumhuriyeti, İslam’ın reddi olan laik bir cumhuriyet haline geldi.
Daha sağduyulu Hintli Müslümanların “ikonoklazm” olarak adlandırdığı bu durumun nedenleri nelerdir? Bu soruyu cevaplamak için Mustafa Kemal’in kafa karıştırıcı kişiliğinin sırrını çözmek gerekir. İngiliz ordusu onu, 1915 Ağustosunda Suvla Körfezi’nin yukarısındaki tepelerde son büyük çabalarını boşa çıkaran, yetenekli bir asker ve temiz bir savaşçı olarak tanır. Savaş öncesinde ve savaş sırasında Almanya’nın Türkiye’deki askeri misyonunun başkanı olan Liman von Sanders, Konstantinopolis’te hüküm süren askeri yetersizlik ve yaygın yolsuzluğu tarafsız ama sert bir dille eleştirdiği savaş kitabı “Türkiye’de Beş Yıl”da neredeyse tek başına onu övmüştür. Sadece olağanüstü yetenekli ve enerjik bir yönetici, Mustafa Kemal’in Büyük Savaş’tan sonra yaptığı gibi Türk ordusunu yeniden örgütleyebilir ve ulusal direnişin yorgun güçlerine yeni bir hayat verebilirdi. Yunan ordularının Küçük Asya’daki nihai çöküşü büyük ölçüde Konstantinople rejimi altındaki Atina’nın günahlarına bağlıysa da, uzmanlar Mustafa Kemal’in Ağustos 1922’de Yunan merkezine yaptığı ezici saldırının onu bir strateji ustası olarak gösterdiğinde hemfikirdir. Onun içinde büyüklük unsurları olduğu kimse tarafından inkar edilemez. Gerçekleştirdiği devrim, ülkesinin yeniden doğuşunun ancak halkını tüm modern ilerlemelerin önündeki engel olan dar görüşlü bir inançtan kurtarmakla mümkün olacağına inanan aydın bir sosyal reformcunun eseri mi? Yoksa sarhoş edici iktidar sevgisi başını döndürerek, Sultanlığın yıkıntıları üzerine kurduğu diktatörlüğü tehdit edebilecek tek tehlike olarak Halifeliği yok etmeye mi itti? Bilinçli ya da bilinçsiz olarak Sovyet Rusya’nın örneğinden ilham mı aldı? Kötü arkadaşlıklar iyi ahlakı bozar ve Lozan’da Türkiye ile Rusya arasında ortaya çıkan anlaşmazlık, Türkiye’nin Avrupa ile yeniden başlayan çatışmasının en şiddetli döneminde Moskova’nın Ankara üzerinde sahip olduğu büyük etkiyi neredeyse hiç etkilemedi. Osmanlı İmparatorluk ailesinin mülklerine ve Müslümanların gelenek olarak “Vakıflar” adı altında dini vakıfa bağlayarak korudukları büyük mal varlıklarına yönelik son zamanlarda alınan toplu müsadere tedbirleri, Sovyet uygulamalarının doğrudan kopyası gibi görünüyor; ve Mustafa Kemal’in İslam kurumlarına karşı yürüttüğü savaş, Sovyetlerin Hıristiyanlığa karşı savaşı kadar açıkça ilan edilmemiş olsa da, belki de daha az ölümcül ve kesinlikle daha az yağmacı değildir. Türk diktatörünün politikasını en iyi şekilde yorumlamak isteyenler, bunun aslında Türk halkının büyük çoğunluğunun zihniyetinde meydana gelen büyük bir psikolojik değişimi yansıttığını savunuyorlar. Türk halkı, Türkiye’nin son on iki yılı aşkın süredir yaşadığı korkunç çileler nedeniyle, dini duyguları ve çıkarları ulusal kurtuluşun daha hayati gerekliliklerine tabi kılmak zorunda kalmıştır. Bu iddiayı desteklemek için, Türk halkının en eski kurumlarını parçalayan bir devrim karşısında gösterdiği olağanüstü kayıtsızlığı gösterebilirler.
Ankara’da son zamanlarda yaşanan olayların en önemli yansımaları, Türkiye’nin içinde değil, dışında aranmalıdır. Bu yansımalar, ilk olarak Abdülhamid’in ve daha yakın zamanda Müslüman dünyasının huzursuz unsurlarının Türk halifeliğini evrensel bir halifeliğe yükseltme girişimleri nedeniyle daha da yaygınlaşmıştır. Bu son iddiadan artık vazgeçilmesi gerektiği açıktır, ancak Mustafa Kemal’in Türk halifeliğini kaldırmış olmasına rağmen, İslam’ın bir kurumu olan halifeliğe dokunamayacağı, çünkü Türkiye’de reddedilirse başka bir yerde varlığını sürdürmesi gerektiği doğru bir şekilde savunulmaktadır. Peki ama nerede? Eski çağlarda İslam’ı defalarca bölmüş olan aynı uyuşmazlığın işaretleri şimdiden görülmektedir. Peygamberin Kureyş kabilesinin gerçek soyundan gelen Hicaz Kralı, Suriye, Filistin ve Mezopotamya’dan gelen Arap heyetleri ve kendi kısıtlı egemenlik alanlarından gelen heyetler tarafından kendisine az çok kendiliğinden sunulan halifelik görevini kabul etmeye hazır olduğunu aceleyle ilan etti. Ancak savaş sırasında İngiltere ile ittifak kurarak Türkiye’ye karşı isyan etmesi, onu Hindistan’daki aşırılık yanlıları için, adaylığını koymak istediği söylenen Mısır Kralı Fuad’dan daha da kabul edilemez hale getiriyor. Araplar ve Türkler arasında sevgi yok, ancak Araplar ve Hintliler, aynı dine mensup olsalar da birbirlerini hor görüyor ve sevmiyorlar. Bir başka aday da Afganistan Kralı olabilir, zira Britanya onu tamamen bağımsız bir hükümdar olarak tanımış ve o, Hindistan’ın kapılarına o kadar yakın ki, aşırılık yanlıları onu Britanya’ya karşı kullanılabilecek potansiyel bir kılıç olarak karşılayabilirler. Ancak Afganlar, Hint tarihinde kendilerine kötü bir ün kazandırmışlardır ve bu, muhafazakar ve varlıklı Müslümanlar nezdinde kralın adaylığını olumsuz etkileyebilir, aynı zamanda İngiliz yönetimini yeni bir Müslüman despotizm döngüsüyle değiştirmek istemeyen Hindu milliyetçilerini de kesinlikle korkutacaktır. Gelecek yıl Kahire’de bir tür Müslüman Ekümenik Konseyi toplanacağı konuşuluyor, ancak İslam’ın bir süreliğine, daha önce olduğu gibi, hatta son zamanlarda olduğundan daha fazla, bir dizi ayrı halifeliğe bölüneceği ihtimali yüksek görünüyor.
Bu denizaşırı kolonilerinde Müslümanlarla yakın bağları olan hiçbir Avrupa ülkesini rahatsız etmemesi gereken bir ihtimal çünkü bu halifeliklerin hiçbiri son yarım yüzyılda zaman zaman Türk halifeliğinin aldığı gibi militan bir yapıya bürünmesi olası değildir. Bu ihtimal, ciddi ve aydınlanmış Müslümanları da endişelendirmemelidir çünkü Türk halifeliğinin başlangıcında fetheden Türklerin her yere getirdiği aynı felaket İslam’ın tamamını etkisi altına almıştı. Bu felaket şimdi nihayet ortadan kalkarsa ve İslam’ın liderliği Türk ırkından Araplara, hatta Türklerden daha ahlaki ilerleme ve entelektüel esnekliğe sahip başka bir ırka geçerse, dünyanın en büyük dini güçlerinden biri, Şam, Bağdat ve Endülüs halifeliklerinin en görkemli dönemlerinde Avrupa’nın çok ötesinde sergilediği aydınlanmış canlılığını bir ölçüde geri kazanabilir.
Peki ya Türkiye? Çaresizce aşağılanmalarını örtbas etmek için Mustafa Kemal’in şahsında Türk halifeliğini yeniden canlandırmasını isteyen bazı Hintli hayranlarının oldukça ucube önerisini bir kenara bırakırsak; halifeliğin sahip olduğu prestij ve etkiden mahrum kalan Türkiye, en azından günümüzde genel kaynakları açısından eskiden hüküm sürdüğü Balkan devletlerinden bile daha azına sahip, üçüncü sınıf bir devlet konumuna düşecektir. Altı ila sekiz milyon arasında olduğu tahmin edilen nüfusu, savaşta büyük bir kayıp vermiş ve savaş öncesinde de olduğu gibi kalıtsal hastalıklar nedeniyle hâlâ azalmaya devam etmektedir. Bundan böyle nüfusu tamamen Türk olacaktır, çünkü 1914’te Küçük Asya’da yaklaşık üç milyon olan Rum ve Ermeni nüfusundan geriye çok az sayıda insan kalmıştır. Bunlar en zeki ve ekonomik olarak en aktif topluluklardı ve ortadan kaybolmaları, pratikte iflas etmiş bir ülkede mali istikrarın yeniden sağlanmasını çok daha zor hale getirmektedir. Coğrafi konumu ve halkının savaşçı nitelikleri nedeniyle, yeni Türk devleti Ortadoğu’da hiçbir şekilde göz ardı edilebilir bir faktör olmayacaktır ancak yöneticilerine en iyi niyetleri, büyük enerji ve yetenekleri olduğunu varsaysak bile Türkiye tarihten silinen eski Osmanlı İmparatorluğu’nun ne ihtişamını ne de yıkımını yeniden yaşayabilir.
[i]“Islam and Britain,” Foreign Affairs, Cilt I, No. 3.
SIR VALENTINE CHIROL, on dört yıl boyunca London Times’ın dış haberler editörü, Doğu hakkında birçok eserin yazarı.