Finansal Piyasaların Reel Ekonomiden Kopuşu ve Küresel Ekonominin Kırılganlaşması
Finans piyasaları modern serbest piyasa ekonomisinin bel kemiği olarak tarif edilir. Zira finans piyasasının sermayenin dağılımını kolaylaştırması, reel ekonomide yatırımı mümkün kılması ve sanayi ile hizmet gibi sektörlerde büyümeyi desteklemesi beklenir. Tarihsel anlamda bu beklentileri kısmen karşıladığı söylenebilir. Finans piyasası öncelikle tasarrufların oluşmasına, sonrasında bu tasarrufların üretken yatırımlara dönüşerek yenilikçiliği, istihdamı ve ekonomik kalkınmayı teşvik etmesine olanak sağlanmıştır. Ancak günümüzde finansal piyasaların bu geleneksel rolünden söz etmek artık çok kolay değil. Bir zamanlar reel ekonomiyi destekleyen bir araç olan finansal piyasalar, giderek spekülatif faaliyetler, kısa vadeli kâr arayışı ve karmaşık finansal enstrümanların yaygınlaşmasıyla kendi başına bir amaç haline gelmiş görünüyor. Kendisi amaç haline gelince de asıl varlık sebebi olan reel ekonomiden kopuşu hızlanıyor, spekülatif olduğu için küresel ölçekte ekonomileri kırılgan hale getiriyor ve dünyanın son 30-40 yılda sıklıkla tecrübe ettiği üzere ekonomik sistem ve istikrarı tehdit edecek düzeyde risklere sebep oluyor.
Finansal piyasaların reel ekonomiden kopuşu gerçek anlamda 1970’lerin ortalarında başladı ve 1980’lerden sonra uluslararası sermaye akışlarının serbestleşmesi, küreselleşmenin yükselişi, sermaye ve para yönetimini kolaylaştıran teknolojilerin gelişimi ile iyice hız kazandı. Bütün bu gelişmeler aynı zamanda spekülatif, anlaşılması zor ve karmaşık faaliyetlerin artmasını da beraberinde getirdi. 1970’lerde bozulan para-altın dengesi artık gerçekte var olmasa bile teknoloji sayesinde dolaşımda olan bir tür rakamsal paranın varlığına imkan verdiğinden ve finansal piyasaların büyümesini reel piyasalarda olduğu gibi sınırlayabilecek pazar büyüklüğü ve üretim kapasitesi gibi kısıtlar da olmadığından finans korkunç bir hızla büyümeye başladı. Bahsi geçen kısıtlamalar olmayınca sermayenin küçük bir azınlığın elinde spekülatif bir araca dönüşmesi de reel ekonomiye göre çok daha kolay oldu. Bu da dünyadaki istisnasız bütün ekonomileri, en kapalıları dahil krizlere karşı savunmasız ve kırılgan hale getirmiştir.
Önceleri finansal araçlar uzun vadeli sanayi ve altyapı projelerini fonlamak amacıyla kullanılırken 1980’lerden sonra sağlanan serbestleşmenin etkisiyle spekülatif (bir tür kumar olarak da tanımlamak mümkün) ve kısa vadeli yatırımlara yöneldi. Piyasa öyle bir hal aldı ki, yüksek frekanslı alım-satım, türev ürünler ve kaldıraçlı işlemler norm haline geldi. Oynaklık, kırılganlık, risk ve spekülasyon üzerine kurulu bir finansal ekosistem ortay çıkarıldı. Durum finansal piyasaların ortaya çıkma amacının tam tersine evrildi. Artık reel ekonomi finansal piyasalar için bir araç işlevi görmeye başladı dense yeridir. Bu tersine durum hayatta somut karşılığı olan gerçek yatırımlara olan yönelimi azaltarak yapılan birikim ve tasarrufların büyük bir bölümünün finansal piyasalara akmasına sebep oldu. Ülkeler üretim açısından kendilerine yetebilme kabiliyetlerini kaybetmeye, geleneksel ekonomi sektörleri verimsizleşmeye, güvenceli ve uzun süreli istihdam azalmaya başladı. Dünyada istihdam ve vergi maliyetleri düşük üretim cennetleri-Çin ve Bangladeş ve şimdilerde Mısır gibi, bölgeler oluşmaya başladı. Reel ekonomide bunlar olurken finansal piyasalar her gün yeni araçlar devreye alarak büyümeye devam etti.
Teknoloji şirketlerinin bu süreçteki rolü göz ardı edilemez. Son yirmi yılda, Apple, Amazon ve Microsoft gibi şirketler, birçok ülkenin GSYİH’sini geride bırakan piyasa değerleriyle küresel ekonominin dominant oyuncuları haline gelmiştir. Bu şirketler yenilikçiliği ve yaşam tarzımızı dönüştürmede şüphesiz önemli bir rol oynamış olsa da, istihdam ve üretim açısından reel ekonomiye katkıları sınırlı kalmıştır. Örneğin, 3 trilyon doları aşan piyasa değerine sahip olan Apple, dünya çapında yalnızca yaklaşık 150.000 kişiyi istihdam etmektedir. Buna karşılık, Toyota gibi geleneksel sanayi devleri, çok daha düşük piyasa değerlerine rağmen milyonlarca işçiye istihdam sağlamaktadır. Bu günlerde dünya çapında büyük bir üne kavuşmuş olan Elon Musk’ın sahip olduğu şirketler de gelirlerinin büyük bölümünü finansal piyasalardaki spekülatif hareketlerden elde etmektedir. Elon Musk’ın kripto para piyasasında ve borsa da kazandığı ve bazen de kaybettiği parasal miktarlar bir çok ülkenin milli gelirlerine denk düzeydedir. Bu parasal büyüklükler ve uçurum, finansal piyasalar ile reel ekonomi arasındaki kopuşu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Teknoloji sektörünün aşırı finansallaşması, mal ve hizmet üretimi yerine spekülatif sermaye hareketleri ve piyasa değerlemeleri üzerinden servet yaratılan bir modeli teşvik etmiştir.
Finansal piyasaların reel ekonomiden kopuşuna katkıda bulunan bir diğer kritik faktör, ABD dolarının küresel rezerv para birimi olarak hakimiyetidir. Doların uluslararası finansal sistemdeki merkezi rolü, Amerika Birleşik Devletleri’ne küresel ekonomik dinamikler üzerinde benzersiz bir etki gücü vermiştir. Ancak bu hakimiyet, özellikle gelişmekte olan ülkeler için önemli zayıflıklar yaratmıştır. ABD Merkez Bankası’nın (FED) faiz artırımları veya parasal genişleme gibi para politikası kararları, küresel ekonomi üzerinde geniş kapsamlı sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin, FED enflasyonla mücadele etmek için faiz oranlarını yükselttiğinde, bu genellikle gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışlarını tetiklemekte, para birimlerinin değer kaybetmesine, borç yüklerinin artmasına ve ekonomik istikrarsızlığa yol açmaktadır. 2008 küresel finansal krizi ve sonrası bu durumun çarpıcı bir örneğidir. Krizin ardından FED, finansal sisteme trilyonlarca dolar enjekte etmiş, ancak bu likiditenin büyük bir kısmı üretken yatırımlar yerine spekülatif varlıklara yönelmiştir. Gelişmekte olan ülkeler, bu sermaye akışlarını yönetecek araçlardan yoksun oldukları için para birimi krizleri ve ekonomik durgunluklar gibi ciddi ekonomik sarsıntılar yaşamıştır.
Gelişmekte olan ülkelerdeki tekrarlayan finansal krizler, küresel ekonomik sistemin kırılganlığını gözler önüne sermektedir. Son kırk yılda, dünya 1980’lerdeki Latin Amerika borç krizinden 1990’ların sonundaki Asya finansal krizine ve daha yakın zamanda Türkiye ile Arjantin’de yaşanan krizlere kadar bir dizi yıkıcı finansal krize tanık olmuştur. Bu krizlerin ortak bir yanı vardır: genellikle küresel faiz oranlarındaki ani değişiklikler veya sermaye akışları gibi dış şoklar tarafından tetiklenirler, yerel ekonomik temellerden ziyade. ABD dolarına olan bağımlılık ve çeşitlendirilmiş bir küresel finansal mimarinin eksikliği, gelişmekte olan ülkeleri küresel finansal piyasaların kaprislerine açık hale getirmiştir. Bu savunmasızlık, bu ülkelerin küresel finansal sisteme giderek daha fazla entegre olmasıyla daha da artmış, spekülatif sermaye hareketlerine ve finansal bulaşıcılığa karşı daha duyarlı hale gelmelerine neden olmuştur.
Bu kopuşun sonuçları geniş kapsamlıdır. Makroekonomik düzeyde, finansal piyasalar ile reel ekonomi arasındaki artan bağlantısızlık, varlık balonlarının oluşmasına, ekonomik oynaklığın artmasına ve finansal krizlerin daha sık yaşanmasına yol açmıştır. Toplumsal düzeyde ise, finansal piyasa büyümesinin faydalarının küçük bir seçkin gruba orantısız bir şekilde akması nedeniyle gelir eşitsizliğini artırmıştır. Servetin birkaç kişinin elinde toplanması, sosyal uyumu zayıflatmış ve dünyanın birçok yerinde siyasi istikrarsızlığı körüklemiştir. Dahası, kısa vadeli kârlara odaklanma, eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda uzun vadeli yatırımların ihmal edilmesine neden olarak sürdürülebilir ekonomik büyümenin temellerini daha da aşındırmıştır.
Bu sorunları ele almak, küresel finansal sistemin köklü bir şekilde yeniden düşünülmesini gerektirmektedir. Önceliklerden biri, spekülatif faaliyetleri kontrol altına almak ve sermayeyi üretken yatırımlara yönlendirmek olmalıdır. Bu, spekülatif işlemler üzerine vergiler getirilmesi ve kısa vadeli kâr arayışını caydıracak önlemlerin alınması gibi finansal piyasaların daha sıkı bir şekilde düzenlenmesiyle sağlanabilir. Aynı zamanda, ABD dolarının küresel finansal sistemdeki hakimiyetini azaltmaya yönelik çabalar da gereklidir. Bu, uluslararası ticarette bölgesel para birimlerinin kullanımının teşvik edilmesini ve euro veya Çin yuanı gibi alternatif rezerv para birimlerinin potansiyelinin araştırılmasını içerebilir. Küresel finansal mimarinin çeşitlendirilmesi, mevcut sistemin yarattığı zayıflıkları azaltacak ve daha dengeli ve dirençli bir küresel ekonomi yaratılmasına yardımcı olacaktır.
Bir diğer önemli reform alanı, enerji ve ham madde bağımlılığının azaltılmasıdır. Küresel ekonominin fosil yakıtlara ve diğer sınırlı kaynaklara olan bağımlılığı, yalnızca çevresel bozulmaya katkıda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda ekonomik zayıflıklar da yaratmıştır. Yenilenebilir enerji ve sürdürülebilir teknolojilere yapılan yatırımlar, bu bağımlılıkları azaltabilir ve ekonomik büyüme için yeni fırsatlar yaratabilir. Benzer şekilde, küresel tedarik zincirlerinin çeşitlendirilmesi ve kritik girdiler için belirli bölgelere olan bağımlılığın azaltılması, küresel ekonominin direncini artıracaktır.
Sonuç olarak, finansal piyasaların reel ekonomiden kopuşu, günümüzde küresel ekonomik sistemin karşı karşıya olduğu en acil sorunlardan biridir. Spekülatif sermayenin artan hakimiyeti, servetin yoğunlaşması ve ABD dolarının orantısız etkisi, kırılgan ve istikrarsız bir ekonomik ortam yaratmaktadır. Bu sorunları çözmek, küresel finansal mimarinin yeniden düşünülmesini, finansal piyasaların daha sıkı bir şekilde düzenlenmesini ve sürdürülebilir ve kapsayıcı ekonomik büyümeye yeniden odaklanılmasını gerektiren kapsamlı ve koordineli bir yaklaşım gerektirmektedir. Bunlar yapılmadığı takdirde, küresel ekonomi tekrarlayan krizlere karşı savunmasız kalmaya devam edecek ve finansal piyasalar ile reel ekonomi arasındaki uçurum daha da derinleşecektir. Bu durum, ekonomik istikrar ve sosyal uyum üzerinde derin etkiler yaratacaktır.
ABD ve Avrupa’daki seçimler ve ekonomik kararlar dünyayı daha da az öngörülebilir bir duruma getirmişken finansal piyasalar ile reel ekonomiyi yeniden dengeye oturtacak bir dönüşüm ne kadar mümkün tartışılır. Ancak krizlerin derinleştiği anlar çözüm için de büyük fırsatların doğduğu anlardır. Belki de dünyamız öyle bir zamanın eşiğindedir ve kendisini felakete sürükleyen bu ekonomik düzene bir çeki düzen verecektir. Kim bilir…