Filistin’in Tanınmasının Serabı: Görüntü, Gerçeğin Yerini Aldı

Tanıma ayrıca egemenliğin yerini tutamaz. Bir devletin tanımlanmış bir toprak parçası, kalıcı bir nüfusu, işleyen bir hükümeti ve dış ilişkiler yürütme kapasitesi olmalıdır. Bugün Filistinlilerin elinde bunların hiçbiri yoktur. Bunun yerine bölünmüş bir liderlik, parçalanmış bir yönetim ve aktif bir terör altyapısı vardır. Sembolik tanıma bu sorunları çözmek bir yana, yalnızca daha fazla şiddeti teşvik eder.
Kasım 7, 2025
image_print

Eylül ayında birkaç Avrupa hükümetinin “Filistin Devleti”ni tanımak için gösterdiği acele, bazılarına göre barışa doğru atılmış bir adım gibi görünebilir. Gerçekte ise bu, ilerleme kılığında sahnelenen bir siyasi tiyatrodur. 7 Ekim katliamının ardından verilen sembolik ödüllerle Batılı liderler, modern çatışmaların en tehlikeli dersini pekiştirme riskini göze alıyor: Vahşetlerin diplomatik kazançlar getirebileceği düşüncesi.

Ardından hayatta kalan İsrailli rehinelerin serbest bırakılması, ahlaki netlik sunan bir an yaratıyor. Aileleri, Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük toplu katliamla parçalanmıştı. Sevdiklerinin sonunda eve dönüyor olması, bir yandan rahatlama sebebi, ama aynı zamanda düşünme vesilesidir. Bu an, bize gerçek ilerlemenin ne gerektirdiğini hatırlatıyor: Baskı, müzakere ve hesap verebilirlik — binlerce kilometre uzaktaki parlamentolardan gelen alkış cümleleri değil.

Devlet statüsü, erdem gösterileriyle var edilemez. Yaşayabilir bir devlet; işleyen kurumlara, güvenli sınırlara, meşruiyete dayalı birleşik bir liderliğe ve hukuk ile düzeni sağlama kapasitesine ihtiyaç duyar. Bu koşulların hiçbiri bugün Filistinliler için mevcut değildir. Gazze’de Hamas terörle yönetmekte ve İsrail’le barış içinde bir arada yaşamayı reddetmektedir. Batı Şeria’da ise Filistin Yönetimi, yolsuzluk, parçalanma ve kronik meşruiyet eksikliği nedeniyle felç olmuş durumdadır. Yabancı başkentlerden gelen tanıma kararları, bu fraksiyonları birleştirmez, radikalleri silahsızlandırmaz ya da hukukun üstünlüğünü inşa etmez. Bunun yerine, içi boş bir egemenlik yanılsaması yaratır.

Bazı Batılı hükümetler, tanımayı ilkesel bir eylem olarak savunmakta ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkına atıfta bulunmaktadır. Ancak bu bakış açısı, hem tarihi hem de teşvik yapılarını göz ardı etmektedir. Yirminci yüzyılın büyük kısmında Filistinli Araplar kendilerini ayrı bir ulus olarak görmüyorlardı. Aksine, kendilerini daha geniş Arap ulusunun bir parçası ve daha da özelde, kültürel ve siyasi merkezi Şam olan Büyük Suriye’ye ait olarak görüyorlardı. Ayrı bir Filistin halkı fikri, ancak 1967 sonrası gerçekliklerin ve Filistin kimliğini Batı ile İsrail’e karşı bir vekâlet aracı hâline getiren Soğuk Savaş siyasalarının bir sonucu olarak 1970’lerde şekillenmiştir.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bile, 1964 yılında kurulduğunda, o dönemde Ürdün ve Mısır’ın kontrolünde olan Batı Şeria ve Gazze üzerinde herhangi bir hak iddiasında bulunmadığını açıkça belirtmişti. FKÖ’nün ilk amacı bu topraklarda egemenlik kurmak değil, İsrail’in bağımsızlık sonrası sınırları içindeki varlığını sorgulamaktı. Ancak İsrail’in Altı Gün Savaşı’ndaki zaferinden sonra FKÖ, mücadelesinin sınırlarını geriye dönük biçimde yeniden tanımladı ve kendisini ayrı bir “Filistin halkı”nın temsilcisi olarak konumlandırmaya başladı. Daha sonra Sovyetler Birliği’nin ve Arap Birliği diplomasisinin bu yeniden çerçevelemeyi güçlendirmesiyle, önceki on yıllarda tanımlanan pan-Arap kimliğinden ayrışan modern bir Filistin ulus anlatısı ortaya çıktı.

Uluslararası hukuk tarihi de benzer bir anlatı sunar. Irak, Suriye ve Lübnan için oluşturulan mandalar Arap devletleri kurmak üzere tasarlanmışken, Filistin Mandası, Ürdün Nehri’nin batısında bir Arap devleti değil, özel olarak bir Yahudi ulusal yurdu kurmak amacıyla oluşturulmuştu. Arap taleplerini karşılamak için İngiltere, orijinal Mandanın %77’sini ayırarak Transürdün’ü kurdu. Geriye kalan toprakta başka bir Arap devleti tanıma fikri ise Mandat sisteminin ilk amacına her zaman ters düşmüştür.

Yine de, 1970’lerden başlayarak Soğuk Savaş dinamikleri uluslararası söylemi yeniden şekillendirdi. Sovyet bloğu, Arap Birliği ve Bağlantısızlar Hareketi, Birleşmiş Milletler içinde Filistin davasını egemenliğe layık ayrı bir “halk” olarak yeniden çerçevelemek için öncülük etti. Yıldan yıla, Genel Kurul bu anlatıyı kutsayan bağlayıcı olmayan kararlar aldı. Zamanla politik tekrar, hukuki bir uzlaşma yanılsaması yarattı. Oysa tekrar gerçek değildir; propaganda kurguyu gerçek gibi göstermeye çalışır.

Bu yeniden çerçevelemeden sonra bile Filistinlilere egemenlik kurmaları için birçok fırsat sunuldu ve her seferinde şiddetle karşılık verdiler. 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları’ndan sonra, kurum inşa etmek yerine, gruplar intihar bombalama dalgaları başlattı. 2000 yılında İsrail Camp David’de Batı Şeria ve Gazze’nin neredeyse tamamını teklif ettiğinde, Yaser Arafat masadan kalktı ve İkinci İntifada’yı tetikledi. 2005’te İsrail tek taraflı olarak Gazze’den çekildi ve tüm yerleşimleri boşalttı. Hamas buna barışla değil, roketlerle ve nihayetinde 7 Ekim katliamıyla yanıt verdi.

Bu bağlamda tanıma, verilebilecek en kötü mesajı gönderir: Terörün ahlaki bir başarısızlık değil, stratejik bir yatırım olduğu. Eğer intihar bombalamaları, roket savaşları ve çocukların öldürülmesi diplomatik yükseltmelerle takip ediliyorsa, reddediciler neden yön değiştirsin? Onlar için tanıma, barışın doruk noktası değil, barışın yokluğunun ödülüdür.

Tanıma ayrıca egemenliğin yerini tutamaz. Bir devletin tanımlanmış bir toprak parçası, kalıcı bir nüfusu, işleyen bir hükümeti ve dış ilişkiler yürütme kapasitesi olmalıdır. Bugün Filistinlilerin elinde bunların hiçbiri yoktur. Bunun yerine bölünmüş bir liderlik, parçalanmış bir yönetim ve aktif bir terör altyapısı vardır. Sembolik tanıma bu sorunları çözmek bir yana, yalnızca daha fazla şiddeti teşvik eder.

Dahası, bu durum İsrail’in şüpheciliğini pekiştirir. Batılı hükümetler bir Filistin devletini müzakerelerin dışında tanıdığında, bu İsraillilere şu mesajı verir: Tavizler barış değil, kınama ve baskı getirir. Zaten kırılgan olan güvenin yeniden inşasını neredeyse imkânsız hâle getirir.

Bu yalnızca bir İsrail–Filistin sorunu değildir. Daha geniş çaplı bir diplomatik çöküşü yansıtır: Özün yerini sembolizmin alması. Jest siyaseti, devlet yönetiminin yerini almıştır. Ancak Orta Doğu’da bu dönüşüm ölümcül sonuçlar doğurur. Diplomasi tiyatroya dönüştüğünde, sahne şiddette en yetenekli olanların eline geçer.

Tüm bunlar Filistinlilerin özlemlerini inkâr etmek anlamına gelmez. Ancak bu özlemlerin gerçeğe dönüşmesi isteniyorsa, retorik kestirmelerle değil, kurum inşası için verilen zorlu emekle temellendirilmelidir. Egemenlik bir gösteri değil, bir sorumluluktur. Verilemez, kazanılmalıdır.

Tiyatroyu diplomasi sanmakla, bu çatışmayı yanılsama içinde donmuş, şikâyetlerle beslenen ve çözümlerden yoksun bir biçimde bir nesle daha miras bırakmış oluyoruz.

Kaynak: https://www.geopoliticalmonitor.com/the-mirage-of-palestinian-recognition-optics-over-outcome/

SOSYAL MEDYA