Erkekleri Canavara Dönüştüren Ne? ‘Ahlaki Kötülüğün Kökleri’

En hafif şehvetten, en ağır ve uç metafizik gurura kadar tüm ahlaki kötülüklerin temelinde egosantriklik yatar ve bu tutum, insanın kendi gözlerini bilinçli olarak kör etmesini gerektirir. Eğer fenomenolojinin özü ve insan onurunun farkına varmak, Varlık’la — yani yaratılmış gerçeklikle — yüzleşmeyi gerektiriyorsa, o hâlde ahlaki kötülüğün kökü, gördüğümüz hakikate sırt çevirmeyi seçmemizdir. Bildiğimiz daha büyük bir iyilik yerine, daha önemsiz olduğunu bildiğimiz bir şeye ya da bize anlık haz veren bir şeye dikkat kesilmeyi tercih ederiz. Kendimize aşırı odaklanma, özellikle sık rastlanan bir eğilimdir.
Temmuz 27, 2025
image_print

Kötülüğün Açıklaması

Papa XIV. Leo’nun gündeminde kötülük var. Selefinin izinden giden ilk Amerikalı papa, modernitenin karşı karşıya olduğu sorunlarla derinlemesine ilgilenmeyi sürdürüyor. Papalık ismini seçme bağlamında yaptığı yapay zekâ hakkındaki ilk yorumları ciddi ve dikkat çekici bir ilgi gördü. Ancak Papa, yapay zekâyı insanın doğasında var olan onuru zedeleyebilecek daha büyük bir ikinci Sanayi Devrimi’nin sembolü olarak görüyor gibi. Onun bu değerlendirmeleri, XIII. Leo’nun ilk Sanayi Devrimi sırasında komünizmi ve kontrolsüz tüketim odaklı çalışma biçimlerini eleştirdiği açıklamalarını hatırlatıyor. İnsanı insanlıktan çıkaran kültürel güçler ancak, insanın akıl sahibi ve özgür bir varlık olarak — kadın ve erkek — yaratıldığı ve yalnızca kendisini bütünüyle bir başkasına armağan ettiğinde tam anlamıyla tatmin olabileceği yönündeki yeterli bir insan anlayışının reddedildiği bir dünyada var olabilir.

Bu insan anlayışı yitirildiğinde ve toplumlar insan olmayı indirgemeci bir bakışla tanımlamaya başladığında, kaçınılmaz olarak zulümler ortaya çıkar. İkinci bir Sanayi Devrimi benzeri bir dönüşüm ve onun insan onuruna ve emeğin değerine yönelik tehdidi, ancak “savaşlar, şiddet ve yoksulluk nedeniyle büyük acılar çeken bir dünyada” ortaya çıkabilir. Papa, son dönemde dini liderlere yaptığı çağrılarda, “ideolojik ve siyasi koşullanmayı” reddetmeleri gerektiğini vurguladı; “savaşa ‘hayır’, barışa ‘evet’, silahlanma yarışına ‘hayır’, silahsızlanmaya ‘evet’, halkları ve yeryüzünü yoksullaştıran ekonomilere ‘hayır’, bütüncül kalkınmaya ‘evet’ demeleri” çağrısında bulundu. Ancak bu hâlâ kötülüğün kökenine ve savaş, şiddet ile yoksulluğun nasıl ortaya çıktığına dair soruları yanıtlamıyor.

Neyse ki, Papa Leo’yu şekillendiren geleneklerden beslenen ve kötülüğün kaynağını felsefi olarak ele alan, yakın zamanda yeniden keşfedilmiş bir yaklaşım bize bu konuda daha derin içgörüler sunuyor. Dietrich von Hildebrand (1889–1977), XIII. Leo’nun modernite eleştirilerine köklü biçimde bağlı bir Katolik filozoftu; bu bağlılık, onu Almanya’da Nazizmin yükselişine karşı erken ve kararlı bir muhalif olmaya hazırladı. Hildebrand, II. John Paul ve Edith Stein gibi, insan olmanın ne anlama geldiğiyle ve kişilik vasfımızın bizi yaratılmış diğer varlıklardan ve genel gerçeklikten nasıl ayırdığıyla derinlemesine ilgilenen bir fenomenologdu. Aziz Augustinus’un düşüncelerinden yoğun biçimde beslenen kişilik kavramı, insanın özgün onurunu gözler önüne serer.

Hildebrand’ın düşüncesinin bu iki yönü — fenomenoloji ve kişiselcilik — onu insan eylemlerinin nasıl meydana geldiğini ve bir eylemi iyi ya da kötü yapan şeyin ne olduğunu ele aldığı Etik (Ethics) adlı eseri yazmaya yöneltti. Son derece etkili bir metin olmasına rağmen, Etik, ahlaki kötülüğün kökenlerini — özellikle gurur ve şehvetten (concupiscence) doğuşunu — yalnızca yüzeysel biçimde ele almıştı. Ancak yakın zamanda, Çek akademisyen Martin Cajthaml, Hildebrand’ın Nachlass’ında (edebi mirası kapsamında geride bıraktığı yayımlanmamış notlar ve belgeler) bu konuya dair kapsamlı bir inceleme keşfetti. Bu çalışma ilk kez The Roots of Moral Evil (Ahlaki Kötülüğün Kökleri) adıyla derlenip yayımlandı.

Bu metnin yayımlanması, Papa XIV. Leo’nun seçilmesiyle ilahi bir tevafuk sonucu aynı döneme denk gelmiştir; zira Hildebrand’ın argümanları bu papalığın felsefi ve teolojik temellerine dair derin bir bakış sunmaktadır. Papa’nın görevinin başında yaptığı yorumların ve genç bir Augustinian olarak kaleme aldığı tez üzerine yapılan son araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, Leo’nun Kilise vizyonu, II. Vatikan Konseyi’nin Hıristiyan kişiselciliğine ve hem Hildebrand’ı hem de II. John Paul’ü meşgul eden fenomenolojik meselelere dayanmaktadır — özellikle de insan kalbinin biricik, güzel, gerçek ve iyi olan sevgiden daha düşük şeylere yönelme eğilimi. Papa Leo’nun dünyadaki kötülüklere nasıl yaklaştığını anlamak istiyorsak, Hildebrand’a başvurmalıyız.

Edmund Husserl’in öğrencisi olan Hildebrand, fenomenolojinin yeni felsefesi içinde erken dönemde merkezî bir düşünür hâline geldi. Bu felsefe, akademisyen Michael Waldstein’ın ifadesiyle, “bilincimizde mevcut olan ya da bize verilen şeylerin açıklamasına” odaklanır; daha sade bir ifadeyle, şeyleri oldukları gibi — gerçek ve öznel (ama göreci olmayan) biçimde — deneyimleyişimizde, nesnel hakikate ulaşmanın yolunu görür. Fenomenoloji, varsayımlarla değil, gerçeklik içinde varoluşumuzla başlar. Varlıkla gerçek karşılaşmamız sayesinde — en azından Hildebrand ve II. John Paul gibi Hristiyan filozofların fenomenolojisinde — Varlık’ın, kendisi bir nesne olmayan, hatta en güçlü ya da en yüce bir şey bile olmayan, ama yine de gerçek olan bir şey olduğunu kavramaya başlarız. Varlık, maddi olguların temelini oluşturur ve onların ötesine uzanır.

Bu öznelliğe verilen dikkatle birlikte, insanın onuru da netlik kazanır. Gerçek Varlık’la karşılaştığımızda onun gerçekliğin ötesine geçen sonsuzluğunu ve mutlak ihtişamını fark ederiz. Ancak Varlık’ı yalnızca gerçeklik üzerinden kurulan benzetmelerle anlayabiliriz — bu, Augustine’in özellikle vurguladığı bir noktadır. Augustine ayrıca, Varlık’ın nihai bir tekillik, ilgisiz bir ilk hareket ettirici ya da istemsizce varlık saçan aşkın bir Platonik form olmadığını da vurgular. Aksine, Varlık kişiseldir ve Logos aracılığıyla bizi, kişilerarası ve ebedi bir sevgi eylemi olan aşkın yaşama davet eder. Her insanda, bu ilahi Varlık’la birlikte olma çağrısı vardır — hem bizim ötemizde hem de bizim için olan; bütünüyle mükemmel, hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ama her insanla kusursuz bir sevgi birliği arzulayan bir Varlık. Doğamızda, bir başkasına kendimizi bütünüyle ve özgürce sunma arzumuzda, Varlık’ın özü olan bu kişilerarası sevgiye dair — ve Hakikat’le birlikte olma yolunda, mutluluğa ve yetkinliğe çağıran evrensel davete dair — eksiksiz bir yansıma görürüz: ancak bizi var eden sevgiyle başkalarını sevmemizle mümkün olan, karşılıksız ve özverili bir kendini sunuşla.

Eğer gerçekten çağrımız buysa, neden onu reddediyoruz? İşte Hildebrand’ın üstlendiği devasa sorumluluk da bunu açıklamaktır. Cajthaml’ın giriş yazısında belirttiği üzere, Hildebrand, kötülüğü cehalet ya da hamartia (hedefi ıskalama) olarak gören Platoncu ve Aristotelesçi görüşleri reddeder. Onun yerine, Augustine gibi düşünerek, “ahlaki kötülüğün kaynağını bozulmuş bir akılda değil, yozlaşmış bir iradede” bulur. Hildebrand’ın ifadesiyle, “gurur ve şehvet (concupiscence)” — ki her ikisi de irade zayıflığının ürünüdür — “tüm ahlaki kötülüğün temelinde daima yer alır.”

Hildebrand, şehveti, “hayatımızda tek ölçüt olarak yalnızca öznel tatmini esas almak” şeklinde tanımlar; bu da, ahlaki değere, herhangi bir içsel öneme karşı açık bir kayıtsızlığı ima eder. Açık konuşmak gerekirse, bu, doğru olanı aramak yerine, o anda bize haz veren şeyi seçmeye, istemeye ve onun peşinden gitmeye eğilimli olduğumuz anlamına gelir. Çoğu zaman, içsel olarak daha iyi olanı değil, anlık zevk veren eylemi tercih ederiz. Daha yüksek iyilik yerine daha az ama bize haz veren seçeneği yeğleriz — çünkü onu istiyoruz, ne yapalım!

Şehvet ve gurur, her ne kadar egosantriklik gibi ortak bir kökene sahip olsalar da, farklı yönlere sahiptirler. Şehvete kapılan kişi, “yalnızca öznel olarak tatmin edici şeylere dalar ve kendini onlara kaptırır”; gururlu kişi ise “kendisini seyreden, kendine dönük bir bakışla tanımlanır.” Hildebrand’a göre şehvetli insan “yalnızca çeşitli hazları tatmak ister ve dünyayı keyif verici olana indirgerken”; gururlu insan “kendi ihtişamı, öneminin ve mükemmelliğinin bilinci ve hükmetme arzusu” etrafında döner. Hildebrand, Augustine’den açıkça ilham alarak şehvetin ve gururun ayrımını şu şekilde yapar: “Şehvet sahip olmaya, gurur ise olmaya yöneliktir.” Şehvet, iyinin sahiplenilmesinde bir sapkınlıkken; gurur, kişinin kendi mükemmelliğine dair tutumunda bir sapmadır. Gururun en kötü biçimi ise şeytanidir — Azize Catherine’in şu duasının tam tersidir: “Sen her şey ol, ben hiçbir şey olmayayım.” Bu gurur, içsel olarak Tanrı’ya şöyle seslenir: “Ben olayım, sen olmayasın.”

En hafif şehvetten, en ağır ve uç metafizik gurura kadar tüm ahlaki kötülüklerin temelinde egosantriklik yatar ve bu tutum, insanın kendi gözlerini bilinçli olarak kör etmesini gerektirir. Eğer fenomenolojinin özü ve insan onurunun farkına varmak, Varlık’la — yani yaratılmış gerçeklikle — yüzleşmeyi gerektiriyorsa, o hâlde ahlaki kötülüğün kökü, gördüğümüz hakikate sırt çevirmeyi seçmemizdir. Bildiğimiz daha büyük bir iyilik yerine, daha önemsiz olduğunu bildiğimiz bir şeye ya da bize anlık haz veren bir şeye dikkat kesilmeyi tercih ederiz. Kendimize aşırı odaklanma, özellikle sık rastlanan bir eğilimdir.

Bu kendini kör etme durumu, Hildebrand’ın “içkin bir mantığa kapılma” olarak tanımladığı durumdan kaynaklanır. Buradaki “içkin mantık”, belirli bir faaliyetin kendi içindeki akıl yürütmesini ifade eder. Bu tür bir odaklanma her zaman kötü bir sonuç doğurmaz; hatta insan emeği için gerekli bir koşuldur — örneğin, dikkatli bir tamircinin, onardığı arabanın işleyiş mantısına odaklanması gerekir. Ancak, bu içkin mantık bizi öyle bir içine çeker ki yaptığımız işin amacını artık değerler hiyerarşisinde nereye yerleştireceğimizi göremez hâle gelirsek ve bu amacın değersel bağlamıyla ilgilenmeyi bırakırsak, artık o faaliyetin mantığının kurbanı olmuşuz demektir. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde, daha az değerli olan bir şeyi daha yüksek bir değerin önüne koyarız. Hildebrand bu duruma, başlangıçta iyi niyetle yola çıkan ancak zamanla kurduğu yardım kuruluşunu ayakta tutmak için tüm dikkatini pratik ve maddi meselelere yönelten ve bu yüzden ahlaki bir kayba uğrayan bir lideri örnek verir.

Hildebrand’ın argümanları, ahlaki kötülüğün köklerinin ve insanın kendini kör etme, değerler hiyerarşisini — tepesine Tanrı ve komşu sevgisinin yerleştirildiği bu düzeni — bozma eğiliminin ne kadar sinsi ve ısrarlı olduğunu gösterir. Öznel, düzensiz zevklerimizin yalnızca bizi ilgilendirdiğini düşünme eğiliminde olsak da, Hildebrand uyarır: içkin mantığa günahkâr şekilde kapılmak sadece bireyleri değil, bütün toplumları etkisi altına alabilir ve en savunmasız olanlara da zarar verebilir.

Hildebrand bunu bizzat deneyimlemiştir. Papalık biyografi yazarı George Weigel’in belirttiğine göre, Hildebrand 1933’te Almanya’nın önde gelen Katolik akademik topluluğundan istifa etti; nedeni, bu kurumda bir akademisyenin “Üçüncü Reich’ın seküler dünyada Mesih’in Bedeni’nin gerçekleşmesi” olduğunu ilan etmesiydi — bu, teolojik anlamda kutsala hakaret niteliği taşıyan ve antropolojik olarak da ahlaki çöküşü temsil eden faşist bir sapmaydı. Hildebrand hemen arkadaşlarına bir mektup yazdı ve şu sözlerle karşı çıktı: “Bu Deccal’in Kilise’ye siyasi nedenlerle saldırmaktan kaçınması ya da Vatikan’la konkordato imzalaması önemsizdir. Asıl mesele, onu harekete geçiren ruh, temsil ettiği sapkınlık ve emriyle işlenen suçlardır. Kurban bir Yahudi, bir sosyalist ya da bir piskopos olabilir; Tanrı için bu fark etmez. Masumca dökülen kan göğe haykırır.”

Üçüncü Reich’ın aşırı kibirli içkin mantığında ideoloji, masumiyetin, insanın ve Tanrı’nın önüne yerleştirilmişti. Papa Leo, insan doğasına kazınmış olan imago Dei’nin (Tanrı suretinde yaratılmışlığın) tüm boyutlarını geçersiz kılmaya çalışan yeni bir sanayileşmenin mantığını da aynı türden bir içkin mantık olarak tanımlar — bu, insanı her yönden tehdit eden bir yaklaşımdır. Öyleyse, haz odaklı bir şehvetten, benmerkezci bir gururdan ya da her şeyi kuşatan bir içkin mantıktan bizi fiilen kurtarabilecek olan şey nedir? Gerçekliği sağlıklı bir şekilde görmemizi ne sağlar?

Görünüşe göre Leo, Hildebrand’ın izinden gidiyor. Hildebrand’ın kişiselcilik anlayışı, zamanla cinsiyet farklılığı, evlilikte karşılıklı kendini verme ve aile üzerine bir yaklaşıma dönüştü — bu da II. John Paul’ün ünlü beden teolojisinin temelini oluşturdu. Papa Leo da son açıklamalarında bu çizgiyi tekrar ediyor: “Hükümet liderlerinin görevi, başta bir kadın ve bir erkek arasındaki istikrarlı birlikteliğe dayalı aileye yatırım yaparak, uyumlu ve barışçıl sivil toplumlar inşa etmektir.” Ailelerimiz bize önceliklerimizi yeniden gözden geçirmemizi sağlar; sadece kendimiz ve arzularımız için yaşamadığımızı hatırlatır; mükemmel olduğumuza dair yanılsamaları sarsar ve bizden fazlasını talep eden içkin mantıktan bizi sıyırır: Bizi gerçekle yüzleşmeye zorlar. Hem Hildebrand hem de Papa Leo, şehvetin, gururun ve içkin mantığın aile hayatı için ne denli yıkıcı olduğunu; oysa aile yaşamının — evreni sevgiyle var kılan Varlık’ın yaşamını bu dünyada en iyi yansıtan şey olduğunu — açıkça ortaya koyar.

* John-Paul Heil, Mount St. Mary’s Üniversitesi’nde çekirdek araştırma görevlisidir. Yazıları TIME, The Week ve Smithsonian gibi yayınlarda yayımlanmıştır.

Kaynak: https://lawliberty.org/book-review/evil-explained/