Stephanie Cronin, Oxford Üniversitesi
Iraninan Studies
*Çeviri: Cengiz Sözübek
Özet
1978 yılında Edward Said’in Orientalism (Oryantalizm) adlı kitabının yayımlanması, Batı’nın Batı dışı dünyaya ilişkin akademik çalışmalarının doğası hakkındaki tartışmanın şartlarını sonsuza dek değiştirdi. Derinden sarsıcı olan Said’in eseri, Batı Avrupa, Amerika ve Asya’daki birçok akademik disiplinde dönüştürücü bir etki yarattı. Sovyetler Birliği’nde formüle edilen Batı bilimine yönelik eleştiriler de dahil olmak üzere daha eski fikir ve araştırmalardan yararlanan Said’in kitabı, Said’in kendi kamuoyundaki imajıyla birlikte, imparatorluk metropolleri ile sömürge dünyası arasındaki mevcut güç-siyaset ilişkilerinin daha geniş çaplı bir reddini temsil ve sembolize etmeye başladı. Oryantalizm’de Said, esas olarak bir söylemi dekonstrükte etmekle ilgilenmiş, Avrupa entelektüellerinin Doğu üzerinde Batı’nın hegemonyasının genişlemesine önemli bir katkı sağladıkları Anglo-Fransız Oryantalizminin belirli bir ideolojik misyonunun ve ayrıntılarının analizini yapmaya çalışmıştır. İran ve daha geniş Persophone bölgesinden alınan vaka çalışmalarıyla, 19. yüzyıl Rus veya 1917 sonrası Sovyet Doğu söylemlerinde benzer bir entelektüel yapı tespit edilip edilemeyeceği sorusu ortaya atılmıştır. Çarlık Rus akademisyenleri ve yöneticileri, Said’in anlamında Persophone dünyasıyla ilgilenen Oryantalistler miydi? 1917’deki kırılmanın Rus Doğu söylemlerinde önemi neydi? Sovyet İranolojisi geleneksel imparatorluk Oryantalizmi ile devam mı etti yoksa kopuş mu yaşadı? İmparatorluk Rusya’sı ve Sovyetler Birliği’nde Doğu bilgisi ile Doğu üzerindeki iktidar arasındaki ilişki neydi? En tartışmalı soru ise, imparatorluk Rusya’sı veya Sovyet İranolojisi, Doğu ve Batı’yı özselleştirme, aralarında derin ontolojik karşıtlıklar kurma ve Batı’nın içsel üstünlüğü sonucuna varma konusunda Anglo-Fransız söylemleriyle aynı eğilimi göstermiş miydi?
1978’de Edward Said’in Oryantalizm adlı kitabının yayımlanması, Batı’nın Batı dışı dünyaya ilişkin akademik çalışmalarının doğası hakkındaki tartışmanın şartlarını sonsuza dek değiştirdi. O andan itibaren “Batı” ve “Doğu” kelimeleri geri dönülmez bir şekilde sorunlu hale geldi. Derinden sarsıcı olan Said’in eseri, Batı Avrupa, Amerika ve Asya’daki birçok akademik disiplinde dönüştürücü bir etki yarattı. Sovyetler Birliği’nde formüle edilen Batı bilgeliğine yönelik eleştiriler de dahil olmak üzere daha eski fikir ve araştırmalardan yararlanan Said’in kitabı, Said’in kendi kamusal kişiliği ile birlikte, imparatorluk metropolleri ile sömürge dünyası arasındaki mevcut güç-politik ilişkilerin daha geniş bir reddini temsil ve sembolize etmeye başladı. Adanmış bir akademik çalışma olan Oryantalizm‘in polemik tarzı, hem sağdan hem de soldan ilgiyi üzerine çekti ve yayınlandığından bu yana, yeni ampirik araştırmalar ve teorik gelişmeler ışığında benimsenmiş, eleştirilmiş, tartışılmış, reddedilmiş, yorumlanmış ve yeniden yorumlanmıştır. Bununla birlikte, kitabın bilgi politikası çalışmalarının temel metinlerinden biri olduğu konusunda genel bir mutabakat vardır.
Said’in eserinin tam anlamı ve etkileri sürekli olarak değerlendirilip tartışılsa da, bazı temel fikirleri temel kabul edilmektedir. Foucault’nun söylem teorisinden ve Gramsci’nin hegemony kavramından serbestçe yararlanarak Said, Oryantalizm kavramını, Doğu ve Batı’nın kurgusal ikilemlerine dayanan bir düşünce biçimi, Avrupa kimliğinin kendini tanımlaması için bir ideolojik mekanizma ve en ünlü tanımıyla “Doğu ile ilgilenmek için kurulan kurumsal bir kurum — Doğu hakkında açıklamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri onaylayarak, onu tanımlayarak, öğreterek, yerleştirerek ve yöneterek onunla ilgilenmek” olarak geliştirdi. Doğu hakkında yazmak, ister akademik, ister edebi veya başka türlü olsun, Batı’nın her zaman üstün olduğu iktidar ilişkileriyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı.
Oryantalizm‘de Said, esas olarak bir söylemi dekonstrükte etmekle ilgileniyordu. Kültürel, edebi ve akademik elitlerin imparatorluğun hizmetkârları olarak hareket ettikleri şeklindeki oldukça basit fikri kabul ederek, daha çok belirli bir ideolojik misyonun, Anglo-Fransız Oryantalizminin ayrıntılı bir analizini yapmaya çalıştı. Bu misyon aracılığıyla Avrupalı entelektüeller, Batı’nın Doğu üzerindeki hegemonyasının genişlemesine önemli bir katkı sağladılar. İran ve daha geniş Persofonik bölgeden alınan vaka çalışmalarını örnek alarak, bu derlemede, 19. yüzyıl Rus veya 1917 sonrası Sovyet Doğu söylemlerinde benzer bir entelektüel kurgunun tespit edilip edilemeyeceği sorusunu ortaya atıyoruz. Çarlık Rus akademisyenleri ve yöneticileri, Said’in anlamında Persofonik dünyayla ilgilenen Oryantalistler miydi? 1917’deki kırılmanın Rus Doğu söylemlerinde önemi neydi? Sovyet İranolojisi geleneksel imparatorluk Oryantalizmi ile devam mı etti, yoksa kopuş mu yaşadı? İmparatorluk Rusya’sı ve Sovyetler Birliği’nde Doğu bilgisi ile Doğu üzerindeki iktidar arasındaki ilişki neydi? En tartışmalı soru ise, imparatorluk Rusya’sı veya Sovyet İranolojisi, Doğu ve Batı’yı özselleştirme, aralarında derin ontolojik karşıtlıklar kurma ve Batı’nın içsel üstünlüğü sonucuna varma konusunda Anglo-Fransız söylemleriyle aynı eğilimi göstermiş miydi?
Said, kitabının başında açıkça belirttiği gibi, Oryantalizmi esas olarak İngiliz ve Fransız kültürel bir girişim olarak anlıyordu. Almanya’ya sadece geçiştirerek değindi ve Rusya’ya ise neredeyse hiç değinmedi. Bu, Rusya’daki akademisyenlerin, dünyanın çoğu yerinde hegemonik bir söylem haline gelen Said’in analizine karşı gösterdikleri belki de benzersiz kayıtsızlığı kısmen açıklayabilir. Oryantalizm, yayınlanmasından on beş yıl sonra Rusçaya çevrildi, çeviriler kısmi, beceriksiz ve hatalıydı ve çok az ilgi gördü. Kuşkusuz, Sovyet sonrası akademi, Doğu’yu kurtuluş söylemi içinde bağlamsallaştırma geleneğinin derin etkisinde olduğu için Said’in eleştirisine direndi.
Buna karşılık, Batı’da Rus imparatorluk ve Sovyet gelenekleri üzerine yapılan akademik çalışmalar, biraz geç de olsa, Said’in söylemiyle daha ciddi bir şekilde ilgilenmiştir. Bu ilginin en iyi bilinen örneği, 2000 sonbaharında Kritika dergisinde yer alan tartışmadır. Nathaniel Knight’ın birkaç ay önce Rus oryantalist ve çarlık yöneticisi Vasilii Grigor’ev hakkında yayınladığı bir makaleyle tetiklenen Kritika tartışması, Adeeb Khalid, Knight’ın kendisi (her ikisi de çarlık dönemindeki Orta Asya hakkında yazıyordu) ve Balkan uzmanı Maria Todorova arasında Said’in Rus örneğine uygulanabilirliği konusunda keskin tartışmalara sahne oldu. O zamandan beri, Rusya ve Sovyetlerin Doğu’ya yaklaşımları üzerine çalışan akademisyenler, çoğu zaman isteksizce de olsa, teorik çerçevelerine Said’in bazı tartışmalarını dahil etmek zorunda kaldılar.
Said’in bakış açısının 1917 öncesi ve sonrası Rus oryantalizmiyle ilgisi konusunda çeşitli itirazlar dile getirildi. İlk olarak, Said’in İngiliz ve Fransız söylemleriyle, oldukça farklı siyasi, kültürel, entelektüel ve dini geleneklere sahip bir ülkede gelişen ve Rus okulunun kaynağı olan 19. yüzyıl Alman oryantalizmi arasındaki temel farkları kavrayamadığı iddia edildi.
İkincisi ve daha da önemlisi, Said, Rus tarihinin ve jeopolitiğinin sahip olduğu iddia edilen benzersizliği veya en azından “ayırt edici özelliği” nedeniyle Rus örneği ile ilgisiz olarak değerlendirilmektedir. Örneğin Nathaniel Knight, Grigor’ev hakkında yazdığı makalede, Doğu/Batı ikileminin Rusya’ya uygulanamayacağını savunan yaygın bir görüşü ortaya koymuş ve bunun yerine Rusya’nın ne tamamen Batılı ne de tamamen Doğulu olduğu, daha çok Batı ile Doğu arasında yer alan “garip bir üçlü” olduğunu savunmuştur. Rusya’nın benzersizliği gibi bir kavramın kökeni, Büyük Petro’nun reformlarına karşı olumsuz tepkilerle ortaya çıkan ve 19. yüzyıl ortalarında Slavofil-Batılı tartışmalarında doruğa ulaşan 18. yüzyıl sonu/19. yüzyıl başına kadar uzanır. Bu kavram, Rusya ile Batı arasında temel bir fark olduğu ve bazen de Rusya’nın Doğu’ya özel bir yakınlık duyduğu, dolayısıyla Doğu’yu anladığı ve takdir ettiği gibi belirli bir fikri içeriyordu. Nitekim, bu sonuncu duygu, kültürel olarak farklı halkların Rusya’nın liderliği altında bir araya getirileceği bir tür pan-Avrasya milliyetçiliği olan Avrasyacılık teorisinde resmi bir şekil almıştır. Bu teori ve siyasi proje, Sovyet düzeninin çöküşünden sonra dramatik bir canlanma yaşamış ve günümüze kadar varlığını sürdürmektedir. Bu yaklaşıma göre, Britanya ve Fransa için imparatorluk projesi ulusal sınırların çok ötesinde yer alırken, Rusya için Doğu, öncelikle devlete fiziksel olarak dahil edilmiş topraklar, özellikle Kafkasya ve Türkistan’dan oluşuyordu. Buna göre, Avrupalılar ve Avrupalı olmayanlar, Anglo-Fransız imparatorluk alanlarında olduğundan daha doğal ve yakın bir şekilde Rus imparatorluğu içinde kaynaşmışlardı ve entegrasyon ve asimilasyon teşvik edilip ödüllendirilebilirdi; örneğin, Ruslaştırılmış Tatar elitinin Rus kültürüne katkısı, Anglo-Fransız deneyiminde düşünülemezdi. Ancak Avrasya yanlısı eğilimlerin içinde bile, doğu vahşeti ve şiddetine dair klasik Oryantalist motifler bulunabilirdi. Bunların en ünlü örneği, Bolşevik yanlısı şair Aleksandr Blok’un Ocak 1918’de yayınlanan “İskitler” adlı eserinde ifade edildi. İdeolojik Avrasyaçılık, çok çeşitli siyasi pozisyonların ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin Blok ve İskitçiler, Bolşevik devrimini benimsedi. Ancak bu, büyük olasılıkla imparatorluk savunucularına malzeme sağladı. Adeeb Khalid’in Knight’a verdiği yanıtta da belirtildiği gibi, on dokuzuncu yüzyılda Doğu ile iddia edilen herhangi bir yakınlık, büyük ölçüde Rusların kendi karmaşık ve sorunlu kimliğinin, özellikle de kendinden emin Avrupalılara karşı duydukları aşağılık kompleksinin bir ürünüydü. Khalid, Dostoyevski’den şu alıntıyı yapar: “Avrupa’da bizler taklitçiler ve köleleriz, ama Asya’da efendiyiz. Avrupa’da bizler Tatarız, ama Asya’da bizler de Avrupalıyız.” Bu anlamda, Rusya’nın kendi Batı kimliğini netleştirmek ve güçlendirmek için hayali bir Doğu’yu kullanma deneyimi, Said’in Oryantalist paradigmasına mükemmel bir şekilde uymaktadır. Dostoyevski’nin alıntısından da anlaşılacağı gibi, Asya’ya duyulan sözde yakınlık, çoğu zaman fetihlerin bir gerekçesi olarak kullanılıyordu.
Said’e karşı daha küçük çaplı itirazlar da dile getirilmiş ve Rus istisnacılığı savunulmuştur. Örneğin, Rus imparatorluğunda diğer imparatorluklara kıyasla bilim dünyası ile sömürge yönetiminin birbirine daha fazla karışmış olmasının, Rusların belirli bir özelliği olduğu öne sürülmüştür. Birçok çarlık subayı ve idarecisi, Doğu çalışmaları alanında otorite haline gelirken, Oryantalistler Orta Asya ve Kafkasya’daki idarelerde ve Rus dışişleri bakanlığında iş buldular. Ancak bu iç içe geçmişlik, Said’in paradigmasını daha da anlamlı hale getiriyor gibi görünüyor. Alexey Khismatulin, İran ve Pers çalışmalarının Rusya’da daha geniş bir alan olan Oryantalizm içinde gelişmesiyle, 19. yüzyıl imparatorluk-akademi bağlantısının bir dizi ürününün nasıl önemli roller oynamaya başladığını anlatmaktadır. Örneğin, Alexander Tumanski (1861-1920), Bahailer ve daha genel olarak Fars el yazmaları konusunda bir akademisyen ve Rus ordusunda tuğgeneraldi. Kokand’ın Farsça tarihinin editörü Nikolai Pantusov, Orta Asya’da askeri idarede çalıştı; Türkistan’da Rus ordusuyla birlikte seferdeyken arşivlerde büyük başarılar elde eden Alexander Kuhn gibi. Nikolai Khanykov ve Alexander Chodzko çarlık döneminin akademisyen-diplomatlarıydı, günlük yazarı ve etnograf Vladimir Kosogovski ise İran Kazak Tugayı’nda albaydı. Kürtler konusunda bir otorite olan Basil Nikitin (1885–1960) de, bu grubun en ünlü üyesi Vladimir Minorsky gibi, akademik çalışmalarını devrim öncesi dışişleri bakanlığındaki görevleriyle birleştirmişti.
Saidian ikileminin Rus örneğine uygun olmadığı da iddia edilmiştir çünkü imparatorluk Rus Oryantalizminin kilit figürleri kendileri Avrupalı değil Oryantaldi. İran doğumlu Mirza Alexander Kazem-Bek bunlardan biriydi. İngilizce biyografisi henüz yazılmamış olan renkli bir kişilik olan Kazem-Bek, Raşt’ta doğdu, İslam’dan Protestanlığa (Ortodoksluğa değil) geçti ve Kazan Üniversitesi’nde Arapça ve İslam hukuku profesörü oldu. Kazem-Bek, akademik statüsü yadsınamaz olsa da, bazı geleneksel Oryantalist klişeleri sevinçle benimsemiş ve Kazan sokaklarında ipek türban ve renkli cüppeler giyerek dolaşırken çektiği ilgiyle keyif çatmış gibi görünmektedir. Rus olmayan etnik azınlıkların, “yerlilerin” (inorodtsy) temsilcilerinin, Rus imparatorluğunun Doğu hakkındaki bilgilerinin üretiminde araştırma asistanı olarak oynadıkları önemli rol de vurgulanmıştır. Ancak Alexander Morrison’un işaret ettiği gibi, diğer imparatorluklar, özellikle de Britanya İmparatorluğu, İngiliz Oryantalistlerin Hintli muhataplarına derin bir şekilde bağımlı olduğu bir “bilgi oluşumunda işbirliği girişimi” yaşamış olsa da, derin güç eşitsizlikleri bağlamında imparatorluk akademisyenleri ile yerliler arasındaki “diyalog”un niteliği sorunlu olmaya devam etmektedir.
Rus Oryantalizminin Çarlık imparatorluğunun fetihlerini meşrulaştırmadaki rolüne ilişkin bu tartışmalar, ilk olarak Rus imparatorluğuna dahil edilen çok dilli geniş bölgeler, Kafkasya ve Orta Asya ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Burada Farsça/İran dilleri ve kültürünün etkisi derindi ve Tiflis, Bakü, Buhara, Taşkent ve Semerkant gibi kent merkezleri ile İran’daki kentler arasında çok sayıda ve kalıcı bağlar vardı. Ancak, hâlâ bağımsız ama toprakları birbirine bitişik ve imtiyazlı devletler olan İran ve Afganistan’a ve ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik çarlık imparatorluk politikalarını meşrulaştırmada Oryantalist söylemin olası rolü çok daha az dikkat çekti. Bugüne kadar, dış ve egemen bir devlet olan İran’a karşı Rus imparatorluğunun tutumunun şekillenmesinde Oryantalizmin rolünü doğrudan ele alan en önemli çalışma, Elena Andreeva’nın 19. yüzyıl Rus seyahatnamelerini kapsamlı bir şekilde inceleyen eseridir. Andreeva, yukarıda tartışılan nitelemeleri ve istisnacılığı reddederek, Dostoyevski’nin alıntısında ifade edilen zihniyeti örneklerle ortaya koyar ve Rus Oryantalizmini, Batı Avrupa prototipinin abartılı, hatta grotesk bir versiyonu olarak görür. Andreeva’nın ele aldığı Rus gezginlerin önyargıları, kendi güvensizlikleriyle daha da abartılmış, aşırı ve serbestçe ifade edilmiş olsa da, İngiliz gezginlerin yazılarından aşina olanlar için tanıdık gelmektedir. Bu önyargılar arasında İslam’a karşı derin bir düşmanlık, kadınların sözde aşağılanmış konumuna yönelik müstehcen bir takıntı, şimdiki zamanı daha iyi karalamak için eski geçmişe duyulan hayranlık ve imparatorluğun kucaklamasına daha açık olduğu varsayılan dini ve etnik azınlıklara duyulan tercih yer almaktadır.
Peki ya İranlıların Ruslara bakışı nasıldır? Said, Oryantalizm kitabına Marx’tan bir alıntıyla başlamıştır: “Onlar kendilerini temsil edemezler; temsil edilmeleri gerekir.” Said’in, Oryantalist söylemin inşasından Oryantal’ların kendilerinin dışlanmasında ısrarı, bu söylemin Avrupa’nın kendisiyle yaptığı bir konuşmadan ibaret olduğu için çok eleştirildi. Bu eleştiriler, Said’in orijinal argümanının en ilginç ve verimli gelişmelerinden bazılarını ortaya çıkardı: asla eşit olmayan ama zorunlu olarak karşılıklı olan sömürgeci karşılaşmaya odaklanma ve sömürge öznelerinin etkenliğine dikkat çekme. Said için söylem, gücün bir yansımasıydı; modern Oryantalizm, on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıktı ve Napolyon’un Mısır’ı işgalinin ideolojik bir sonucu olarak ortaya çıktı. İran’da, değişen güç yapılarını açıkça taklit eden, Rusya üzerine Batılı bir söylemin evrimi son zamanlarda ortaya çıkarılmıştır. Safeviler, Rusları ilkel barbarlar ve Avrupa’nın Özbekleri olarak görüyor ve hor görüyorlardı. On sekizinci yüzyılda bu hor görme, Rusların askeri başarılarına duyulan saygıyla karışmaya başladı ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında Büyük Petro, Kaçarların otoriter modernleşme arayışında örnek alınacak bir model haline geldi. 19. yüzyılın sonlarında, İranlı reformcular, Kafkasyalı radikaller ve Türkistanlı Cedidler arasında Rusya’yı nasıl anlamak gerektiği konusunda yaşanan karmaşık mücadele, Mulla Nasr al-Din dergisinin sayfalarını dolduran karikatürlerde çarpıcı bir şekilde resmedildi. Bazen şok edici derecede açık olan bu karikatürler, ilk bakışta çağdaş Avrupalıların geri kalmış Doğu ve ilerici Batı hakkındaki görüşlerinin içselleştirilmesini temsil ediyor gibi görünüyor. Ancak karikatürlerde tasvir edilen Ruslar, herhangi bir pandomimci Oryantal kadar hayali figürlerdir ve Rus gerçekliğini betimlemek yerine, yerel Müslüman toplumların eksikliklerini vurgulamak için kullanılırlar. Rus imparatorluk gücü ise, tüm bu süreç boyunca tehditkar bir jeopolitik varlık olarak kalır. Mulla Nasr al-Din‘in karikatürlerinde tipik olarak görülen şizofrenik tutum, 1917’den sonra da devam etti. Sovyetler Birliği, İran entelektüelleri için hem modernliğin idealize edilmiş bir vizyonunu hem de ulusal bağımsızlığa bir tehdit olarak temsil etmeye devam etti.
Birçok imparatorluk Rus oryantalisti, Said’in paradigmasına çok net bir şekilde uymakta ve hatta belki de Anglo-Fransız öncüllerinden daha mükemmel bir şekilde onun temel ilkelerini örneklemektedir. Sovyet oryantolojisi ve İranolojisinin konumu ise daha karmaşıktır. Öyleyse Sovyet akademisi geçmişle ne ölçüde bir kopuşu temsil etti ve ne ölçüde farklı bir kelime dağarcığı kullanarak Rus imparatorluk gücünün iddiasını desteklemek için ideolojik mekanizmalar sağlamaya devam etti? Denis Volkov, geç imparatorluk, Sovyet ve Sovyet sonrası Oryantalizmi karakterize eden söylemsel süreklilikleri ve epistemolojik değişimleri izleyerek bu soruyu doğrudan ele almaktadır.
Yeni kurulan Sovyet devleti, iki ayrı ve hatta birbirine zıt Oryantoloji bilgi üretim merkezine başkanlık etti. Bunlardan biri, çarlık döneminden miras kalan ve Bolşevikler tarafından burjuva olarak görülen, ancak yeni devletin hizmetinde hoş görülen ve istihdam edilen St. Petersburg/Leningrad filoloji ve tarih okuluydu. Nitekim, bu geleneğin bazı ürünleri, özellikle etnografik çalışmalar, yeni yetkililer tarafından olağanüstü bir ölçüde kullanıldı. Diğeri Moskova’da bulunuyordu ve kadrolar, parti çalışanları ve yöneticiler yetiştirmek için tasarlanmış birkaç yeni kurumdan oluşuyordu. Bu kurumların rolü, pratik ve politik olarak ilgili bilgi sağlamak ve Sovyet hükümetinin Doğu’yu emperyalizm ve sömürgecilikten kurtulmaya teşvik etme niyetinin işlevlerini yerine getirmekti. Bu kurumlar arasında, çoğunlukla Rus öğrencilere yönelik olan ve 1923’ten 1927’deki ölümüne kadar Mikhail Pavlovich (Mikhail Lazarevich Vel’tman) tarafından yönetilen Moskova Doğu Araştırmaları Enstitüsü, Orta Doğu ve ötesinden gelen öğrenciler için kurulan ünlü Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (KUTV) yer alıyordu.
St. Petersburg Doğu Bilimleri Okulu ve bu okulun imparatorluğun son dönemlerinde ve Sovyetlerin ilk dönemlerinde Doğu’ya ilişkin anlayışın şekillenmesindeki rolü derinlemesine incelenmiştir. 19. yüzyılın sonlarında St. Petersburg Üniversitesi’nde Arapça profesörü olan ve kendisi de Bahailer konusunda bir otorite olan Victor Rozen tarafından yetiştirilen bu grubun en ünlü üyeleri Vasilii Bartold ve Nikolai Marr idi. Bu akademisyenlerin çoğu, inorodtsy asistanlarının yardımıyla, 1917 öncesi ve sonrasında Kafkasya ve Türkistan’daki belirli etnik grupların ayrı ulusal topluluklar olduğu fikrini yaymak, ulusal bilincin gelişmesini teşvik etmek ve yerel ulusal liderlikleri yetiştirmek konusunda önemli bir rol oynadılar. Matthias Battis’in eski çarlık yetkilisi ve oryantalist Alexandr Semenov üzerine yaptığı araştırmada da görüldüğü gibi, bu akademisyenlerin teorik ve ampirik çalışmaları, 1920’lerde Sovyet milliyetler politikasının temelini oluşturdu. Semenov, yerel aydınlar arasındaki müttefikleriyle birlikte, Türklerin hakim olduğu bir bölgede Farsça dilini ve Tacik devletini savunmada ve Sovyet döneminde Tacik devletini desteklemekle kalmayıp, Sovyet sonrası ideolojik boşlukta daha da güçlenecek olan bir Tacik tarihi versiyonunu ortaya koymada önemli bir rol oynadı. Michiel Leezenberg’in Sovyet Kürdoloji’si hakkındaki anlatımı da, bu kez dilbilimsel bir bakış açısıyla, erken Sovyet milliyetler politikası ve ulus inşasını ele almaktadır. Burada da Leningrad okulunun bir üyesi olan Nikolai Marr öne çıkmıştır. Marr’ın, çağdaş Hint-Avrupa dilbilimindeki ırkçı varsayımları reddeden ve Kürtçe gibi konuşulan alt sınıfların yerel dillerinin değerini vurgulayan tartışmalı dilbilim teorileri, Kürt akademisyenlerin Kürtçe alfabesi ve yazılı Kürt edebiyatı yaratmasını şekillendirmiş ve teşvik etmiştir.
Oryantalizm bilgisinin üretildiği bir başka oldukça farklı merkez Moskova’da bulunuyordu ve bu merkezde başlıca Moskova Doğu Araştırmaları Enstitüsü ve KUTV temsil ediliyordu. Bu kurumlar, Doğu’nun devrimci dönüşümü için çalışmaya açıkça adanmışlardı ve tüm entelektüel çalışmaları bu amaca tabi kılıyorlardı. Bu kurumların önde gelen isimlerinden biri, Moskova Enstitüsü başkanı ve Novyi Vostok (Yeni Doğu) dergisinin kurucusu Mikhail Pavlovich, İran araştırmaları açısından özel bir ilgi konusu. Yüzyılın başlarında Fransa’da sürgünde bulunan Pavlovich, o zamanlar Menşevik olan, kısmen Avrupa emperyalizmi üzerine yaptığı çalışmaların bir sonucu olarak, kısmen de İran ve Osmanlı İmparatorluğu’nu sarsan devrimci ayaklanmaların etkisiyle Doğu’ya ilgi duymaya başladı. Pavlovich, 1909 ile 1911 yılları arasında yayınlanan birkaç makalede, İran’daki siyasi durumu hem keskin hem de öngörülü bir şekilde analiz etti. Bu analizlerin ana hatları, Anayasa Devrimi ile ilgili birçok akademik yazıda hâlâ bulunabilir. Pavolovich’e göre, İran’daki kargaşa, Rus ve İngiliz kapitalizminin İran ekonomisine girmesiyle ve bunun sonucunda reform taleplerini yönlendirebilecek yerli bir burjuvazinin ortaya çıkmasıyla tetiklenmişti. Ancak Pavlovich, Kafkasya ve İran’da devrimci hareketlerin ortaya çıkışı ile işçi göçünün, göçmenlerin Bakü petrol sahalarında tanıştıkları fikirleri ve örgütleri İran’a geri getirmelerinin önemli rolü arasındaki bağlantıya da dikkat çekti. Pavlovich, daha sonraki Sovyet tartışmalarının habercisi olarak, Anayasa Devrimi’nde Şii müctehidlerin ve İslam’ın kendisinin koşullu olarak ilerici rolüne de değindi. Daha genel bir ifadeyle, Pavlovich, 1912’de Revue du Monde Musulman dergisinde yayınlanan “Zelim Khan et le brigandage au Caucase” başlıklı makalesinde, Eric Hobsbawm’un “sosyal haydutluk” tezini yarım asır önceden öngörmüştü.
1917 devriminden sonra Bolşeviklere katılan Pavlovich, 1920’de Doğu Halkları Kongresi’nin örgütlenmesine başladı. Eylül 1920’de Bakü’de düzenlenen kongrede Pavlovich, İranlı devrimci Avetis Sultanzadeh ile yakın işbirliği içinde çalıştı. Bu tarihten itibaren Sovyet teorisyenleri, tarihsel materyalizm araçlarını kullanarak, kapitalizm öncesi toplumların tarihsel gidişatını ve köylülüğün potansiyel devrimci rolünü anlamaya odaklanacaklardı. İran analizleri, bu daha geniş ideolojik projenin içine derinlemesine yerleştirilecekti. Ortaya çıkan teorik çerçeve, sadece Sovyetler Birliği ve Komintern’in İran politikalarının şekillenmesinde değil, Sovyet eserlerinin çevirileri ve Tudeh Partisi (İran komunist partisi – çn) tarafından İran’da yayılmasından derinden etkilenen İranlı entelektüellerin nesillerinin dünya görüşünün oluşmasında da belirleyici bir faktör olacaktı. Nitekim, Sovyetlerin İran’ın tarihsel gelişimi üzerine yaptığı analizlerin İran entelijansiyası üzerindeki etkisi, Tudeh’in gerçek siyasi etkisini çok aştı.
1917’den önce Marksistler, her insan toplumunun aynı tarihsel gelişim sürecinden geçmesi gerektiğine göre evrensel olarak uygulanabilir bir teoriye bağlıydılar. Bu süreç, her biri belirli bir üretim tarzının hakimiyetiyle karakterize edilen beş ayrı aşamadan oluşuyordu. Bu aşamalar ilkel komünizm, klasik/kölelik, feodalizm, kapitalizm ve son olarak sosyalizmdi ve değişimin itici gücü sınıflar arası mücadeleydi.
Marx ve Engels’in dağınık yorumları, bu genel teoriye Asya Tipi Üretim Tarzı kavramını da dahil etmişti ancak 1917’den önce bu kavram gelişmemiş ve büyük ölçüde âtıl kalmıştı. Ekim Devrimi, bu klasik Marksist şemayı keskin bir şekilde sorgulamaya başladı. Olgun kapitalizmi, büyük, iyi örgütlenmiş ve siyasi olarak gelişmiş işçi sınıfıyla Almanya, sosyalist devrimin en olası adayı olarak görülüyordu.
Bunun yerine, sanayi açısından geri, siyasi açıdan otokratik, köylü Rusya öncülüğü ele geçirdi. Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden önce bile, Lenin 1917 Nisan Tezleri’nde klasik şemayı dolaylı olarak sorgulamıştı. Ekim’den sonra, bu tamamen beklenmedik yeni gerçeklik için teorik olarak tatmin edici bir açıklama bulmak acil bir ihtiyaç haline geldi. Her toplumun beş aşamayı, özellikle de kapitalist aşamayı geçmesi gerektiği konusundaki tartışmalar, Doğu ile ilgili olarak özellikle keskinleşmişti. İran da dahil olmak üzere çoğu Doğu ülkesi, gerçek bir işçi sınıfının çok az olduğu veya hiç olmadığı kapitalizm öncesi toplumlardı ancak Rusya’nın yaptığı gibi doğrudan sosyalist aşamaya geçebilirler miydi? Asya Tipi Üretim Tarzı gerçekten var mıydı ve gelişme şemasında nerede yer alabilirdi?
Bu tartışmalar teorik önemin ötesindeydi. Aslında, bu tartışmaların en ciddi siyasi sonuçları vardı. Bir toplumun üretim tarzını doğru belirlemek çok önemliydi. Eğer feodal ise, yükselen burjuvazi ile siyasi ittifak uygun bir strateji olurdu; eğer zaten kapitalist ise, burjuvazi açıkça düşman rolünü üstlenebilirdi. Benzer şekilde, kapitalist aşamadan geçmek gerekmiyorsa, burjuvazi ile ittifak kurmak da gerekmezdi; bu ittifak gereksiz olmakla kalmayıp, ölümcül de olabilirdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı ve eski Rus imparatorluğunu ve Asya’nın büyük bir bölümünü hâlâ etkisi altında tutan küresel siyasi kriz bağlamında, 1920’de düzenlenen Doğu Halkları Bakü Kongresi, sömürgeci dünyanın kapitalist aşamadan geçmesi gerekliliğine karşı kesin bir tavır aldı. Artık bağlam, bir işçi ve köylü cumhuriyetinin (SSCB) varlığıyla değişmiş olduğundan, kongre kararları, bağımsız bir işçi sınıfının olmadığı yerlerde bile ülkelerin Sovyet sistemi için doğrudan mücadele etmesini çağrıştırıyordu. İran için bu strateji, Jangalis’e destek ve Gilan’da bir Sovyet cumhuriyetinin ilanını anlamına geliyordu. Ancak, daha gelişmiş Batı’daki devrimlerin desteğini alamayan yeni Sovyet devleti, 1920’lerin başında ortaya çıkan uluslararası statükoya uyum sağlamaya başladığında, İran’a yönelik strateji, devrimi savunmaktan, Batı emperyalizmine karşı mücadelede müttefikler kazanmaya doğru geri çekildi. Reza Khan, Mustafa Kemal ve en felaketle sonuçlanan örnek olarak Çin’deki Çan Kay-şek gibi figürler, burjuva demokratik güçlerin ilerici temsilcileri olarak selamlandı ve yerel komünist partilere onlara destek vermeleri talimatı verildi.
1920’lerden itibaren Sovyet ve dolayısıyla Komintern politikasını giderek belirleyen gerçekçi politika (realpolitik) rağmen, Doğu’daki tarihsel gelişmenin niteliği hakkındaki tartışmalar nispeten özgür ve sofistike bir şekilde devam etti. 1920’lerin ortaları ile 1934 arasında, Asya üretim tarzının varlığı meselesi gündemin merkezine oturdu. Bu tartışmanın altında yatan en acil siyasi mesele, Çin Komünist Partisi’nin milliyetçi Kuomintang’a karşı izleyeceği strateji olsa da, bu tartışmanın sonuçları genel olarak sömürge dünyası için potansiyel olarak ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Bu teoriye göre, Asya üretim tarzıyla karakterize edilen, tüm gücü elinde bulunduran ve despotik bir devlet tarafından yönetilen ve toprakta özel mülkiyetin olmadığı toplumlar, gerçek feodalizmin dinamizminden yoksundu. Ekonomik durgunluk içinde olan bu toplumlar, burjuvazinin ortaya çıkması için gerekli ekonomik artı değeri üretemiyordu ve bu nedenle devrimci değişim, eğer gerçekleşecekse, proletarya ve köylü unsurlar tarafından gerçekleştirilmeliydi. İran, Çin ve Mısır gibi, Asya üretim tarzının bariz bir örneğiydi. Bu teori, Troçkizm’e tehlikeli bir şekilde yaklaştı ve tartışmalar yoğunlaşarak, en önemlisi 1931’de Leningrad’da olmak üzere birçok konferans düzenlendi. Ancak 1934’te, sözde Aziatchiki hem siyasi hem de ideolojik olarak yenilgiye uğradı ve teori Sovyet Marksist kanonundan çıkarıldı. Bununla birlikte, Asya’nın istisnacılığı fikri bazı İranlı akademisyenler arasında yankı bulmaya devam etti.
Stalin’in Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm adlı eserini izleyen ve İran’da büyük etki yaratan Sovyetlerin İran tarihine ilişkin yorumları, aşağıdaki dönemlere ayrıldı. Med, Ahameniş ve Part dönemleri klasik/kölelik aşamasına karşılık gelirken, feodalizm Sasani döneminde başladı. İran’da feodalizmin gelişimi Arap fetihleriyle kesintiye uğradı, ancak Selçuklular döneminde yeniden başladı ve iqta‘ olarak bilinen toprak bağışının yaygınlaşmasıyla örneklendi. İran feodalizmi, Moğol istilalarıyla yeniden kesintiye uğradı, ancak Safeviler döneminde tam olgunluğa ulaştı. On dokuzuncu yüzyılda İran feodalizmi parçalanmaya başladı ve İran’ın uluslararası ekonomiye entegrasyonunun artmasıyla kapitalizm gelişmeye başladı. Böylece ortaya çıkan burjuvazi, Anayasa Devrimi’nde iktidarı ele geçirmek için harekete geçti. Bunu izleyen Pehlevi dönemi, Batı’nın ihtiyaçlarına yönelik ancak yerli ama bağımlı bir burjuvazinin çıkarlarına da hizmet eden bağımlı bir kapitalist ekonomi ile karakterize edildi.
Bu, Tudeh’in Pehlevi monarşisinin tarihsel rolünü değerlendirmek ve Humeyni ve İslam Cumhuriyeti dahil diğer siyasi güçlerle ilişkilerini belirlemek için kullandığı teorik araçtı. 1979 devriminin burjuva-demokratik olduğu, İran’ı kapitalist olmayan bir yola sokma potansiyeline sahip olduğu ve din adamları liderliğinde ilerici unsurlar bulunduğu inancı, Tudeh’i İslam Cumhuriyeti’ndeki daha radikal grupları destekleme gibi felaketle sonuçlanan bir strateji benimsemeye itti. 1980’ler boyunca Sovyet akademisyenler, sürgündeki Tudeh üyeleri ve seküler solcu İran entelektüellerinin kalıntıları, İslam Cumhuriyeti’nin tamamen yeni bir olguyu sınıf perspektifinden anlamaya ve kesin olarak tanımlanmış sosyal tabakaların ekonomik çıkarlarına dayalı bir açıklama bulmaya çalışmaya devam ettiler. Benzer şekilde Sovyet akıl hocalarından esinlenen bu tür analitik bakış açıları, Tudeh’in küçük kardeşi olan Afganistan Halk Demokratik Partisi’nin 1978’de iktidarı ele geçirmesinden önce ve sonra hem teorisini hem de politikasını şekillendirmede yol gösterici oldu.
Genel olarak ideolojik çalışmalarında ve özellikle 1979 sonrası rejimle ilgili olarak, Tudeh ve İran’daki diğer sol çevreler, İslam’ın rolüne ilişkin Sovyet tartışmalarından da etkilendi. Üretim biçimleri tartışmaları gibi, 1920’lerde yaklaşık on yıl boyunca İslam’ın kökeni ve sınıf karakteri hakkında tartışmalar nispeten özgür bir ortamda yürütüldü ve çeşitli teorik pozisyonlar ortaya çıktı. Genel olarak Sovyet akademisyenler, İslam’ı diğer ideolojiler gibi belirli sınıf çıkarlarından kaynaklanan ve bunları temsil eden bir ideoloji olarak ele aldılar. Bu nedenle, İslam’ın yükselişiyle ifade bulan sınıfın doğası konusunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu sınıfın adayları arasında Mekke tüccarları, Medine köylüleri ve göçebe Bedeviler vardı. O dönemde marjinal olan, ancak daha sonra İran’da büyük ilgi gören bir teori, Volga Tatar komünistleri Z. ve D. Navshirvanov tarafından ilk kez ortaya atıldı. Bu teoriye göre, erken İslam’da komünizm unsurları bulunabilirdi ve erken dönem radikal Şii ve Sufi hareketleri, başka bir dilbilgisi olmadığı için İslam dilini kullanan halk devrimci ayaklanmalarıydı. Bu formülasyon, sosyalizmi halkın dini duygularıyla uzlaştırmaya çalışan İranlı solcular arasında hızla yayıldı ve hatta kitleleri harekete geçirmek için İslam terminolojisini kullanma eğilimi bile ortaya çıktı. 1970’lerde siyasi İslam’ın yükselişi, Sovyet ve sol akademisyenleri İslam’ın azalmayan, hatta giderek artan gücünün kafa karıştırıcı gerçekliğiyle yüzleşmeye zorladı ve Navshirvanov teorisinin çeşitli versiyonları büyük rağbet gördü.
Özetle, Pavlovich ve genel olarak Sovyet İran araştırmaları gibi figürlere “Kızıl Oryantalizm” suçlamasını sürdürmek mümkün müdür? Said tarafından ya da benzer çizgide çalışan diğerleri tarafından formüle edilen Oryantalist eleştirinin temel kavramlarından biri, özcülük kavramıdır. Bu kavramlara göre, Oryantalizm, İslam’ın “tutarlı, homojen, küresel bir varlık” olduğu ve Müslüman toplumların tüm temel özelliklerini belirlediği, ekonomik, sosyal veya siyasi tüm diğer maddi faktörleri dışladığı varsayımına dayanır. Bu bakımdan, yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı gibi, Sovyet İranoloji ve genel olarak Oryantalizm, oldukça anti-Oryantalistti; Sovyet akademisyenler İslam’ı nedensel bir faktör olarak değil, maddi koşulların bir yansıması olarak görüyorlardı. Onlar için İslam bir ideolojiydi ve ideolojiyi üreten sınıf çıkarlarıydı, ideoloji sosyal ve ekonomik ilişkileri şekillendiren değildi. İkincisi, değişen üretim biçimlerine dayanan tarihsel gelişme kavramının İran’a uygulanması Avrupa merkezci miydi? Sovyet akademisyenlerinde, Said’in eleştirisinde Oryantalizmin bir özelliği olarak öne sürdüğü Doğu ve Batı arasındaki ontolojik karşıtlığı bulabilir miyiz? Ulfatbek Abdurasulov’un Olga Chekhovich’ten alıntılarında gösterdiği gibi, Sovyet akademisyenleri “Doğu”yu tanımlamak için Anglo-Fransız Oryantalizminden aşina olduğumuz geri kalmışlık ve karanlık gibi dilsel mecazları sıklıkla kullanmışlardır. Ancak onların eleştirdiği, bu toplumların belirli sınıf karakteri, feodalizmdi ve aslında akademisyenler de ideologlar da Çarlık Rusya’sını tanımlamak için benzer bir dil kullanırlardı. Marx ve Engels, analitik kategorilerini başlangıçta, esas olarak sahip oldukları bilgi olan Avrupa bilgisinden türetmişlerdi. Ancak onların yaklaşımında ve onları izleyen Sovyet akademisyenlerin yaklaşımında, Avrupa deneyiminin Doğu deneyimine göre üstünlüğü yoktur. Belirli aşamalardan geçen tarihsel gelişme evrensel bir kalıptır ve değişimin aktörü ırk, ulus veya etnik grup değil sınıftır. Marksist analizin merkezinde yer alan ikilem, Avrupa ile Doğu arasında değil, burjuvazi ile proletarya arasındaydı. Üçüncüsü, Sovyet Oryantalizminin işlevi, Sovyetler Birliği içinde veya Sovyetler Birliği ile daha geniş Doğu dünyası arasında Rusya ile Doğu arasındaki emperyal güç ilişkilerinin kurulmasına veya yeniden teyit edilmesine katkıda bulunacak bir söylem geliştirmek miydi? Bu sorunun cevabı elbette burada mümkün olmaktan öte, Sovyetler Birliği hakkında daha geniş bir tartışmaya bağlıdır. Ancak, bazı sonuç yorumları dikkate alınabilir. Birincisi, ideolojik düzeyde olduğu gibi Sovyetlerin temel çelişkisi sınıflar arasındaydı; siyasi düzeyde ise, gerçek ikilem Rusya ile Rus olmayan cumhuriyetler arasında değil, parti ve devletin otoriterliği ile halk kitleleri arasındaydı ve bu ikilem, Avrupa Rusları kadar Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetlerinde de hissediliyordu. İkincisi, 1917 sonrası nesil Sovyet akademisyenlerinin çoğu, konuyu İslam çalışmaları değil, tarihsel materyalizm prizmasından ele alan Marksist ideologlardı. Dahası, hem Doğu’da hem de Batı’da çarlığı devirme mücadelesinde yetişmişlerdi. Mihail Pavlovich gibi bir figür için, Rusya’daki devrimci başarı ve Doğu’nun kurtuluşu aynı şeydi. Nitekim Pavlovich, sosyal kökenleri, siyasi faaliyetleri ve ideolojik oluşumu ile Çarlık Rusya’sının Oryantalistleri ve onların İngiliz ve Fransız muadilleriyle keskin bir tezat oluşturuyordu. Odessa’daki Yahudi küçük burjuvazisinin ürünü olan Pavlovich, henüz okuldayken devrimci harekete katıldı. Bunun ardından hapis ve sürgün kaçınılmaz oldu. Doğu’ya ilgisi, Avrupa hegemonyasını savunma dürtüsünden değil, Doğu’nun emperyalizme ve dolayısıyla Avrupa gücüne meydan okuma potansiyelinden kaynaklanıyordu. 1920’lerde yüksek mevkilere gelmesi, tamamen bu kişisel geçmişine dayanıyordu.
Böylece, yeni Sovyet devletinin oluşum koşulları ve ideolojik kökenleri, Sovyet Oryantalizm ve İranbilimin geliştiği ve sonuna kadar teorik çerçevesini oluşturan söylemi açıklamaktadır. Bu söylem, akademik çalışmanın ideoloji ve sınıf çıkarlarından bağımsız olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmiyordu. 1917’den önce bile, Nikolai Marr gibi Rus oryantalistler, bilim ve imparatorluk gücü arasındaki ilişkiyi eleştirmeye başlamışlardı ancak saldırıları 1920’lerde keskinleşerek yeni ve açıkça siyasi bir anlam kazandı. Ancak bu eleştiri, Foucault’nun Bilginin Arkeolojisi kitabının yayımlanmasından kırk yıl önce ve Said’in Oryantalizm kitabının yayınlanmasından elli yıl önce, bilgi ve iktidar arasındaki bağları tavizsiz bir şekilde kavrayan Pavlovich gibi ideologlar tarafından en güçlü şekilde dile getirildi. Pavlovich, 1922’de Novyi Vostok’ta yazdığı yazısında, İngiliz, Fransız ve Alman oryantalistler için Doğu’nun bilimsel incelenmesinin “sadece ikincil” olduğunu, asıl amaçlarının hükümetlerinin Asya’yı fethetmesine yardımcı olmak olduğunu ilan etti. Birkaç yıl sonra, sömürge edebiyatının “Avrupa egemen sınıflarının sömürgeci saldırganlıklarında siyasi propaganda silahı haline geldiğini” yazdı. Bu fikirler Sovyet yazınlarının merkezinde yer almaya devam etti ve SSCB ve Doğu Bloku’nda okuyan sömürge dünyasından gelen nesiller boyu öğrencilere aktarıldı. Bunlardan biri, 1963 tarihli “Oryantalizm Krizi” kitabının yazarı Anwar Abdel-Malek, Edward Said’i derinden etkiledi ve kitabının ilk alıntısını 1951 tarihli Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nden yaptı. Burada Oryantalizm (sınıf perspektifi dışında) hakkındaki giriş, Said’in kendisi tarafından yazılmış olabilir:
Avrupa ve Amerikan burjuvazisinin sömürgeci-ırkçı dünya görüşünü yansıtan burjuva oryantalizm, başından itibaren sözde “Batı” medeniyetlerini “Doğu” medeniyetlerine taban tabana zıt olarak karşıladı ve Asya halklarının ırksal olarak aşağı, bir şekilde kendi kaderlerini belirleyemeyen ve tarihin öznesi değil, nesnesi olarak ortaya çıkan varlıklar olduklarını iftira ile ilan etti. Burjuva oryantalizm, Doğu araştırmalarını tamamen emperyalist güçlerin sömürgeci politikasına tabi kılar.
Anglo-Fransız oryantalizminin özcü karşıtlıklarını paylaşmaktan uzak olan Sovyet akademisi aksine Said’in eleştirisini ve hatta genel olarak postkolonyal çalışmalar alanını ortaya çıkaran geleneğin önemli bir öncüsü olarak tanımlanmıştır.
İran ve Farsça konuşulan dünya üzerine Sovyet akademisyenlerinin çalışmaları, değerli bir entelektüel miras bırakmıştır, ancak bu miras, eski Sovyetler Birliği dışında çalışanlar için büyük ölçüde erişilemez durumdadır. Çok azı çevrilmiştir ve Rusça, İran çalışmaları için önemli bir araştırma dili olarak görülmemektedir. Sovyet arşivleri ise İran tarihi için neredeyse hiç kullanılmamıştır. Bu derlemedeki makaleler, Rus kaynaklarının ve araştırmalarının potansiyeline, hatta Farsça konuşan dünyayı “Rus gözüyle” görmekten elde edilebilecek içgörülere dair bazı ön göstergeler sunabilir.