Amerika’nın düşüşe geçtiği tamamen yeni döneme mi giriyoruz, yoksa ikinci Trump yönetiminin Amerikan Yüzyılı’nı tanımlayan kurumlara ve ittifaklara yönelik saldırıları sadece döngüsel bir bozulma-iyileşmeden mi ibaret? “Dünya düzeni” belirli bir aşama meselesi olduğundan, bu sorunun cevabını 2029’a kadar bilemeyebiliriz.
ABD Başkanı Donald Trump, savaş sonrası (2. Dünya Savaşı) uluslararası düzenin geleceğine dair ciddi şüpheler uyandırdı. Son konuşmalarında ve Birleşmiş Milletler oylamalarında, barışçıl komşusu Ukrayna’ya karşı bir fetih savaşı başlatan saldırgan Rusya’nın yanında yer aldı. Gümrük vergilerini arttırma tehditleri, uzun süredir devam eden ittifaklar ve küresel ticaret sisteminin geleceği konusunda soru işaretleri yarattı ve dahası Paris İklim Anlaşması’ndan ve Dünya Sağlık Örgütü’nden çekilmesi ise uluslar arası tehditler karşısında iş birliğini zayıflattı.
Tamamen içe kapanmış, dünya meselelerinden çekilmiş bir ABD ihtimali, küresel düzen açısından endişe verici sonuçlar doğurabilir. Bahse konu çekilme durumunda, oluşacak boşluğu fırsata çevirip Avrupa’yı güç kullanarak ya da tehdit yoluyla hâkimiyeti altına almaya çalışacak bir Rusya kolayca akla gelebilir. ABD’nin desteği önemini korusa bile, Avrupa’nın daha fazla birlik göstermesi ve kendi savunmasını sağlaması gerekecek. Benzer şekilde, Çin’in komşuları üzerinde açıkça hâkimiyet kurmaya çalıştığı Asya’da kendini daha fazla ön plana çıkaracağını hayal etmek zor değildir. Söz konusu bu komşular bu durumu kesinlikle not alacaklardır.
Aslında tüm ülkeler etkilenecektir, çünkü devletler ve diğer büyük uluslararası aktörler arasındaki ilişkiler birbirine bağlıdır. Uluslararası düzen, devletler arasında istikrarlı bir güç dağılımına, davranışları etkileyen ve meşrulaştıran normlara ve paylaşılan kurumlara dayanır. Belirli bir uluslararası düzen, açık bir paradigma değişimine yol açmadan kademeli olarak gelişebilir. Ancak, önde gelen gücün iç siyaseti çok radikal bir şekilde değişirse, tüm tahminler boşa çıkabilir.
Devletler arasındaki ilişkiler doğası gereği zaman içinde değiştiğinden düzen; bir aşama meselesidir. Modern devlet sisteminden önce düzen; genellikle güç ve fetih yoluyla sağlanıyor, Çin ve Roma gibi bölgesel imparatorluklar kuruluyordu. Güçlü imparatorluklar arasındaki savaş ve barıştaki farklılıklar normlar ve kurumlardan ziyade birer coğrafya meselesiydi. Bitişik oldukları için Roma ve Partlar (günümüzde İran’ın çevresindeki bölge) bazen savaştılar; ancak Roma, Çin ve Mezoamerikan imparatorlukları hiç savaşmadılar.
İmparatorluklar, sert ve yumuşak gücün oluşturduğu terkibe dayanıyorlardı. Çin, güçlü ortak normlar, gelişmiş siyasi kurumlar ve karşılıklı ekonomik fayda ile bir arada tutuluyordu. Aynı durum Roma, özellikle de Cumhuriyet olan Roma için de geçerliydi. Roma sonrası Avrupa’da papalık ve hanedan monarşileri biçiminde kurumlar ve normlar vardı; bu da bölgelerin yönetiminin, tebaanın isteklerine bakılmaksızın, sıklıkla evlilik ve aile ittifakları yoluyla değiştiği anlamına geliyordu. Protestanlığın yükselişi, Roma Katolik Kilisesi içindeki bölünmeler ve devletlerarası rekabetin artması nedeniyle 16. ve 17. yüzyıllarda dini tutku ve jeopolitik hırslardan doğan savaşlar olsa da bu dönemde çoğunlukla hanedanlıkların kaygıları dolayısıyla savaşlar yaşandı.
On sekizinci yüzyılın sonunda gerçekleşen Fransız Devrimi, Avrupa’daki güç dengesini uzun süre ayakta tutan monarşik normları ve geleneksel sınırlama düzenini bozdu. Napolyon’un imparatorluk kurma çabaları Moskova’dan çekildikten sonra başarısızlıkla sonuçlansa da orduları birçok sınırı ortadan kaldırarak yeni devletler kurdu ve 1815 Viyana Kongresi’nde modern bir devlet sistemi yaratma yönünde ilk bilinçli çabalara yol açtı.
Viyana sonrası “Avrupa Uyumu” dönemi, 1848’de kıtayı kasıp kavuran milliyetçi devrimler de dâhil olmak üzere, çeşitli kesintilere uğradı. Bu çalkantıların ardından Otto von Bismarck, Almanya’yı birleştirmek için çeşitli savaşlar başlattı ve bölgede güçlü bir merkezi konuma gelen Almanya etkisini 1878 Berlin Kongresi’nde gösterdi. Bismarck, Rusya ile yaptığı ittifak sayesinde 1890 yılında Kayzer tarafından görevden alınana kadar istikrarlı bir düzen kurdu.
Ardından I. Dünya Savaşı geldi, bunu Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti izledi, ancak bu antlaşmaların başarısızlığı II. Dünya Savaşı’nın zeminini hazırladı. Daha sonra Birleşmiş Milletler ve Bretton Woods kurumlarının (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü’nün öncüsü olan Gümrük Tarifeleri ve Genel Ticaret Anlaşması’nın (GATT)) kurulması, yirminci yüzyılın en önemli kurum inşası dönemini oluşturdu. ABD’nin baskın güç olması nedeniyle, 1945 sonrası dönem “Amerikan Yüzyılı” olarak anıldı. 1991’de Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte güç dağılımında tek kutupluluk ortaya çıktı ve bu durum, DTÖ, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Paris İklim Anlaşması gibi kurumların kurulmasına veya güçlendirilmesine olanak tanıdı.
Trump’tan önce bile bazı analistler, Amerikan düzeninin sona ermekte olduğunu düşünüyordu. Yirmi birinci yüzyıl, güç dağılımında, genellikle Asya’nın yükselişi (ya da daha doğru bir ifadeyle toparlanması) olarak tanımlanan bir başka değişimi beraberinde getirdi. 1800’lü yıllarda dünya ekonomisinin en büyük payına sahip olan Asya, Batı’daki Sanayi Devrimi’nden sonra geriledi. Ve dünyanın diğer bölgeler gibi, Batı’nın askeri ve iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı yeni emperyalizmden zarar gördü.
Şimdi ise Asya, küresel ekonomik üretimin en büyük kaynağı olma konumuna geri dönüyor. Ancak son dönemdeki kazanımları ABD’den çok Avrupa’nın aleyhine oldu. ABD’nin küresel ekonomideki payı 1970’lerden bu yana olduğu gibi hala dörtte bir seviyesinde. Çin, ABD’nin ekonomik üstünlüğünü önemli ölçüde azaltsa da, henüz ABD’yi ekonomik, askeri veya ittifaklar açısından geride bırakmış değil.
Uluslararası düzen aşınıyorsa, Çin’in yükselişi kadar Amerika’nın iç siyaseti de bu aşınmanın bir nedenidir. Ancak asıl soru şudur: Amerika’nın düşüşe geçtiği tamamen yeni döneme mi giriyoruz, yoksa ikinci Trump yönetiminin Amerikan Yüzyılı’nı tanımlayan kurumlara ve ittifaklara yönelik saldırıları sadece bir batıp-çıkma döngüsünden mi ibaret? Bu sorunun cevabını 2029’a kadar bilemeyebiliriz.
Joseph S. Nye, Jr., Harvard Üniversitesi’nde emekli öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve Do Morals Matter? Presidents and Foreign Policy from FDR to Trump (Oxford University Press, 2020) ile A Life in the American Century (Polity Press, 2024) kitaplarının yazarıdır.