Michael McCarthy’nin Ustanın Aletleri (The Master’s Tools) adlı kitabı, yeni bir toplumsal düzende yaşamı canlandırıcı bir tasvirle açılıyor:
“2045 yılında güneşli bir Cuma sabahı ve şehrin önceliklerini tartışıp karara bağlayacağınız bir toplantıya geç kalıyorsunuz.” Toplantıya kamuya ait bir demiryolu ağıyla gidiyorsunuz ve “ulaşıma yapılan büyük yatırımların otomobil ihtiyacını ortadan kaldırmasının ardından sokakların yaya bölgelerine dönüştürüldüğü” Kamu Finans Bölgesi’nde trenden iniyorsunuz. Los Angeles Halk Bankası’na vardığınızda, işçi arkadaşlarınızdan oluşan bir meclise katılıyor ve birlikte şehrin bütçesinin nasıl harcanacağına karar veriyorsunuz.
Bu kısa sahne etkileyici çünkü halihazırda var olan demokratik yeniliklere dayanıyor. McCarthy’nin vizyonu, gerçeklikten kopuk bir sosyalist ütopya değil; topluluk serveti oluşturma ve katılımcı bütçeleme gibi — nereye bakacağınızı biliyorsanız — bugün bile var olan önerilere dayanıyor.
Dünyanın dört bir yanında yurttaşlar, kamunun karar alma süreçlerine katılımını kolaylaştırmak için yeni yerel demokrasi modelleri geliştiriyor. Demokratik canlanma, evsizliğe daha fazla kaynak ayırmak amacıyla katılımcı bütçeleme sürecini kullanan İzlandalıların Reykjavik’inden, soylulaştırmaya karşı koymak ve topluluklarının ihtiyaçlarına hizmet edebilecek bir kooperatif ağı kurmak üzere bir araya gelen Arjantinlilerin Rosario’suna kadar her yerde gözlemlenebiliyor.
Ancak şimdiye kadar bu güçlü girişimler, oligarşik kontrol denizinde yerelleşmiş kamu gücü adaları olarak kalmaya devam etti. Peki neden? Ustanın Aletleri (The Master’s Tools) buna bir yanıt sunuyor: Eğer toplumu demokratikleştirmek istiyorsak, finansı demokratikleştirmeliyiz.
Neoliberal Devrim
1980’lerde finansın yükselişine dair yaygın anlatı, finansal kurumların o kadar güçlendiği ve toplumun diğer tüm alanlarına egemen hale geldiğidir. Kısa vadeli, spekülatif yatırımlar şişerken, üretken yatırımlar azaldı. Hükümetler, bu kurumların muazzam büyüklüğü ve ekonomi üzerindeki etkileri nedeniyle onları düzenleyip denetleyemeyeceklerini düşündüler. Finansallaşma (financialization), vatandaşlar olarak bizim çok az kontrolümüz olan, tarafsız ve kaçınılmaz bir süreç olarak sunuldu.
Bu anlatı, açıkladığından fazlasını gizlemektedir. McCarthy, Nicos Poulantzas’a dayanarak kapitalist devletin toplumsal bir ilişki olarak anlaşılması gerektiğini savunur: “Özellikle sınıf mücadeleleri olmak üzere etkin maddi güçlerin siyasal ifadesi — ve bu gücün resmi kurumlar aracılığıyla hem üretildiği hem yeniden üretildiği” bir yapı. Bu bakış açısı, McCarthy’nin ve benim, finans sermayesinin hegemonik hale geldiği 1980’lerdeki neoliberal devrime dair görüşümüzü şekillendiriyor.
Neoliberal politikaların savunucuları, siyasi projelerinin savaş sonrası dönemin sosyal demokrat siyaseti tarafından zedelenmiş olan insan özgürlüğünü teşvik etmeyi amaçladığını savundular. Serbest piyasa içinde ekonomik etkileşimler için daha fazla alan yaratmak amacıyla, devletin büyüklüğünü ve gücünü sınırlayacak önlemler önerdiler; bu da ekonomikleştirilmiş bir devlet aygıtı tarafından denetlenecekti.
Akbaba Kapitalizmi (Vulture Capitalism) adlı kitabımda savunduğum üzere, neoliberalizm ne daha küçük devletlerle ne de daha özgür piyasalarla sonuçlanmıştır; bunun yerine oligarşik bir kapitalist planlama rejimi ortaya çıkmıştır. Bu bir tesadüf değildi. Önerilerine daha yakından bakıldığında, neoliberal düşünürlerin aslında ne devleti küçültmeyi ne de piyasayı serbestleştirmeyi gerçekten amaçladıkları görülür. Onların asıl hedefi, toplumdaki güç dengesini işçilerden alıp sermayeye — özellikle de finans sermayesine — doğru kaydırmaktı. McCarthy’nin ifadesiyle, “Finansa doğru gerçekleşen bu kayış esasen yukarıdan yürütülen bir mücadeleydi ve siyasi kurumlar, genel olarak kapitalizm adına ABD ve Birleşik Krallık’ta sendikaların ve işçilerin gücünü kırmak için hareket etti.”
Neoliberalizm altında kapitalist devlet, toplumun ve ekonominin dönüşümünde aktif bir katılımcıydı. Merkez bankaları, işçilere karşı sınıf savaşı yürütmek için güçlerini kullandılar. Polis teşkilatları, karşı koymaya cüret edenlere müdahale edebilmek için güçlendirildi. Yeni Düzen’in (New Deal) düzenleyici gündemi ortadan kaldırıldı ve bunun yerine hükümetler ile özel finans kuruluşlarının birlikte üzerinde anlaştığı küresel bir kurallar sistemi getirildi. Finansallaşma sürecinde devlet küçülmedi; aksine, onun gücü “finansal kurumlarınkiyle iç içe geçti.”
Finansal olmayan şirketler de finans sektörü tarafından “ele geçirilmedi”. Bunun yerine, kurumsal yönetişim finansallaştı — hissedarlar ve yöneticiler, diğer tüm ölçütlerden ziyade şirket bilançolarına ve hisse fiyatlarına odaklanmaya başladı. Bu değişim, bankacıların ya da varlık yöneticilerinin bir şekilde yönetim kurulu odasına el koymalarıyla gerçekleşmedi; şirket yöneticileri ile hissedarların çıkarlarının, bankacılar ve varlık yöneticilerinin çıkarlarıyla çok daha yakından örtüşür hale gelmesiyle gerçekleşti.
Finansallaşmanın sonuçları artık iyi bilinmektedir ve McCarthy bunları ustalıkla ortaya koyar. Hanehalkları yüksek derecede borçlandı ve bu durum, işçilerin sömürüye karşı mücadele etme risklerini artırdı. Orta sınıf haneler bu borcu varlık biriktirmek için kullandı ve bu da onların sermayenin çıkarlarıyla özdeşleşmelerine yol açtı. Finansın artan gücü, şirket yatırımlarının doğasını dönüştürdü ve toplumun umutsuzca ihtiyaç duyduğu belirli üretken projelere “yetersiz yatırım yapılmasına” neden oldu. Bunun yerine finansal kurumlar kısa vadeli getiriler üzerine odaklandılar; çünkü işleri ters gittiğinde, ele geçirdikleri hükümetlerin onları kurtaracağının farkındaydılar.
McCarthy’nin finansallaşma sürecine ilişkin doğru ve kapsamlı tanımı, kitabın merkezindeki temel ikilemi gündeme getiriyor: “Yatırımı kim kontrol ediyor?” Elbette cevap, sermaye ve özellikle de finans sermayesidir. Ve bu kritik ekonomik süreç üzerindeki hesap verilemez finansal kontrolün sonucu yalnızca eşitsizliğin büyümesi, finansal krizlerin artan şiddeti ve iklim krizinin derinleşmesi değil, aynı zamanda demokrasimizin aşınmasıdır. McCarthy’nin ifadesiyle:
Yirmi birinci yüzyıl bugüne dek büyüleyici bir artık değer çıkarımı, işçilerin güvencesizliği, makroekonomik istikrarsızlık ve iklim felaketi yüzyılı oldu. . . . Peki bu süreçlerden fayda sağlayan finansal kurumlar ve aktörler, bu kendi kendini baltalayan soygunu nasıl gerçekleştirdi? Cevap, siyasetteki güçleri ve modern demokrasilerde demosun (halkın) gücünün neredeyse tamamen yokluğudur.
Demokratik Denetimden Uzak
Kapitalist bir toplumda, finansal karar alma süreçleri demokrasiden yalıtılmış durumdadır; oysa finansal kurumlar tarafından alınan kararlar, bu toplumun yönünü ve onu oluşturan tüm ekonomik aktörlerin yaşamlarını belirler. Finansal kurumlar, kredi ve yatırım tahsisine ilişkin kritik kararları, kamu denetiminin son derece sınırlı olduğu koşullarda ve yalnızca kendi servet ve güçlerini artırma amacıyla alma yetkisine sahiptir.
Akbaba Kapitalizmi (Vulture Capitalism) kitabımda “kapitalist planlama” olarak adlandırdığım şeyin merkezinde, kapitalist ekonomide finansal kurumların sahip olduğu bu güç yer alır. Serbest piyasa teorisyenleri bu duruma şöyle karşılık verir: Finansal kurumlar aslında planlama yapmazlar, yalnızca piyasa sinyallerine yanıt verirler. İyi bir varlık yöneticisinin görevi, müşterisine en yüksek getiriyi sağlayacak yatırımları seçmektir. Kararı piyasa verir; finans kurumları ise onu izler.
Ancak bu mantık, yalnızca profesyonel ekonomistlerin yaşadığı hayali bir evrende geçerlidir. Gerçek dünyada, finansal kurumların aldığı kararlar, hangi yatırımların kârlı hale geleceğini, hangilerinin ise göz ardı edileceğini belirler. Finans kurumları sadece piyasayı takip etmekle kalmaz, çoğu zaman ona yön verir. Bu kurumlar, kısmen rekabetten yalıtılmış oldukları için böyle bir güce sahiptir. Ne var ki bu muazzam güç, herhangi bir demokratik hesap verebilirlikle sınırlandırılmamıştır.
McCarthy, büyük finansın gücünün nasıl “varlık gücüne” (asset power) dayandığını ustalıkla açıklar: Yani, “yönlendirdikleri bir ekonomi politiğin birikim modelinin merkezinde yer alan üretken varlıklar üzerindeki güçlerine.” McCarthy’ye göre sermayenin üretken varlıklar üzerindeki kontrolü, kapitalist bir ekonomide kullanabildiği diğer tüm güç biçimlerinin temelini oluşturur. Toplumun üretken kapasitesi üzerindeki bu denetim olmaksızın, kapitalistler “kapitalist demokrasinin satranç oyununda” yollarını açacak örgütsel, mali ve yapısal kaynaklara sahip olamazlardı.
Finansallaşma, üretken sermayenin gücünü finans sermayesine kıyasla sınırlamak bir yana, varlıkları daha hareketli ve daha likit hale getirerek sermayenin genel varlık gücünü artırmıştır. Sermaye varlıkları sabit ve likit olmadığında, bunları ülke dışına taşımak — sermaye kaçışı örneğinde olduğu gibi — ya da yatırımı tamamen durdurmak — sermaye grevlerinde olduğu gibi — çok daha zordur. McCarthy’ye göre sabit nitelikteki finansal varlıklar, “daima demokratik el koyma, yeniden dağıtım ve… demokratik genişleme taleplerine maruz kalma riskiyle karşı karşıyadır.”
Finansallaşma süreci bu sabitliğin altını oymuş ve böylece sermayenin varlık gücünü artırmıştır. Bu ilişki birkaç farklı şekilde işler:
Devletler, hareketli varlıkları vergilendirmekte çok daha fazla zorlanmaktadır; bu hareketlilik, sosyal hizmetlerin sağlanmasını da güçleştirir. Ayrıca, emek ve sosyal demokrat partiler, sermayenin siyasi sınırların dışına yönlendirilebildiği bir ortamda anlamlı reformlar elde etmekte çok daha zorlanır.
McCarthy, finans sermayesinin egemen hükümetleri itaate zorlamak için gücünü nasıl erken dönemlerde kullanmayı öğrendiğini göstermek üzere Salvador Allende’nin Şili’si ve François Mitterrand’ın Fransa’sı örneklerini ele alır.
Ancak mesele sadece finansal kurumların işçiler üzerinde güç sahibi olması değildir; bu kurumlar, sahip oldukları gücün önemli bir kısmını doğrudan işçilerin üzerinden işletmektedir. Neoliberal devrimin merkezi bir parçası olan emeklilik sistemlerinin özelleştirilmesi, başkalarının tasarruflarını hiçbir demokratik denetim olmaksızın yöneten büyük varlık yöneticilerinin büyümesiyle sonuçlandı. Bu kurumlar, işçilerin tasarruflarını onların çıkarlarına zarar veren — örneğin petrol endüstrisi gibi — sektörlere yönlendirmiştir. Ardından, hissedar olarak sahip oldukları gücü, şirketlerin uygulamalarına müdahale etmek için kullanarak — örneğin getirileri artırmak amacıyla ücret kesintisi gibi maliyet azaltıcı önlemler talep ederek — işçilerin çıkarlarını daha da zayıflatmaktadırlar.
McCarthy’ye göre finans sermayesinin siyasi gücü büyük ölçüde “çok sayıda insanın kendi gelirlerini ve tasarruflarını finansal varlıklara bel bağlayarak elde etmesinin bir sonucudur.” Emekliliklerimizi yönetmek, bize kredi ve banka hizmetleri sağlamak için finansal kurumlara duyduğumuz ihtiyaç, onların hayatlarımız üzerindeki gücünü daha da derinleştirmelerine ve genişletmelerine olanak tanımaktadır.
Finansı Demokratikleştirin
Finansın yoğunlaşmış gücü, yatırımların işçilerin çıkarlarına zarar veren, sermayenin çıkarlarını ise güçlendiren varlıklara yönelmesi anlamına gelir. Uygun fiyatlı konut, toplu taşıma altyapısı ve yenilenebilir enerji gibi temel kamu mallarına yeterince yatırım yapılmayan bir dünyada yaşıyoruz. Buna karşılık, iklimi tahrip eden, işçilerin bedenlerini zehirleyen ve demokrasilerimizi yozlaştıran şirketler ise kolaylıkla kredi ve yatırım erişimi sağlayabiliyor.
Bu dengesizlik, finans sermayesinin yoğunlaşmış gücünün kaçınılmaz bir sonucudur. Bir otoriter yöneticiden, bir devrim tehdidi olmadığı sürece yurttaşlarının çıkarlarına dikkat etmesini beklemezsiniz. Aynı şekilde, finansal karar alma süreçlerinde hiçbir rolü olmayan sıradan insanların çıkarlarına, finansal kurumların neden dikkat etmesini bekleyelim?
McCarthy’ye göre bu açmazdan çıkmanın tek yolu finansı demokratikleştirmektir. McCarthy, antik Atina modeline dayanan yeni bir ekonomik demokrasi vizyonu öneriyor. Bu vizyona göre, şehir, bölge ya da ulus düzeyinde kaynakların nasıl değerlendirileceğine karar verme görevini üstlenecek yeni finansal kurumlar kurulmalıdır ve bu kurumlar, giriş bölümünde tasvir edilene benzer şekilde “mini halk meclisleri” (minipublics) tarafından yönetilmelidir.
Bu yeni finansal kurumları yönetecek mini halk meclisleri, geniş toplumsal temsiliyeti güvence altına almak amacıyla üyelerin rastgele seçildiği bir tasnif (kurayla belirleme) süreci yoluyla oluşturulacaktır. McCarthy şöyle yazar:
Bu yeni demokratikleştirilmiş finansal kurumlar, her ölçekte, yalnızca yatırım ve kredi tahsisini toplumsal ve ekolojik açıdan arzu edilen biçimlerde gerçekleştirmeyi hedefleyen değil, aynı zamanda ortak bir işçi sınıfı siyasal kültürü ve kimliği inşa etmeye katkı sunan, aynı zamanda demosun (halkın) alt kesimlerinin özel ihtiyaçlarına, şikâyetlerine ve kaygılarına da bir platform sağlayan diyalojik bir müzakere süreci temelinde inşa edilmelidir.
McCarthy, meclislerin kurayla belirlenmesini (tasnif yoluyla seçilmesini), “çalışan insanları anlamlı siyasal müzakere ve karar alma süreçlerine dahil etmenin en uygulanabilir ve arzu edilir yolu” olarak savunur. Bu görüşünü desteklemek için dünyanın farklı yerlerinden örnekler sunar. İrlanda’daki yurttaş meclisleri, kürtaj ve eşcinsel evlilik gibi tartışmalı konularda toplumsal uzlaşı oluşmasına katkı sağlamıştır. Kolombiya’nın Bogotá kentinde, şehir planlaması gibi konularda belediye meclisine kolektif öneriler geliştirmek üzere Gezici Yurttaş Meclisi kurulmuştur. Belçika’nın Ostbelgien bölgesinde ise kamuoyunu araştırmak ve politika önerileri geliştirmek üzere daimî bir yurttaş konseyi oluşturulmuştur.
McCarthy, bu modelin ölçeklendirilebileceğini ve yatırımlara dair kararlar alacak demokratik organlar tarafından yönetilen katmanlı bir kurumsal ağ yaratılabileceğini öne sürer. Örneğin, yerel yurttaşlardan oluşan bir mini halk meclisi tarafından yönetilen topluluk temelli bir kamu bankası, uygun fiyatlı konutlara, topluluk parklarına ve bahçelerine ya da yerel enerji şirketlerine yatırım yapmaya karar verebilir. Ulusal düzeyde ise, yurttaşları temsil eden bir kurul tarafından yönetilen bir kamu yatırım bankası, yatırımları yenilenebilir enerjiye ya da toplu taşıma altyapısını iyileştirmeye yönlendirmeyi seçebilir.
Sermayeye Karşı Durmak
McCarthy’nin önerdiği vizyon, siyasi yelpazenin dört bir yanındaki seçmenlere hitap etmelidir. Sol kesimde olanlar, finans sermayesinin yoğunlaşmış gücüne meydan okuyan bu önerileri takdir edecektir. Merkezde yer alanlar, çökmekte olan liberal demokrasileri güçlendirmenin bir yolu olarak yurttaş meclislerine yaptığı vurguyu olumlu karşılayacaktır. Sağda yer alan bazıları bile, gücün topluluklara geri verilmesi ve kolektif gelecekleri hakkında karar alma imkânının onlara tanınması fikrine sıcak bakabilir. Ustanın Aletleri (The Master’s Tools), Brexit yanlılarının meşhur “Kontrolü Geri Al” sloganına anlam kazandıran bir model sunmaktadır.
Tam da bu nedenle, bu öneriler sermaye ve devlet içindeki müttefikleri tarafından şiddetle karşı çıkılacaktır. Finansal kurumlar, yatırım üzerindeki yetkilerini sınırlayacak her türlü adıma direneceklerdir. Bu model yasalaşacak olursa, muhtemelen sermaye kaçışı ya da sermaye grevi ile karşılık vereceklerdir. Ancak büyük olasılıkla, bu önerilerin siyasi ana akıma dâhil olmasını en baştan engellemek için koordineli güçlerini kullanacaklardır.
McCarthy’nin modelinin karşılaştığı temel zorluk da budur: bu vizyonun hayata geçmesi için kitlesel bir siyasi harekete ihtiyaç vardır. Finansın demokratikleştirilmesi, yasa gücüyle kendiliğinden gerçekleşebilecek bir şey değildir. McCarthy’nin de açıkça kabul ettiği gibi, kapitalist devlet toplumsal bir ilişkidir ve yasama sonuçları, toplumdaki güç dengesinin bir yansımasıdır. Eğer önerileri hayata geçirilirse, bu güç dengesini belli ölçüde dönüştürmeye katkı sunabilir. Ancak işte tam da bu yüzden, bu önlemler yukarıdan aşağıya asla yasalaşmayacaktır.
Finansın demokratikleştirilmesindeki çıkmaz, Sol’un politika değişimiyle ilgili tüm tartışmalarında karşılaştığı çıkmazla aynıdır: Güç elde etmek için önce güce sahip olmanız gerekir. Bu nedenle Sol’un tabandan güç inşa etmeye odaklanması son derece önemlidir. Topluluk serveti oluşturma gibi demokratik yeniliklerin vaatlerini gerçekleştirmek, finansın demokratikleştirilmesini gerektirir. Ancak finansın demokratikleştirilmesi de topluluklarda, işyerlerinde ve sokaklarda güç inşa etmeyi gerektirir. Bu iki siyasi değişim vizyonu — aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya — birbirine rakip değil, birbirini tamamlayıcıdır.
Eğer Sol, bu modelin inşası için gerekli temelleri atabilirse, elde edilecek ödüller çok büyük olacaktır. Ustanın Aletleri (The Master’s Tools), eşitliğe, halkın karar alma süreçlerine katılımına ve yatırımların insanlığın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların çözümüne yönlendirilmesine dayalı bir toplum yaratma sözü veriyor. Kitap, finansal sistemimizin temellerini yeniden düşünmeye ve azınlık için değil, çoğunluk için işleyen bir demokrasi inşa etmeye yönelik güçlü bir çağrıdır.
Kaynak: https://jacobin.com/2025/03/democratize-finance-neoliberalism-market-capitalism/