Cornel West ile Trump, Amerikan İmparatorluğu ve Karanlık Zamanlarda Cesaret Üzerine

Felsefeci, aktivist ve kamu entelektüeli Dr. Cornel West, yönetici sınıfı saran nihilizmi, Demokrat Parti'nin başarısızlıklarını ve direnişin neden ahlaki cesaret, tarihsel hafıza ve radikal bir sevgi bağlılığı gerektirdiğini tartışıyor.
Haziran 28, 2025
image_print

Felsefeci, aktivist ve kamu entelektüeli Dr. Cornel West, yönetici sınıfı saran nihilizmi, Demokrat Parti’nin başarısızlıklarını ve direnişin neden ahlaki cesaret, tarihsel hafıza ve radikal bir sevgi bağlılığı gerektirdiğini tartışıyor.

Dr. Cornel West, akademisyen, aktivist ve Race Matters (Irk Meseleleri) ile The Radical King (Radikal Kral) dahil 20’den fazla kitabın yazarı ve editörüdür. 2024 başkanlık seçimlerinde savaş karşıtı bir platformla aday olmuştur. Kısa süre önce Current Affairs’e konuk olarak, Amerikan imparatorluğunun krizi, Donald Trump ile Demokrat Parti kurumsal yapısının nihilizmi ve karanlık zamanlarda umudu ve dayanışmayı nasıl bulabileceğimiz üzerine konuştu.

NATHAN J. ROBINSON
Dr. West, bugün Current Affairs’e katıldığınız için çok teşekkür ederim.

CORNEL WEST
Ben teşekkür ederim, kardeşim. Öncelikle, iyilik için böylesine güçlü bir ses olduğun için seni selamlamak istiyorum. 50. sayınız için tebrikler. Gerçekten muhteşem. Ve tabii, seninle Noam Chomsky’nin birlikte kaleme aldığı o etkileyici kitap, The Myth of American Idealism (Amerikan İdealizminin Efsanesi). Bir otoparkta yer arayarak başlıyor ve sonunda uzun zamandır göz ardı edilmiş büyük A.J. Muste ile son buluyor.

ROBINSON
Gerçekten öyle. Bu nazik sözleriniz için çok teşekkür ederim, Dr. West. Aslında özellikle sizinle konuşmak istedim, çünkü Profesör Chomsky, karanlık zamanlarda sesi hem gerekli hem de güçlü olan biri. Siz de benim için, kasvetli ve umutsuz zamanlarda teselli ve cesaret bulduğum bir diğer isimsiniz. Ve şu anda tam da böyle bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Sizinle konuşmak istememin bir başka nedeni de, Amerikan kamu hayatında sevgi hakkında dürüst ve çekincesiz şekilde konuşan çok az kişiden biri olmanız. Muhtemelen görmüşsünüzdür, Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in yakın zamanda yaptığı bir açıklamada, göçmenler hakkında neden bu kadar da fazla endişelenmemize gerek olmadığını dile getirdi. Hristiyanlıkta Ordo Amoris adlı bir kavram olduğunu söyledi — yani kimi sevmemiz gerektiğine dair bir hiyerarşi. Önce ailemizi, sonra vatandaşlarımızı sevmemiz gerektiğini, dünyanın geri kalanını ise daha sonra önemseyebileceğimizi savundu. Esasen, dünyanın geri kalanını sevmek zorunda değiliz, dedi. Bunu duyduğumda aklıma doğrudan siz geldiniz, çünkü Hristiyan sevgisinin, kardeşliğin ve insanlığın en derin anlamlarının savunucusu ve sözcüsü oldunuz. Bu tür bir Hristiyan inancının aslında zulmü meşrulaştırmak için kullanıldığını duyduğunuzda, ne hissettiniz, çok merak ediyorum.

WEST
Elbette, bu kayıtsızlığın en kötü türden bir gerekçelendirilmesidir. Büyük haham Joshua Heschel şöyle derdi: Kayıtsızlık, günahın tam da özüdür — soğuk bir kalp, kaba bir bilinç ve başkalarının, özellikle de en savunmasız olanların acısına karşı hissizleşmek: yetimler, dullar, annesizler, babasızlar, ezilenler, boyun eğdirilmişler, küçük düşürülmüşler, aşağılanmışlar. Yaklaşık 45 yıl önce ortaya atılan “kendine referanslı fedakârlık” (self-referential altruism) adlı bir felsefi doktrin vardı; filozoflar buna dişleriyle, tırnaklarıyla karşı çıktılar çünkü, elbette sadece Vance’de değil, hepimizde var olan narsisizm nedeniyle, bunu her gün içimizden söküp atmak zorundayız.

Büyük Goethe der ki, özgürlük ve varoluşu kazanmak için her sabah kalkıp içindeki en kötü şeyi öldürmen gerekir — ve bunda kesinlikle haklıdır. Elbette Hristiyanlar da her gün ölmeyi öğrenmekten bahsederler. Dorothy Day, Martin Luther King Jr. için kaleme aldığı ağıt yazısında, onun her gün ölmeyi öğrendiğini söylemiştir. Bu ne anlama gelir? Bu, hepimizin içindeki nefretle, kıskançlıkla, açgözlülükle ve öfkeyle yüzleşmek ve içimizden cesaretle yeniden doğmak demektir. Amerikan imparatorluğunun çöküşünün en belirgin özelliklerinden biri — ve bu gerçekten üzücüdür çünkü bunu gerçek zamanlı olarak izliyoruz: çürüme, çözülme, dağılma — manevi ve ahlaki korkaklıktır; yurttaşlık korkaklığıdır. Dolayısıyla, devasa bir orduya ya da ekonomik performansa sahip olmaktan söz edebiliriz, ama eğer siyasal sistemin yurttaşlık erdemine, başkalarına ulaşma ve onlar için kaygı duyma cesaretine dayanmıyorsa, o sistem bir iskambil kulesidir. James Madison, yurttaşlık erdemi olmadan ilerlemenin mümkün olmadığını anlamıştı. John Adams’ın da aynı şeyi söylediğini biliyoruz. Bu isimler belki en devrimci düşünürler değildir, ama bazı derin içgörüleri vardı, kardeşim.

ROBINSON
Her sabah uyanıp içindeki en kötü şeyi öldürmekten bahsettiğinizde, Donald Trump’ın bu öğretinin tam tersini savunduğu aklıma geliyor. O her gün uyanıyor ve içindeki en kötü yanları kutluyor; “Hayır,” diyor, “onları kucaklamalısın. Onlara yaslanmalısın. En kötü dürtülerinle hareket etmelisin ve bunu utanmadan yapmalısın. Asla özür dilememelisin.” Hatta, Hükümet Verimliliği Departmanı’ndaki ırkçı bir çalışanın yeniden işe alınması önerildiğinde, Vance buna çok olumsuz tepki verdi. “Önce özür dilemesi gerekmez mi?” dediler. Vance ise, ırkçı bir ifade için özür dilemenin bile, onun deyimiyle “duygusal şantajın” bir biçimi olduğunu söyledi. Beyaz Saray, Sevgililer Günü’nde şöyle bir mesaj yayınladı: “Güller kırmızı, menekşeler mavi, eğer burada yasadışı bulunuyorsan seni sınır dışı edeceğiz” ve bu mesajla birlikte bir kişinin sınır dışı edilmek üzere kelepçelendiği bir videoyu paylaştılar. Bu en kötü dürtüleri alıp yok etme öğretisi, tam tersine de çevrilebilir gibi görünüyor ve şu anda bu ülkede iktidarda olan şey tam olarak bu sanki.

WEST
Bence kesinlikle haklısın, kardeşim. Senin bir epigraflarından birinin Thukydides’e ait olduğunu hatırlayabilirsin; Thukydides, Nietzsche’nin en sevdiği yazarlardan biriydi ve her ikisi de savaşın ve gücün merkeziliğine, ayrıca türün tarihine savaşın, baskının, sömürünün hâkim olduğu bu yapıya müdahalede bulunmanın görece zayıflığına büyük önem verirlerdi. Trump gibi birini bu bağlamda değerlendirmek çok önemli bir karşılaştırma. Biraz da onun kişisel oluşumuna bakmak gerekir. İskoçya’dan gelen çok değerli bir annesi vardı, Mary Anne — beş parasız bir şekilde buraya gelmişti. Trump’a sık sık şöyle dermiş: “Umarım büyüdüğünde utanacağım biri olmazsın. Umarım büyüdüğünde, sahip olduğun paraya göre değil, kim olduğuna göre seninle gurur duyabilirim.” Mary Anne, İskoçya’nın oldukça yoksul bir bölgesinden, işçi sınıfı kökenli bir yerden geliyor. Göçmen olarak Amerika’ya geliyor ve Trump’ın babası Fred ile tanışıyor. Ancak Trump’ın geçmişinde yer alan bu unsur, onun sürekli olarak bastırdığı bir şey çünkü babası da dahil olmak üzere Roy Cohn ve diğer pek çok kişi onu “güçlü olan haklıdır” anlayışıyla şekillendirmiş. On Emir hiçbir anlam ifade etmiyor. On birinci emir “Yakalanmayacaksın” — tek önemli olan bu.

ROBINSON
Evet, doğru.

WEST
Hayat, en kurnazların, en zenginlerin ve en zekilerin hayatta kalma meselesidir. Ama o (Trump) yalnız değil. Genel olarak Amerika’da, hatta yalnızca Amerika’da değil — imparatorluklarda da bu böyledir. İnsanlık tarihinde 70 imparatorluk olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri, bu tarih boyunca kurulmuş 68. imparatorluktur. Bunu sen de biliyorsun, ama Amerika Birleşik Devletleri’nin benzersiz yanı, bir imparatorluk olduğunu inkâr etmesidir. Bu yüzden gerçeği kavrayamazsın. İşte bana göre Amerikan idealizmi tam da budur.

ROBINSON
Kesinlikle öyle.

WEST
Ve ABD’nin dış politikasının dünyayı nasıl tehlikeye attığı… Sen bir imparatorluk olduğunu inkâr ediyorsun. Kullandığın gücü ve teşvik ettiğin şiddeti ne adına inkâr ediyorsun? Masumiyet adına. James Baldwin ne demişti? “Masumiyetin kendisi bir suçtur.” Dolayısıyla Trump, ABD İmparatorluğu’nun en kötü yanının bir tezahürüdür. Ama içinde tamamen göz ardı ettiği unsurlar vardı ve sonunda gangster olmayı seçti. Şimdi, gangster olmak ikiyüzlü olmaktan farklıdır. “La Rochefoucauld’un dediği gibi: İkiyüzlülük, günahın erdeme ödediği vergidir. İkiyüzlülerin belli başlı ahlaki standartları vardır, sadece bunları ihlal ederler. Gangsterlerin ise hiçbir ilkesi yoktur. Her şeyi söyleyebilir, her şeyi yapabilir ve paçayı sıyırabileceklerini düşünürler. Hesap verme yok, sorumluluk yok, yanıt verme zorunluluğu yok. İşte bu, Trump’ın tarihidir.

Bu aynı zamanda ABD İmparatorluğu’nun tarihidir — dünyayı kendi imajına ve çıkarlarına göre şekillendirme çabası açısından. İşte bu noktada peygambervari sesler devreye girer. Melville’den söz etmen beni çok mutlu etti kardeşim. Çünkü Melville, Moby Dick’te ne der? “Amerika, sen kendi kendini yok etmeye bağımlısın. Eğer eleştirel düşünme, sevme ve en zayıflar için kaygı duyma cesaretini kazanmayı öğrenmezsen, tıpkı o güçlü destanın gemisi Pequod gibi, batacaksın.” Peki nasıl biter hikâye? Ishmael neyin üstünde hayatta kalır? Bir tabutun. Gemi batar. Kendi kendini yok ediş, ahlaki ve manevi güçleri alt eder. Ama biz, ahlaki ve manevi değerlere bağlı olanlar, tutunmaya devam edeceğiz.

Bak kardeşim, ben felaket, musibet ve dehşetle yakın ilişkiler içinde yaşamış bir halktan geliyorum. Modern çağın en barbar köleliği olan 244 yıllık bir geçmiş ve ardından 100 yıl süren neo-kölelik: Jim Crow ve Jane Crow dönemi, her iki buçuk günde bir siyahın linç edildiği yarım yüzyıl… Peki sevme cesaretini, umut etme cesaretini, direnme cesaretini, hatırlama cesaretini, egolarımızdan daha büyük bir şeye bağlanma cesaretini nasıl üretiriz? Ahlaki ve manevi gelişimle. Peki bu nasıl gelişir? Örnekle. Ders kitaplarıyla değil. Hayır, kâğıt üzerindeki sözlerle değil. ABD Anayasası’nda kâğıt üzerinde çok güzel sözler var. Ama uygulamada köleliği destekliyordu. Biz gerçek örneklerden, pratiklerden bahsediyoruz. Asıl mesele bu, kardeşim.

ROBINSON
Evet, sende çok takdir ettiğim ve bence seninle tanışan ya da etkileşime giren herkesin fark ettiği şeylerden biri de, insanlarla birebir ilişkilerde neşe yaymak için büyük çaba sarf etmen. Günlük yaşantında insanlara sürekli “kardeşim” ve “kız kardeşim” diye hitap etmen meşhur. Bunun politik bir amacı var. Bu sadece küçük bir Cornel West tuhaflığı değil. Bu, küçük bir düzeyde bile olsa insanların içinde bir şeyleri harekete geçiren bir davranış.

WEST
Bence bunun büyük kısmı Clifton ve Irene West’in oğlu olmamla ve çocukluğumu Shiloh Baptist Kilisesi’nde geçirmemle ilgili. Derin bir Hristiyan terbiyesi ve gelişimi söz konusu — bunda hiçbir kuşku yok. Mesela Charlottesville’de, hasta beyaz kardeşlerle karşılaştığımda, yanıma gelip şöyle dediler: “Herkese kardeşim demene tahammül edemiyorum.” Ben de, “Gerçekten mi, kardeşim?” dedim. “Aha, şimdi bana da kardeşim dedin,” dedi. “Doğru,” dedim. “Tanrı seni de, beni sevdiği gibi seviyor ama ben özgür bir siyah adamım ve kimi sevdiğime, nasıl güldüğüme, nasıl mücadele ettiğime ya da nasıl direndiğime dair senden izin almam.” Bu sevgi biçiminde bir özgürlük var; ama mesele, başkalarının insanlığıyla temasta kalmaya çalışmak. Klan üyeleri, neo-Naziler ve benzeri kişiler gangster olmayı seçtiler — bunda hiç kuşku yok. Ama ben de içimde gangster eğilimleri olduğunu kabul ediyorum. Her gün bununla mücadele etmeliyim. Onlar hâlâ benim düşmanım. Hâlâ düşmanlarım. Ama düşmanının bile insanlığıyla temasta kalmanın yolları vardır.

ROBINSON
İşte, bu konuyu biraz daha açmanı çok isterim. Trump’ı destekleyen akrabaları olan pek çok insan, kendilerinin iğrenç, zalim ve canavarca bulduğu bir şeyi destekleyen birini nasıl sevebilirim sorusuyla boğuşuyor. Sağcı olan tanıdıklarınla nasıl iletişim kurarsın, kurmalı mısın? Onlarla oturup konuşmalı mısın? Ne ölçüde işbirliği yapmalısın? Yoksa tamamen dışlamalı mısın? Bu konuda çok düşündüğünü biliyorum. İnsanlarla oturup konuşuyorsun. Mesela Candace Owens’la uzun bir sohbet gerçekleştirdiğini gördüm; sol cenahta birçok kişi onu tamamen itici bulur. Ama sen onunla oturup samimi bir sohbet ettin. Aynı zamanda düşmanının kim olduğunu her zaman biliyorsun. Neyle savaştığını biliyorsun ve yine de dünyada kötülük güçlerinin var olduğunu kabul eden bir dil kullanıyorsun. Sen “tüm farklılıklarımızı bir kenara bırakalım” diyen biri değilsin. Barack Obama ünlü bir şekilde şöyle demişti: “Kırmızı Amerika ya da mavi Amerika yoktur, sadece Amerika Birleşik Devletleri vardır; farklılıklarımızı bir kenara bırakıp bir arada yaşamalıyız.” Ama senin yaptığın bu değil.

WEST
Ah, kesinlikle. Bu konuda tamamen haklısın, kardeşim. Elbette. Muhtemelen, sevgili kardeşim Robbie George ile birlikte yayımlama ayrıcalığını elde ettiğim yeni kitabımı biliyorsundur: Truth Matters: A Dialogue on Fruitful Disagreement in an Age of Division (Gerçek Önemlidir: Bölünme Çağında Verimli Anlaşmazlık Üzerine Bir Diyalog). Sadece birkaç hafta önce çıktı ve bu konuları orada ele alma fırsatımız oldu. O, muhafazakâr bir Cumhuriyetçi kardeşimdir, ben de neysem oyum. Ama yine de birbirimizin insanlığını takdir edebiliyoruz — fikir ayrılıklarımıza rağmen. Bunun bir yönü de şu: Herkesin bir süreçten geçtiğini ve herkesin değişebileceğini kabul etmek. İnsan daha iyiden kötüye de, kötüden iyiye de gidebilir. Dolayısıyla hiç kimsenin değişme ihtimalini asla göz ardı etmemelisin. Bu çok önemli. Hepimiz bir süreç içindeyiz.

Öte yandan, biz saf değiliz — asla değiliz. Senin kardeşimiz Chomsky’yi “samimi bir idealist” olarak tanımlamana bayıldım.

ROBINSON
Haklısın.

WEST
Buna bayıldım. William Andrew Swanberg’in The Last Idealist (Son İdealist) adlı harika kitabını da çok severim. Kitapta, büyük sosyalist lider Norman Thomas’tan söz eder — Muste’nin de yakın dostu. Peki onları özel kılan neydi? Alçakgönüllülükleriydi. Yanılabileceklerini biliyorlardı ama yine de iyilik için mücadele edebileceklerine inanıyorlardı ve bu yüzden insanların değişebileceğine her zaman kapılarını açık tuttular. Bu çok önemlidir. Bizimle yola çıkan birçok yoldaş, zamanla bambaşka yerlere savruldu. Kimi korkaklaştı, kimi satıldı, kimisi merkeze kaydı. Bazıları ise sağa doğru daha da kaydı — entelektüel nedenlerle değil, yalnızca para için. Ama biz insanların insan olduğunu biliyoruz. Sonuçta hepimiz, kardeşim, sevgi dolu ve kudretli bir Tanrı’nın suretinde yaratıldık; bir haysiyet ve kutsallık taşıyoruz. Tanrı’ya inanmıyorsan bile şunu söyleyebilirsin: İnsanlar, yalnızca politikalarıyla indirgenemeyecek bir haysiyet ve kutsallığa sahiptir.

ROBINSON
Muhtemelen, Robert George gibi kürtaj karşıtı ve güçlü bir muhafazakâr Hristiyan’la işbirliği yaptığınız için soldan eleştiriler almışsınızdır. Ya da örneğin Ron DeSantis, klasik eserleri yeniden müfredata almak istediğinde, siz bu gündemin bazı bölümlerinin iyi olduğunu söylemiştiniz. Pek çok solcu, “Cornel West Ron DeSantis’i övüyor — sağcı siyaset projesinin naifliğini anlamıyor” dedi. Ben ise sizin bu konuda naif olmadığınızı söyledim. Peki insanlar, “Ron DeSantis’in yaptığı bir şeyi nasıl översin?”, “Kadınların seçme hakkını elinden almaya çalışan biriyle nasıl işbirliği yaparsın?” gibi tepkiler verdiğinde onlara ne cevap veriyorsunuz?

WEST
Ben onlara sadece şunu söylüyorum: Sevgili kardeşim Robert’ın görüşlerine derin bir şekilde karşıyım ve bu konularda açıkça mücadele ediyoruz. Ama başka alanlarda da örtüştüğümüz yerler var — örneğin yoksullukla mücadele programlarına ikimiz de önem veriyoruz. Yani çocuklar doğduktan sonraki hâlleri bizi ilgilendiriyor. Kürtaj hakkında konuşan pek çok kişi, çocuk yoksulluğunun boyutları hakkında tek kelime etmiyor. Çocuk yoksulluğu, Amerika’daki insanlığa karşı işlenen suçlardan biridir — kitlesel hapis cezaları gibi pek çok başka örnekle birlikte. Bu liste uzayıp gider. Ama ben bunu bir “işbirliği” olarak görmüyorum kardeşim; daha çok, örtüştüğümüz alanları keşfetmeye çalışan Sokratik bir sohbet olarak görüyorum.

Şimdi, başkanlık kampanyanız hakkında o ilham verici yazıyı kaleme alan kız kardeşin Lily Sánchez vardı ya—

ROBINSON
Başkanlık kampanyanızla ilgili olan.

WEST
Aynen öyle. Bu meseleyi çok iyi ifade etti. Dedi ki: “West kardeşimiz özgür bir adam ve kendisi için anlam taşıyan meseleleri kendi seçiyor.” Ve eğer biri kalkıp da Shakespeare’in, Dante’nin, Melville’in vesaire marjinalleştirilmesi gerektiğini söylüyorsa, ben hayır derim — bu, Coltrane’i, Miles Davis’i, Louis Armstrong’u ve Sarah Vaughan’ı marjinalleştirmek gibidir. Biz burada asla küçümsenmemesi gereken bir mükemmellik düzeyinden bahsediyoruz. Üstelik bu birçok farklı biçimde ortaya çıkar. Hindistan’da [Rabindranath] Tagore üzerinden konuşabiliriz. Afrika’da [Chinua] Achebe üzerinden konuşabiliriz. Kaynağı ne olursa olsun, bazı mükemmellik biçimlerini her zaman onaylamamız gerekir. Avrupa’dan, Afrika’dan, Asya’dan gelmiş olabilir. Ve eğer Avrupa’daki mükemmellikten sağcılar bahsediyorsa diye, ben de Çehov’a, Melville’e, Shakespeare’e olan sevgimi dile getirdiğimde sağcı olmuyorum. Ben özgür bir adamım. Aklımdan geçeni söylüyorum. Dürüstüm. Açığım.

ROBINSON
İnsanlar sizi dinlediğinde ya da yazılarınızı okuduğunda fark edecekleri şeylerden biri de, çok çeşitli kaynaklara göndermeler yapmanız: müzikten, edebiyattan, felsefeden… Yazılarınızı yeniden okurken dikkatimi çeken şeylerden biri de şu oldu: sizin geniş entelektüel projenizin büyük kısmı, insanların bir bütünün parçası olarak görmedikleri şeyleri birleştirme çabası. Zengin manevi gelenekleri, müzikal mirasları, felsefi ve edebi gelenekleri ortaya çıkarma, insanlara neler ürettiğimizi gösterme, onları cesaretlendirme ve bütün bunların herkesin keyif alma hakkına sahip olduğu bir bütünün parçası olduğunu hissettirme çabası. Herkes blues’un tadını çıkarmaya hak sahibidir; herkes Shakespeare’den keyif almaya da. Bize bu çabanızdan biraz daha söz edin, çünkü bence bu sizin yazılarınıza özgü olan ama çoğu kişide bulunmayan bir şey. Çoğu insan William James, John Coltrane ve Shakespeare’i aynı paragrafta okumaz.

WEST
Çok naziksin, kardeşim. Kısa süre önce İskoçya’da Gifford Konferansları’nı verme onuruna eriştim. Bu, William James’ten John Dewey’e, Alfred North Whitehead’tan Reinhold Niebuhr ve Paul Tillich’e kadar pek çok büyük ismin konuşma yaptığı görkemli bir konferans dizisidir. Benim konuşma başlığım “Felaket Zamanlarımız İçin Cazla Yoğrulmuş Bir Felsefe: Sokrates’ten Coltrane’e” idi. Bu altı konuşma, senin de az önce sözünü ettiğin şeyi yapmaya çalıştı; ama bu aynı zamanda benim kendime karşı dürüst olma çabamla ilgiliydi, çünkü ben neysem oyum ve pek çok insan beni ben yapan şeyleri bana kattı. Shiloh Baptist Kilisesi var. Kara Panter Partisi var. Harvard Koleji var — John Rawls, Robert Nozick ve Judith Shklar ile birlikte, zulmün merkeziliğinden söz ettikleri derslerde bulundum. Princeton’da Richard Rorty ile çalıştım ve—

ROBINSON
Ve tabii Marksizm de seni etkiledi.

WEST
Kara Panter Partisi beni Marksizmle ve Fanon’un ve diğerlerinin çalışmalarıyla tanıştırdı. Bu, benim kimliğimin ayrılmaz bir parçasıydı. Ama burada mesele sadece gerçeğe ulaşma meselesi. Görüyorsun, temel mesele bu. Kapitalizm, iş yerlerinde güç ilişkilerinin asimetrik olduğu, açgözlü patronların hiçbir hesap vermeden kurtulabildiği, işçilerin ise haftalık geçimlerini zar zor sağlayabildiği bir sistem midir? Kesinlikle doğru. Bu bir “izm” meselesi değil. Biz gerçeği biliyoruz. Bunu kabul etmek için Marksist olmana gerek yok. Ve durum bu.

Ama anarşizm için de aynı şey geçerli — anarşistlerin ulus-devlete ve onun şiddet araçları üzerindeki tekeline yönelik kuşkusu. Ve kim yönetirse yönetsin, ulus-devlet yozlaşır. Kuşku yok ki, iktidar yozlaştırır ve mutlak iktidar mutlak yozlaştırır. Chomsky haklı. Kropotkin haklı. Proudhon haklı. Bu sadece gerçeğin meselesi — ve ben kendime sadık kalıyorum. Ne diyorum? Bütün bu unsurlar beni ben yapan şeylerdir. Sokaklardan Marvin Gaye’e, Curtis Mayfield’a, Platon’a kadar… bunlar benim kimliğim açısından büyük önem taşıyan isimlerdir ve onlar bana hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi davranırsam kendime karşı dürüst davranmış olmam. Ve insan, zaman içinde şekillendirebildiği benliğine karşı dürüst olmak zorundadır, çünkü izole bir benlik yoktur. Her benlik, başka benlikler tarafından şekillendirilmiştir. Eminim sen de aynı şekilde şekillenmişsindir — içindeki sesler ve bu seslerin seni bugünkü Current Affairs’in kendine özgü sesine ulaştırarak iyilik için bu denli güçlü bir güç hâline getirmesi sayesinde.

ROBINSON
1993’te yayımlanan Race Matters’a geri dönüyordum, yani üzerinden 30 yıldan fazla geçmiş. Bu kitap seni Amerika’da tanınan bir isim yaptı. O zamana kadar pek çok akademik yazı yazmıştın ve filozof olarak geniş saygı görüyordun; ama bu, halka yönelik bir kitaptı. Bu kitabı okuyup son 30 yılda geldiğimiz noktayı düşündüğümde sen şöyle diyordun:

Bu karamsar zamanlarda, vizyon ve analiz kadar umuda ve cesarete de ihtiyacımız var. Irksal bölünmemizin kötü etkilerini ve servet ile gücün adaletsiz dağılımının zararlı sonuçlarını ortaya koyarken, birbirimizin en iyi yanlarını da kabul etmeliyiz. Irkçılık, ataerkillik, ekonomik eşitsizlik, homofobi ve ekolojik yıkımın [boynumuza çöken] ağırlığını kabul etsek bile, 21. yüzyıla birbirimizin boğazına sarılarak giremeyiz.

Bana kalırsa, bu kehanet niteliğindeki uyarıyı dinlemedik ve aslında 21. yüzyıla — en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde — gerçekten de birbirimizin boğazına sarılarak girdik.

WEST
Hayır, bu konuda tamamen haklısın kardeşim. Kesinlikle haklısın. Democracy Matters (Demokrasi Önemlidir) adlı bir sonraki kitabımda, merkeze nihilizmi yerleştirdim: yönetici sınıfların, profesyonel elitin, yönetici-bürokratik tabakanın nihilizmini ve bunun, gettolarda, siyah topluluklarda sözünü ettiğim nihilizmle nasıl bağlantılı olduğunu inceledim. Nihilizm, muhtemelen dünyadaki en yaygın harekettir ve faşizmle el ele ilerler. Nihilizm; gücün hakkı doğurduğuna, yoksullar için ya da insanların birbirleriyle insan gibi ilişki kurabilmesi açısından hiçbir umut olasılığı bulunmadığına inanan bir görüştür. Hayatın tamamı tahakküm, manipülasyon ve çıkara dayalıdır. Her şey sadece satılabilir olmakla kalmaz, kullanılabilir ve istismar edilebilir de olur. Bu, kâbusun en grotesk, en çarpık hâlidir. Bunu Macaristan’da görüyoruz — dünyanın dört bir yanında görüyoruz, ama şu anda galip gelen de bu.

Martin Luther King Jr., 1964 Nobel Ödülü töreninde şöyle demişti: “Geçici olarak mağlup olan hak, zafer kazanmış kötülükten daha güçlüdür.” Martin, bu nereden geliyor kardeşim? Bu naif bir idealizm mi — yoksa başka bir şey mi? Hayır. O şöyle diyordu: “Ben, dünyanın asla elimden alamayacağı, asla ezemeyeceği bir sevgiye, cesarete ve neşeye sahibim.”

ROBINSON
Martin Luther King Jr.’ın yazılarından oluşan The Radical King (Radikal Kral) adlı kitabın editörüsünüz. 21. yüzyılda itibarı en çok suistimal edilen kişi belki de Martin Luther King Jr.’dır. Onun kadar yanlış anlaşılan veya kasıtlı biçimde çarpıtılan başka kimse yoktur. Sağ cenahta, King’in kendi işlerine yarayacak bir versiyonunu yaratmaya çalıştılar — Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık (DEI) politikalarını yermek için kullandıkları bir King: “İnsanları ten rengine göre yargılamayın.” Sadece bunu söylemesini istiyorlar. Oysa sizin çabanız, Martin Luther King Jr.’ın aslında derin, kapsamlı ve geniş bir sosyal adalet vizyonuna sahip olduğunu göstermek oldu. Bu, demokratik sosyalist bir vizyondu ve bugün, bu karanlık zamanlarda ona geri dönebiliriz.

WEST
Martin Luther King Jr., Nobel Ödülü’ne layık görüldüğüne dair telefon aldığında, “Hayır,” dedi, “bu ödülü Norman Thomas’a verin.” Çünkü King, BU’da (Boston Üniversitesi) Hristiyan sosyalistlerin kurduğu Sosyalist Üniversiteliler Derneği üyesiydi. Norman Thomas onun için çok şey ifade ediyordu. Hakkında “Tanıdığım En Cesur Adam” başlıklı bir makale yazdı. Dolayısıyla, evet, demokratik sosyalist yönü vardı; ama sosyalizm, Martin için temel mesele değildi. Onun asıl sorusu şuydu: “Vatandaşların onurlu ve insanca bir yaşam sürebileceği, açgözlü patronlarla ücret durgunluğu yaşayan işçiler arasındaki asimetrik güç ilişkileri için hesap verilebilirlik mekanizmalarının olduğu bir kamusal hayatı nasıl inşa ederiz?”

Bugün de en temel soru bu. Neoliberaller buna cevap veremedi, çünkü eşitsizliğin gelişip büyümesine izin verdiler. Ve şimdi neofaşistler geliyor, ne yapıyorlar? İşçi sınıfına ve yoksullara, en güçlü olanlarla yüzleşmek yerine, en savunmasızları günah keçisi ilan etmelerini söylüyorlar. “Siyasetinizin hiçbir ahlaki ya da manevi içeriği olmamalı” diyorlar. Her şey güçle ilgili. Her şey manipülasyonla ilgili. Kimin kazandığıyla, kimin daha çok parası olduğu ve kaynaklara kimin erişimi olduğu ile ilgili. Ama Martin şöyle diyordu: “Ben inanıyorum ki, dünyaya ahlaki ve manevi bir mercekten bakmak tek yoldur.” Her ne kadar bu zayıf ve etkisiz gibi görünse de — çünkü yalnızca egemen eğilimlere küçük müdahaleler yaratabilir — bu türün baskın eğilimleri aslında hep şunlar olmuştur: örgütlü açgözlülük, silahlandırılmış nefret ve savunmasızlara karşı kurumsallaşmış kayıtsızlık. Bu, insanlık tarihidir. Bu konuda en küçük bir şüphe yok. Hegel’in dediği gibi: “Tarih, bir kurban sehpasıdır.” Evet, tam da öyle.

ROBINSON
Şimdiye kadar konuştuklarımız üzerinden insanların sizin nerede durduğunuz hakkında yanlış izlenime kapılmaması için bir şey sormak istiyorum. Neofaşizmden ve Trump’ın “güçlü olan haklıdır” ideolojisinin bir tür vücut bulmuş hâli olmasından bahsettik — değer tanımayan, sadece ne koparırsan o kadar ve onu elde tutma anlayışı. Senin deyiminle, “11. emir” anlayışı. Ancak bazıları şöyle diyebilir: “İşte bu yüzden insanlar Kamala Harris’e oy vermeliydi.” Oysa siz, Demokrat Parti’yi yetersiz, ikiyüzlü ve bu derin adaletsizlikleri anlamakta ve kabul etmekte başarısız olmakla uzun süredir sert biçimde eleştiriyorsunuz. Üstelik üçüncü bir partiden başkanlık kampanyası yürüttünüz ve birçok kez size şöyle dendi: “Bu şekilde daha büyük kötülüğü iktidara getiriyorsunuz. Hep birlikte daha küçük kötünün arkasında durmalıyız.” Siz bu mantığı reddettiniz. Bu da demektir ki, sözde muhalefetle ilgili çok daha derin bir sorun gördünüz. Belki bu konuyu biraz daha açabilirsiniz.

WEST
Evet, kardeşim, bu meseledeki üzüntünün bir kısmı şuradan kaynaklanıyor: Demokrat Parti, kardeşimiz Bernie’nin liderliğe ulaşmasını haksız ve adaletsiz biçimde engellediği anda, benim için artık kurtarılabilir bir parti olmadığını anlamış oldum. Bu, partinin sponsorlarına, bağışçılarına, yani kurumsal seçkinlere o kadar bağımlı hâle geldiğini gösteriyordu ki, parti içindeki ilericiler — Bernie gibi, Squad (Kadın Kongre üyeleri grubu) gibi isimler — hep marjinalde ve kenarda kalacaktı. Ve Demokrat Parti’nin gerçek anlamda liderliğini asla ele geçiremeyeceklerdi. Ben de dedim ki, başka bir yöne bakmalıyız.

Sürekli olarak, diyelim ki Kamala Harris gibi bir isme destek vermek, aslında bir tür soykırıma — yani insanlığa karşı suçların en büyüğüne — destek vermektir. Çünkü Demokrat olarak yoksulluk hakkında tek kelime edemezsin. Hep orta sınıftan söz edersin. Kitlesel hapis cezası hakkında tek kelime edemezsin — ki bu, yoksulların, özellikle de siyah ve kahverengi insanların hayatlarını şekillendirmede hâlâ son derece çirkin bir rol oynamaktadır. Ekolojik kriz hakkında da dişe dokunur bir şey söyleyemezsin. Ben de kendi kendime şöyle dedim: Eğer ABD İmparatorluğu, içinde bulunduğu krize — ki kendisi bu krizi inkâr ediyor — karşılık olarak sadece bu kadarını sunabiliyorsa ve seçeneklerimiz neofaşizm ile neoliberalizm arasında sıkışmışsa, o zaman başka bir yöne bakmalıyız. Başka bir seçeneğimiz yok. Eğer gerçekten hakikate, adalete ve sevgiye önem veriyorsak, başka bir yol aramalıyız.

Amerikan tarihinde 19. yüzyılda insanlar iki köle sahibi arasında seçim yapmak zorunda kaldığında ne yaptılar? Yeni bir parti kurdular. Başta sadece marjinal değil, “çılgın uçlar” gibi görüldüler — bu kölelik karşıtları, abolisyonistler falan. Ama aslında öyle değildi. Toplumdaki kötülük hakkında gerçeği dile getirmeleri gerekiyordu.

ROBINSON
Amerika’nın seçkin kurumlarını, hatta liberal kurumlarını bile uzun zamandır sert şekilde eleştiriyorsunuz. Ivy League üniversitelerinde ders verdiğiniz herkesçe biliniyor. Ama aynı zamanda bu kurumlara yönelik eleştirilerinizle de tanınıyorsunuz. 2021’de Harvard’dan ayrıldığınızda, üniversitenin “veritas” (hakikat) değerine olan bağlılığının, en hafif tabirle, pek sağlam olmadığını vurguladınız. Filistin konusunda da bu tür ikiyüzlülüklere dikkat çektiniz. Sizin gibi bu kurumların içini, çoğu insanın asla göremeyeceği kadar yakından görmüş biri olarak, bu konuyu biraz açabilir misiniz? Zira bu kurumların çoğu — özellikle en üst düzey üniversiteler — kendilerini kültürün, nezaketin ve demokrasinin liberal savunucuları olarak görür. Donald Trump gibi “kültürsüz bir kaba saba adam” karşısında demokrasimizi savunduklarını iddia ederler. Ama siz diyorsunuz ki, “Durun biraz — Harvard Üniversitesi de öyle tertemiz değil.”

WEST
Ah, kesinlikle. Kesinlikle kardeşim. Bu işin bir yönü de şu: Amerikan imparatorluğundaki tüm kurumlar, öyle ya da böyle, metalaşmış durumda. Yükseköğretim de bu metalaşmadan nasibini aldı, kurumsallaştı. Böylece, fakültelerin zihinsel yaşam adına güç kullanması çok zor hâle geldi. Her şey para, para, para; mevki, mevki, mevki; statü, statü, statü hâline geldi. Böylece, meritokrasi (liyakat sistemi) denilen şey üretildi. Öğrenciler artık buraya eleştirel düşünceye katılmak ya da iyi bir vatandaş olarak iyilik için mücadele etmek adına değil, kariyer ve meslek için geliyor. Ve piyasalaşma işin kontrolünü ele geçirdiğinde, zihinsel yaşam üçüncül bir öneme indirgeniyor.

2001 yılında Larry Summers ile yaşadığım büyük tartışma da bununla ilgiliydi. Konunun zihinsel yaşamla hiçbir ilgisi yoktu. O bana “West yayımlamadı” diyordu — oysa ben 13 kitap yayımlamıştım. Yalan söyleme kardeşim. Yalancı olan sadece Trump değil. Sonra, 18 yıl sonra bir tartışmamız daha oldu. Onun da zihinsel yaşamla ilgisi yoktu. Ben o sırada Filistin İçin Adalet Öğrenci Grubu’nun ve aynı zamanda gospel korosunun fakülte danışmanlığını yapıyordum. Fakültede bu düzeyde görünürlüğü olan, sözde “Filistin yanlısı” bir duruşa tahammül edemezlerdi. Bu, görmek isteyen herkes için son derece açıktı.

ROBINSON
Ben de Harvard’da doktora yaptım. Ve beni en çok şaşırtan şeylerden biri şuydu: “Siyasi olmak,” akademik çalışmalarının zayıf olduğu anlamına geliyordu. Daha geniş bir kitleye hitap etmek de çalışmalarının zayıf olduğu anlamına geliyordu. Boston’daki kiracı-ev sahibi mahkemesi üzerine bir makale yazmıştım; danışmanım bana, “Görünüşe göre sen kiracıların tarafındasın; bu da makalenin zayıf olduğu anlamına gelir çünkü açıkça önyargılısın,” dedi. Ben de, “Ama söylediklerimin hepsi doğru,” dedim. Size yöneltilen eleştiriler de ilginçti: Kamusal alana ne kadar çok girerseniz, ahlaki olarak gerçekten önemli meseleler hakkında ne kadar konuşursanız, akademisyen olarak standartlarınız o kadar düşüyor — sanki bu sizi önemsiz, yüzeysel biri hâline getiriyor ya da düşünsel niteliğinizi azaltıyor.

WEST
Ama mesele şu kardeşim: Samuel Huntington, Daniel Moynihan ya da Henry Kissinger gibi isimlere baktığında — bunlar da kamusal entelektüeller.

ROBINSON
Elbette, o adamlara bu hak tanınıyor.

WEST
Evet, aynen öyle. Statü ve kültür — onlara boyun eğen insanlar, servetin gücünü meşrulaştırıyor, gayrimeşru hiyerarşileri meşrulaştırıyor, böyle uzar gider. Yani bu tamamen hangi “dansta” yer aldığınıza bağlı — eğer ben mülk sahiplerinin tarafında olsaydım, durum çok farklı olurdu. Kesinlikle. Ama şimdi doğrudan sana hitap etmek istiyorum kardeşim, çünkü kültürel anlamda çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Sakın cesaretini kaybetme. Cesaret bul ve büyük bir cesaretle devam et. Senin sesin önemli. Senin tanıklığın önemli. Genç, ciddi bir entelektüel olarak zihinsel yaşamla uğraşıyorsun, zihinsel yaşamda neşe buluyorsun — sadece araçsal bir biçimde değil, yani fikirleri politikada kullanmak anlamında değil. Zihinsel yaşamın içinde bir neşe var. Bu konuda asla özür dileme. Bu, John Coltrane’in saksafon çaldığı için — ki bu bir Avrupa enstrümanıdır — özür dilemesi gibi bir şey olurdu. O enstrümanı çalmayı seviyor, ama o sevgide biliyor ki insanlara ilham verebilir, onları aydınlatabilir ve daha cesur iyilik savaşçıları olmaları için rehberlik edebilir — dünyanın her yerindeki yoksullarla dayanışma içinde, her kültürde, her kıtada. Evet, çok karanlık ve kasvetli bir dönemden geçiyoruz, ama bir “blues duyarlılığına” sahip olmalıyız. Ve blues, felaketle mücadele etmek demektir; ama felakete asla son sözü söyleme hakkını vermemektir — çünkü içimizde asla elimizden alınamayacak bir sevgi, bir cesaret ve bir neşe vardır.

Direnişe gerçekten girişmemiz gerektiği için bizi hapse atmaya çalışabilirler. Ama senin direniş üzerine yazdığın makaleyi çok sevdim kardeşim. Bu akşam burada Harlem’de, Revolution Books’ta kardeşim Carl Dix ve başkalarıyla harika bir buluşmamız olacak bu konuda. Dün gece de John Coltrane için bas çalan Reggie Workman ile beraberdim. 87 yaşında ve bana dedi ki: “West kardeş, ben direniş için ne yapabilirim?” Kendisi büyük bir caz piyanistidir. İşte bizim birlikte olmamız gereken insanlar bunlar — çünkü işler kötüleştikçe, iktidardakiler ruhlarımızı kırmaya çalışıyor. Ama ruhlarımız asla, ama asla kırılmamalı. İşte sevgi budur. Asla ezilemez kardeşim. Asla.

ROBINSON
Sen bana hitap ediyorsun ve açıkçası, bunu bizzat benim de sıkça duymam gerekiyor. Ama okurlarımız da — bu da çok önemli — bize yazıp şöyle diyorlar: “Artık 2017’deki gibi değil; sokaklarda büyük protestolar yok. İnsanlar Trump’tan yoruldu. Pek çoğu sadece yere yatmak ve silindirin üstlerinden geçmesine izin vermek istiyor.” Ve bizim sol bir dergi olarak görevimiz, insanları toparlamak, cesaretlendirmek. Ve senin çalışmalarının büyük yönlerinden biri — ve insanlara okumasını tavsiye etmemin nedenlerinden biri — şu ki, sen tarihle ve toplumsal mücadelelerin tarihiyle derin bir bağ içindesin. Yüzlerce yıla bakabiliyorsun ve çok daha zor koşullarda mücadele etmiş insanları görebiliyorsun — linç döneminde, kölelik çağında, ölüm riski çok daha büyükken bile direnmeye devam edenleri. Ve bu yüzden, tarihin incelenmesi bize bugün için gerçekten büyük bir teselli ve cesaret verebilir.

WEST
Bu çok doğru. Ama aynı zamanda Keats’in “negatif yeti” dediği bir şey vardır: gizem ve belirsizlik içinde olmak ama bu duruma sinirli bir şekilde hemen bir neden ya da gerçeklik arayarak tepki vermemek. Keats’in demek istediği şuydu: Asla bir garanti yoktur. Zafer kazanacağımıza dair bir garanti yoktur. Başaracağımıza dair bir garanti yoktur. Ama mesele zaten bu tür bir insan olmayı, bu tür bir hareketin parçası olmayı seçmektir — işte bu tanıklık etmektir. İşte bu, bir çağrıya sahip olmak demektir. Bu, hatırlamaya, saygıya ve direnişe dayalı bir geleneğe kök salmış bir mesleğe sahip olmak demektir.

T.S. Eliot şöyle der: ‘Bize düşen çabalamaktır. Gerisi bizim işimiz değildir.’

Biz tarihin kontrolü altında değiliz. Yaşanacak bir hayatımız var ve bu hayat bizi sokağa çıkarıyor, hapse götürüyor, hatta öldürüyor olabilir — ama işte yaşadığımız hayat budur. Ve biz büyükannemizin yüzünü gülümsetecek bir hayat yaşıyoruz, çünkü o bizden ne istemişti? Dürüst, erdemli ve onurlu bir hayat yaşamamızı. Hiçbir zaman “Git ve her mücadeleyi kazan,” dememişti. Ama bizim en derin anlamda devrimci olmamız gerekiyor.

Peki devrim ne demektir? Gücün paylaşılması demektir. Çünkü çok fazla insan gücünden mahrum. Kaynakların paylaşılması demektir. Çünkü çok fazla insan yoksul. Saygının paylaşılması demektir. Çünkü çok fazla insan saygıdan yoksun. En nihayetinde de sevginin paylaşılması demektir. Çünkü çok fazla insan sevgiden yoksun, kardeşim.

Ve bu, hepimiz için topluluk içinde, mücadele içinde yaşanacak bir hayat demektir. Ve eğer tüm gezegen yok olursa — ki olabilir: ekolojik felaket, nükleer felaket — bunlar kalp krizi kadar gerçek şeylerdir, o zaman elimizden gelen her şeyi yaptık demektir. Ve insanlar şöyle diyecek: “Nathan kardeş, sen çağrına sadık kaldın.” “Cornel kardeş, sen çağrına sadık kaldın.” İşte mesele tam da budur.

 

*Söyleşi metni Patrick Farnsworth tarafından düzenlenmiştir.

Kaynak: https://www.currentaffairs.org/news/cornel-west