Emma Ashford, Eşitler Arasında Birinci: Çok Kutuplu Bir Dünyada Amerika Birleşik Devletleri (Yale University Press, 2025)
Zaman zaman, rahatlatıcı yanılsamaları paramparça edip okuyucuları dünyaya olduğu gibi bakmaya zorlayan kitaplar çıkar. Emma Ashford’un Eşitler Arasında Birinci adlı eseri, bu tür kitaplardan biridir. Washington’daki dış politika tartışmaları uzun süredir iki eşit derecede zararlı yanılsama arasında gidip gelmektedir. Bir yanda, Amerika’nın 1990’lardaki tek kutuplu anı bir şekilde yeniden yaşayabileceğine inanan hayalperestler vardır. Diğer yanda ise, Çin’in yükselişiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nin kaçınılmaz olarak ikinci sınıf ve önemsiz bir konuma düşeceğine ikna olmuş olanlar yer alır. Ashford her iki görüşü de reddeder. Onun önerdiği alternatif basittir, ama aynı zamanda radikaldir: Dünya çok kutupludur, tek kutuplu dönem sona ermiştir; ancak Amerika Birleşik Devletleri, sistemin en güçlü aktörü olarak hâlâ başarılı olabilir. Bunun için yapması gereken tek şey, rolünün artık rakipsiz bir hegemon değil, “eşitler arasında birinci” olduğunu kavramaktır.
Kitap, entelektüel açıdan titiz ve uluslararası ilişkiler alanında yazılmış bir akademik çalışma için şaşırtıcı derecede erişilebilirdir. Ashford, realist geleneğe dayanır, ancak bu literatürü boğabilecek jargondan kaçınır. Yazıları keskin ve berraktır. Hiçbir yanılsamaya kapılmadan, bize hatırlatır ki, hâkim unsur hâlâ güçtür—ne kurumlar, ne de “kurallara dayalı düzen” hakkındaki basmakalıp söylemler. Aynı zamanda onun gerçekçiliği, uluslararası siyaseti tanklar ve gemilerle sıfır toplamlı bir dengeye indirgemeye çalışan kaba türden değildir. Bunun yerine, Ashford Amerika’nın tercihlerini daha geniş bir tarihsel bağlama yerleştirir ve çok kutupluluğun ne bir felaket ne de bir kıyamet olmadığını; aksine, dünya siyasetinin yinelenen bir ritmi olduğunu ortaya koyar.
Ashford, Washington söylemini kuşatmış tembel benzetmeleri hedef aldığında en iyi halini ortaya koyar. Nitekim, günümüzde Çin ile yürütülen stratejik rekabetin Soğuk Savaş’ın bir tekrarı olduğu efsanesini haklı olarak çürütmektedir. Pekin, Sovyetler Birliği değildir ve Hint-Pasifik de 1949’daki Avrupa değildir. Ashford’a göre, bu rekabeti bu şekilde çerçevelemek, aşırı yayılma, kaynakların boşa harcanması ve ideolojik haçlı seferlerinin kendini tüketen sarmalı gibi riskleri doğurur. Bunun yerine, Amerika Birleşik Devletleri acımasızca öncelikler belirlemeli; hayati çıkarlar ile tali dikkat dağıtıcılar arasında bir seçim yapmalıdır. Bu da, ideolojik savaşlara her yerde girişme cazibesine karşı koyarken, Asya’daki güç dengesi üzerinde yoğunlaşmak anlamına gelir.
Avrupa da benzer bir değerlendirmeye tabi tutulur. Ashford, Amerika’nın Avrupa’ya yönelik mevcut taahhüt seviyesinin sürdürülebilir olmadığını kuvvetle savunur. NATO ortadan kalkacak değildir, ancak Washington’un Avrupa’nın güvenliğini ucuza garanti ettiği günler de artık geride kalmaktadır. Eğer Avrupalılar Rusya’dan korkuyorsa, Ashford’a göre bu yükü omuzlamak için daha fazlasını yapmaları gerekir. O, bunun saf ve basit gerçekçilik olduğunu ısrarla vurgular ve bu yaklaşım, Amerika’nın her yerde, aynı anda, sonsuza dek var olabileceğine inanmaya devam etmek isteyenler için son derece rahatsız edici olacaktır. Ancak tam da bu rahatsızlık, Ashford’un argümanını bu kadar yerinde ve gerekli kılan şeydir. Kendi ifadelerine göre, bu kitap tartışma yaratmayı hedeflemektedir; ve bu hedefe kesinlikle ulaşmaktadır. Washington’un çok kutuplu bir dünyada gerçekte sunabileceğinden fazlasını vaat ettiği bir dönemde, Ashford okuyucularını, Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği taahhütler ile gerçekten yerine getirebilecekleri arasındaki uçurumla yüzleşmeye zorlamaktadır.
Her ne olursa olsun, kitabın bazı sınırları vardır. Ashford, Amerika’nın ne yapmaması gerektiğini anlatmada son derece başarılıdır—tek kutuplu hayallere tutunmak, kendini fazla yaymak, ideolojinin gücü yeneceğini varsaymak. Ancak sınırlı bir büyük stratejinin olumlu çerçevesini çizme konusunda daha az ayrıntıya yer verir. Önceliklendirme ve yük paylaşımı konusundaki argümanı ikna edicidir, fakat bu hedeflere nasıl ulaşılacağına ilişkin teknik ayrıntılar bakımından oldukça yüzeyseldir. Benzer şekilde, ABD ile Çin arasındaki rekabetin ideolojik boyutunu kabul etmekle birlikte, realist bakış açısı onu bu unsura, pek çok okuyucunun arzulayabileceğinden daha az ağırlık vermeye yöneltmektedir. Ancak bunlar birer sınırlamadır, ölümcül kusurlar değil. Dediğim gibi, bunlar, bir tartışmayı bitirmektense başlatmak amacıyla yazılmış bir kitabın kaçınılmaz bedelidir.
Genel hatlarıyla değerlendirildiğinde, bu kitap son yıllarda büyük strateji tartışmalarına yapılmış en önemli katkılardan biridir. Ne okuyucularını rahatlatıcı yanılsamalarla pohpohluyor ne de kıyamet tellallığına kapılıyor. Aksine, nadiren rastlanan bir yaklaşımla, ayakları yere basan, sert kenarlı bir iyimserlik sunuyor. Amerika Birleşik Devletleri artık dünyanın tek süper gücü olmayabilir, ancak bu onun kaçınılmaz olarak düşüşe geçeceği anlamına gelmez. Hâlâ sistemdeki lider güç olmaya devam edebilir—ama ancak her yerde, her an, her şey olabileceği yanılsamasını terk ederse. Ashford’un verdiği mesaj tam olarak budur. Ve bu mesaj, hem akademisyenlerin hem de politika yapıcıların duyması gereken bir mesajdır.
Kısacası, bu kitap geniş bir okuyucu kitlesini hak etmektedir. Öğrenciler, Amerikan gücü üzerine yürütülen temel tartışmalara dair açık ve okunabilir bir giriş bulacaklardır. Politika yapıcılar, on yıllardır süregelen savrulmalara karşı canlandırıcı bir düzeltme ile karşılaşacaklardır. Daha geniş bir kamuoyu ise, kendilerine yetişkin bireyler gibi yaklaşan ve çok kutupluluğun zaman zaman rahatsız edici gerçeklerini kabullenebilecek kapasitede olduklarını varsayan bir argümanla karşılaşacaktır. Ashford, ağırbaşlı olmadan ciddi, alaycı olmadan realist ve pervasız olmadan kışkırtıcı bir kitap kaleme almıştır. Yirmi birinci yüzyılda Amerika’nın rolünü anlamaya çalışan herkes için Eşitler Arasında Birinci mutlaka okunması gereken bir eserdir.
Sonuç olarak, Ashford bize Clausewitz’in çok iyi bildiği bir gerçeği hatırlatır: Strateji, her şeyi yapmak değil, neyin en önemli olduğunu seçmek ve ardından gücü o noktaya yoğunlaştırmaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Amerika’nın trajedisi, seçim yapmayı reddetmesi ve tarihe karşı koyarak sonsuza dek her yerde var olabileceğine inanması olmuştur. Eşitler Arasında Birinci, bu yanılsamayı ölümcül hale gelmeden önce terk etmeye yönelik güçlü bir çağrıdır. Tek kutuplu dönem sona erdi, çok kutupluluk artık burada. Amerika Birleşik Devletleri ya imparatorluğa tutunup kendini tüketebilir ya da diğer büyük güçler arasında daha zorlu ve daha disiplinli bir rolü kabul edebilir: birinci, ama artık tek değil.
* Andrew Latham, Ph.D., Minnesota, Saint Paul’daki Macalester College’da kadrolu profesördür. Aynı zamanda Ottawa’daki Barış ve Diplomasi Enstitüsü’nün kıdemli Washington üyesi ve Washington, D.C.’de bulunan bir düşünce kuruluşu olan Defense Priorities’in misafir araştırmacısıdır.