Birkaç hafta önce, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Halk Kurtuluş Ordusu’ndan dokuz kıdemli generali görevden almasını, Xi’nin sağlığının bozulmakta olduğuna dair olası bir kanıt olarak göstermiştim – Çin’de ve zamanla küresel medyada da bu yönde söylentiler çıkmıştı. Xi’nin sağlık sorunlarının ortaya çıkmasının, onu görevden alma yönünde bir gerekçe olarak kullanılmış olabileceğini ve generallerin, darbeyi gerçekleştirme girişiminde bulundukları için görevden alındıklarını düşünmüştüm. Çin gibi şeffaf olmayan bir ülkede bu tür olaylar, büyük iç krizlerin habercisi olabilir.
Ancak sonraki gelişmeler çok farklı bir durumu işaret ediyor. Generallerin tasfiyesinin ardından, Çin donanmasındaki üst düzey amiraller de açıklanmayan bir şekilde görevden alındı. Eğer bu kişiler, bir darbeye katıldıklarından şüphelenildiği için görevden alındılarsa, bu durum komployu o kadar yaygın hale getirir ki gizli tutulması imkânsız olur. Bu, hayal etmesi güç bir senaryodur; tıpkı askeri liderlerin darbe hakkında fazla konuşarak gösterecekleri dikkatsizlik düzeyinin tahayyül edilemez olması gibi. Kısa süre içinde üst düzey komutanlarının çoğunu kaybeden bir ordu, savaş durumunda etkili olamaz.
Benim yeni teorim, bu tasfiyelerin Çin’in Tayvan politikasındaki değişikliklerle ilgili olduğu yönünde. Geçtiğimiz hafta, ABD büyükelçiliği, muhalefetteki Kuomintang (Milliyetçi Parti) lideri Cheng Li-wun’u Washington’a davet etti. Bazıları onu Çin yanlısı olarak değerlendirirken, diğerleri sadece iktidar partisine kıyasla Çin’e karşı daha az düşmanca buluyor. Amerika Birleşik Devletleri, bağımsızlığı savunan ve Çin’le uzlaşma yerine mesafe koyan Demokratik İlerleme Partisi’nin (Democratic Progressive Party – DPP) liderliğindeki hükümeti desteklemektedir ve bu hükümet genel olarak ABD’ye daha yakın görülmektedir. Bu partinin Pekin’e yönelik tutumu temkinli ile düşmanca arasında bir yerde konumlanır. Dolayısıyla Kuomintang liderinin ziyareti oldukça dikkat çekicidir – özellikle de Tayvan başkanının temmuz ayında planlanan görüşmesinin iptalinden bu yana ABD’ye gitmemiş olması göz önüne alındığında, bu önem iki katına çıkar.
Bu davet, ABD Başkanı Donald Trump ile Xi arasındaki bir görüşmenin ardından geldi ve bu görüşmeden başka ilginç gelişmeler de doğdu. Trump, ülkelerin Rus petrolü satın almamaları gerektiğini, aksi takdirde ciddi gümrük vergisi artışlarıyla karşı karşıya kalacaklarını belirtti. Normalde Çin bu talebi geri çevirirdi, ancak bu sefer durum tam olarak öyle olmadı. Pekin, bu talebe uyacağını açıkça ifade etmese de, ülkenin en büyük iki petrol şirketi Rus petrolü alımını durduracaklarını açıkladı. Dolayısıyla, Rus petrolüne yönelik tam kapsamlı bir boykot uygulanmamış olsa da, belirgin bir azalma yaşandı. Bu şirketlerin verdikleri söze sadık kalıp kalmayacakları, Pekin’in Washington’un taleplerini karşılayacağını açıkça göstermesi kadar önemli değildir.
Dikkate alınması gereken bir başka gerçek daha var. Çin’in yurt içi ekonomik yatırımları Ekim ayında yüzde 11 oranında azaldı. Ekonomiler, yurt içi yatırımlar için yeterli düzeyde sermaye fazlası ürettiklerinde büyür. Sermaye mevcudiyetindeki azalma –ki bu Ekim ayına kadar yalnızca ılımlı düzeydeydi– ekonomik büyümenin yavaşladığına işaret etmektedir. Hatta bazıları bunun yaklaşan bir ekonomik daralmanın işareti olduğunu söylüyor. ABD’ye yapılan ihracattaki düşüş, Çin ekonomisi üzerinde şüphesiz önemli bir etki yarattı ve Rus petrolü alımlarını azaltma kararı da bir taviz olarak görülmelidir.
Bu arada, daha önce de belirttiğim gibi, son aylarda Çin’in deniz tatbikatlarında bir azalma oldu ve donanmanın genellikle Tayvan çevresinde gerçekleştirdiği türden abluka tatbikatlarına rastlanmadı. ABD, mal ithalatında —özellikle kendi sanayi üretimi için gerekli parçalarda— Çin’e bağımlı olmayı göze alamaz; hele ki askeri bir çatışma olasılığı söz konusuyken. İki ülke arasındaki ilişkinin ekonomik ve askeri boyutları birbiriyle uyumlu olmalıdır. Yatırımlardaki düşüş bu durumu neredeyse zorunlu kılmışken, Çin uzlaşma isteği sinyali vermektedir.
Tayvan, ABD-Çin askeri ilişkilerinin stratejik ekseninde yer alır. Çin’in Tayvan’ı kendi toprağı olarak görmesinin ötesinde, bu ada ülkesi Çin’i Pasifik Okyanusu’ndan ayıran ve Papua Yeni Gine’den Japonya’ya kadar uzanan ada zincirinde stratejik bir konumda yer almaktadır. Bu zincir, Çin donanmasının Pasifik’e açılabileceği görece dar geçitler oluşturmaktadır. ABD üslerinin ve donanma konuşlandırmalarının bu adalar boyunca yer alması, Çin açısından stratejik bir sorun teşkil eder; çünkü bu durum ABD tarafından uygulanabilecek bir ablukanın kapısını aralamaktadır. Bu, birçok nedenden ötürü son derece düşük olasılıklı bir senaryodur. Ancak yalnızca böyle bir olasılığın varlığı bile Çin için bir tehdit oluşturur — Pekin’in savaş hazırlıkları üzerindeki etkisinden bahsetmeye bile gerek yok.
Ne Çin ne de ABD, özellikle başarı garantisi yokken, birbirlerine karşı askeri harekât başlatmakla ilgilenmektedir. İki ülke arasındaki ilişkiyi ayakta tutan ekonomik gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda, düşmanca bir askeri çatışma her iki taraf için de akıl dışıdır. Düşmanca askeri ilişkilerin sürdürülmesi, ABD’nin Çin’e olan ekonomik bağımlılığını (yani ithalatını) sınırlaması gerektiği anlamına gelir. Bunun pratikte ne denli zor olduğu artık netleşmiştir. Askerî bir uzlaşma, Pekin açısından zorunlu, Washington açısından ise büyük önem taşır. Uzlaşma, dürüstlüğe değil, askerî ve ekonomik zorunluluğa dayalı karşılıklı güven gerektirir. Güveni inşa eden şey zorunluluktur ve Çin ile ABD’nin bunu kabullenmiş olduğu görülüyor. Uzlaşma aynı zamanda askerî duruşta ve stratejide köklü bir değişimi gerektirir. ABD açısından Çin gerçek bir tehdit olsa da, bu tehdit onun küresel çıkarlarının yalnızca bir yönüdür. Çin için ise ABD’nin oluşturduğu tehdit, askerî stratejisinin temelini oluşturur ve bu durum, en üst düzey askerî liderliğin düşünce biçimine nüfuz etmiştir. Kariyerlerini ABD ile olası bir savaşa dayalı yetenekler ve stratejiler geliştirerek geçirmiş komutanlar, yeni jeopolitik gerçekliğe uyum sağlamakta zorlanacak ve bunu muhtemelen sivil politikacıların pervasızlığı olarak görerek karşı çıkacaklardır. Bu durum, Çin ordusunda son dönemde yaşanan tasfiyeleri açıklamaya yardımcı olabilir.
Potansiyel bir uzlaşmanın Rusya üzerindeki etkisi de dikkate alınmalıdır. Çin’in Rusya’ya yönelik büyük bir ilgisi yoktur. Bazı silah satışları dışında, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına destek vermemiştir. İki ülke arasındaki tarih, iş birliğinden çok düşmanlıkla şekillenmiştir. Bir uzlaşma, Moskova’yı zor bir duruma sokacaktır.
Bu teori, askerî tasfiyeler ve bir Tayvanlı politikacının Washington’a yaptığı ziyaret gibi (kuşkusuz zayıf) kanıtlara dayanmaktadır. Ancak mevcut jeopolitik gerçeklikler bu açıklamayı makul kılmaktadır. Ne Çin ne de Amerika Birleşik Devletleri birbirleriyle savaşmayı göze alabilir ve her ikisi de ekonomik ilişkilere ihtiyaç duymaktadır. Jeopolitikte —ve jeopolitik analizde— esneklik hayati önemdedir.
