Pekin’in Amerikan Geri Çekilmesini Kullanma Planları
Trump yönetiminin ikinci dönemine dair cevapsız kalan büyük sorulardan biri, mevcut küresel düzenin alenen reddedilmesinin Çin’in uluslararası stratejisini nasıl etkileyeceği olmuştur. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, bu düzeni hem “demode” hem de “ABD’ye karşı kullanılan bir silah” olarak tanımlamış; Başkan Donald Trump ise 23 Eylül’de Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada bu “küreselci” kurumu “çözmemiz gereken yeni sorunlar yaratmakla” suçlamıştır. Bu yılın ilk aylarında Pekin, Washington’un uluslararası düzene yönelik saldırılarına büyük ölçüde temkinli ve ölçülü bir şekilde yanıt vermiştir. Çin, ABD ile karşılıklı gümrük vergileri uygulamış, ancak bunun dışında Trump’ın ABD müttefiklerini yabancılaştırmasından ve uluslararası kurumlardan çekilmesinden doğan fırsatlardan yararlanmakla yetinmiştir.
Bu temkinli dönem artık sona ermiştir. Pekin, çok daha iddialı bir rota benimsemiş ve planlarını Eylül ayında düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü toplantısında açık biçimde sergilemiştir. Bir zamanlar sakin bir bölgesel ekonomi ve güvenlik kuruluşuna ev sahipliği yapan Çin lideri Xi Jinping, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi ile el sıkışmış, Avrasya kıtasının dört bir yanından gelen 18 diğer liderle bir araya gelmiştir. Birkaç gün sonra, Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’un eşliğinde, Xi Pekin’de Çin’in hızla büyüyen silah envanterini sergilemek amacıyla büyük bir askeri geçit törenine başkanlık etmiştir. Trump’ın bu zirveleri televizyondan izlemeye dair yaptığı yorum—“İzlememi umuyorlardı, ben de izledim”—Çin’in ABD’yi yerleştirmek istediği konumu istemeden de olsa açık etmiştir: Küresel siyasetin çoğu zaman itici gücü olan Amerikan başkanı, değişen dünyanın kenarında bir seyirciye dönüşmüştür.
Xi, Çin’i ortaya çıkan çok kutuplu dünyanın dayanak noktası haline getirmeyi hedefliyor ve bu hedefi gerçekleştirmek için yeni, daha etkin bir diplomatik strateji yürütüyor. Çin, ABD’yi uluslararası sistemdeki lider konumundan zorla çıkarmak ya da mevcut düzeni altüst etmek yerine, Trump’ın Washington’un rolünden hızlı ve gönüllü şekilde vazgeçmesini fırsata çeviriyor. Çin, mevcut kurumlar içinde kendi güç ve prestijini artırarak bu kurumların ağırlık merkezini geri dönülmez biçimde Pekin’e kaydırmaya çalışıyor. Bu hamle başarılı olursa, uluslararası düzeni içten dışa dönüştürecek, Çin’i merkez sahneye taşıyacak ve gelecekteki Amerikan yönetimlerinin kolay kolay tersine çeviremeyeceği biçimlerde ABD’nin etkisini zayıflatacaktır.
Dünya İnşası
Geçmişte, dış politika analistleri Çin zirvesinin görkemini önemsemeyebilirdi. Sonuçta, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün toplantıları genellikle görsel açıdan zengin, içerik açısından zayıf olur. Grubun kilit üyeleri arasında—örneğin Çin ile Hindistan arasındaki uzun süredir devam eden sınır anlaşmazlığı gibi—yaşanan görüş ayrılıkları, ortak çıkar alanlarından daha ağır basma eğilimindedir. Nitekim bazı yorumcular ve ABD’li yetkililer, Çin’in ev sahipliği yaptığı son etkinlikleri “gösteri amaçlı”, “şov için” ve sadece “fotoğraf çekimi” olarak nitelendirmiştir.
Trump’ın ikinci döneminin sekizinci ayına girildiğinde, bu değerlendirme olsa olsa iyimser sayılabilir. Bu yaklaşım, Trump’ın eylemlerine yönelik küresel tepkilerin dünyayı nasıl yeniden şekillendirdiğini göz ardı etmektedir. ABD’nin onlarca yılda inşa edip sürdürdüğü uluslararası düzen sona eriyor ve bundan sonrası belirsizliğini koruyor. Etki alanı için birçok ülke rekabet halinde ve uzun vadeli işbirliğinden çok kısa vadeli, işlemsel anlaşmalar yeni norm haline geliyor; bu da, yazarlarından birinin Foreign Affairs dergisinde “paralı çok kutupluluk” olarak adlandırdığı bir dönemi başlatıyor. ABD ve Çin, hâlâ en güçlü iki ülke olmayı sürdürüyor, ancak Hindistan ve Rusya gibi diğer aktörler ile Avrupa Birliği de kendi gündemleriyle önemli roller üstleniyor. Trump yönetimi altında ABD’nin ittifakları dağılırken, ABD’nin rakipleri giderek daha anlamlı yollarla işbirliği yapmaya başlıyor.
Ancak bu yeni düzenin nihai şekli hâlâ belirsizken, Xi, Trump’ın “önce Amerika” politikalarının boşluk bıraktığı alanlara kararlı adımlarla girerek ABD ile doğrudan karşı karşıya gelmeden Çin merkezli bir dünya kurmak için bir fırsat penceresi görüyor. Bu proje, küresel liderleri Çin şehirlerinde bir araya getirmekten çok daha öteye uzanıyor. ABD başkanı Brezilya ve Hindistan liderleriyle çekişirken, Xi Brezilya’nın ev sahipliğinde düzenlenen sanal BRICS toplantısında “korumacılığa direnme” konulu bir konuşma yaptı ve bu iki önemli güçle ilişkileri güçlendirmek amacıyla Modi’yi Çin’e davet etti. Trump dünyanın büyük bir kısmına gümrük vergileri uygularken ve ABD’nin dış yardım programlarını ortadan kaldırırken, Xi gelişmekte olan ülkelerin liderlerinin gönlünü kazanmaya çalışıyor: Pekin, Haziran ayında Afrika mallarına uygulanan Çin gümrük vergilerinde indirim yapacağını duyurdu ve Eylül ayında, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümesine fayda sağlamak için Dünya Ticaret Örgütü’nü reforme etme çabalarını artıracağını açıkladı. Trump yönetimi, yapay zekâ eylem planına “Yarışı Kazanmak” adını vererek utanmaz bir teknoloji milliyetçiliği benimserken, Çin “Yapay Zekâ Çağında Küresel Dayanışma” başlığı altında yıllık Dünya Yapay Zekâ Konferansı’na ev sahipliği yaptı, Pekin’in yapay zekânın faydalarını paylaşmak istediğini ileri sürdü ve bu amaçla yeni bir küresel yapay zekâ yönetişim projesi duyurdu. Trump, iklim değişikliğini “tarihin en büyük aldatmacası” olarak nitelendirip konuyla ilgili BM zirvesine katılmazken, Xi her ne kadar oldukça cılız bir hedef koymuş olsa da emisyon azaltımına yönelik bir hedef belirledi ve bu sayede bazı çevrelerden takdir topladı. Liste uzayıp gidiyor.
Washington açısından belki de en endişe verici olanı, Xi’nin eylemlerinin, Çin merkezli bu dünyanın ABD’ye direnişi ödüllendireceğini açıkça ortaya koymuş olmasıdır. Bu vaadin en güçlü sembolü, Xi’nin Pekin’deki askeri geçit töreninde, onlarca yıldır ağır yaptırımlara maruz kalan ve Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşa asker gönderen Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’a onur konuğu olarak en ön sırada yer vermesidir. Xi benzer şekilde, bir şekilde ABD’ye karşı çıkmış olan diğer liderleri de kucaklamıştır: Putin, Modi ve İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan da Çin’de görkemli bir şekilde karşılanmıştır.
Çin artık, uluslararası düzeni bozan bir aktör değil, onun savunucusu olarak görülmeye odaklanıyor ve bu çerçevede, mevcut kurumlarda ayrıcalıklı bir konum elde etme ve bu kurumlar içinde norm ve kurallar belirleme kapasitesini artırma yönündeki uzun süredir devam eden çabalarına yeni bir boyut kazandırıyor. Yakın geçmişe kadar Çin, popüler olmayan ABD politikalarını eleştirmek ve kalkınma, kültür, barışı koruma gibi uluslararası ilgiyi sınırlı ölçüde çeken alanlara odaklanmak gibi daha güvenli bir yol izlemeyi tercih ediyordu. Ancak, Trump’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada BM’nin varlık nedenini sorgulamasıyla birlikte, Pekin artık tekliflerine daha açık olabilecek bir uluslararası kamuoyu ile karşı karşıya. Çin Başbakanı Li Qiang, Trump’ın konuşmasından yalnızca birkaç gün sonra BM’de yaptığı açıklamada, “Çin, her zaman dünya barışı ve güvenliğinin sadık bir savunucusu olarak hareket etmiştir,” dedi.
Eylül ayında Xi, Birleşmiş Milletler sistemine Çin’in damgasını vurmayı amaçlayan Küresel Yönetişim Girişimi’ni duyurdu. Bu girişim, birçok ülkenin daha “adil ve eşitlikçi” bir uluslararası düzen arzusu taşıdığına atıfta bulunuyor ve bu yeni düzenin ne anlama geleceğine karar verecek merci olarak başka herhangi bir ülkeyi veya uluslararası kurumu değil, Çin’i öne çıkarıyor. Pekin, kendi çıkarlarına hizmet eden ilkeleri şimdiden hayata geçirmeye başladı; örneğin, ulusal egemenlik kavramını mutlak ama seçici biçimde yorumlayarak bunu sadece kendisi için uyguluyor, diğer ülkelere ise uygulamıyor ve evrensel insan hakları gibi tehdit olarak gördüğü değerleri marjinalleştiriyor. Çin, uluslararası kurumlar içinde anlaşmazlıkların nasıl çözüleceği ya da bu kurumların nasıl reforme edileceği konusunda çok az ayrıntı sunmuş durumda ve pahalı BM programlarının finansmanına daha fazla katkı sağlama niyeti de bulunmuyor. Ancak Trump yönetiminin BM’ye karşı sergilediği küçümseyici tutum göz önüne alındığında, BM sistemine bağlı ülkeler Çin’in yeni girişimini ve çeşitli önemli konulardaki pozisyonlarını destekleme çağrılarına olumlu yanıt verebilir. Çin’in BM organlarına ve personeline yönelik dikkat çekici ama mütevazı yatırımları ile Trump’ın süregelen ilgisizliği bir araya geldiğinde, Xi bu kurumları Çin’in çıkarlarına göre yeniden şekillendirme fırsatı bulmayı umuyor.
Şanghay İşbirliği Örgütü örneğinde olduğu gibi, analistler bir zamanlar Küresel Yönetişim Girişimi’ni sadece bir slogandan ibaret olarak görebilirdi. Ancak bu girişim, Çinli yetkililerin gerçeğe dönüştürmek için yoğun çaba harcadığı bir dizi projeden yalnızca biri—Küresel Kalkınma Girişimi, Küresel Medeniyet Girişimi ve Küresel Güvenlik Girişimi de bu kapsamda yer alıyor. Örneğin, akademisyenler Sheena Chestnut Greitens, Isaac Kardon ve Cameron Waltz yakın zamanda yaptıkları bir çalışmada, Çin’in iç güvenlik kurumlarının özellikle Güneydoğu Asya, Orta Asya ve Pasifik Adaları’nda ama aynı zamanda Afrika ve Latin Amerika’da da uluslararası polis iş birliklerini ve askeri olmayan güvenlik ortaklıklarını Küresel Güvenlik Girişimi çatısı altında kayda değer biçimde artırdıklarını tespit ettiler. Amerika Birleşik Devletleri geri çekildikçe, Çin halihazırda güçlü olan ticari ilişkilerinin üzerine sessizce yeni türden ortaklıklar inşa ediyor ve zaman içinde daha fazla ülkenin Washington’u değil, Pekin’i en önemli ilişkisi olarak görmesini hedefliyor.
Yoldaki Engeller
Trump yönetiminin aniden diplomasiye ve çok taraflılığa yaklaşımını değiştirmesini ya da müttefiklerini benimseyip Çin’le BM’de nüfuz mücadelesine girmeyi akılcı bir hamle olarak görmesini beklemek gerçekçi değildir. Bu tür adımlar, ABD halkının büyük çoğunluğunun desteğini alacaktır; zira Amerikalıların önemli bir kısmı ABD ittifaklarının ülkeye fayda sağladığını ve BM’nin dünyada kusursuz olmasa da gerekli bir rol oynadığını düşünmektedir. Ancak bu hamleler, yönetimin “önce Amerika” ideolojisiyle o kadar çelişmektedir ki, ilgi görme ihtimali yok denecek kadar azdır. Bu nedenle, önümüzdeki birkaç yıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin, uluslararası kurumlarda Çin’e açık bir alan bırakması muhtemeldir.
Trump’ın Pekin ile yürüttüğü diplomasi yaklaşımı sayesinde Xi’nin çabaları ek bir ivme kazanabilir. 2026 yılında Çin’e yapmayı planladığı ziyaret öncesinde Trump, Xi ile olan kişisel ilişkilerinin görünümüne ve ikili bir anlaşma yapmaya odaklanıyor—ve eğer önceki müzakereler bir ölçütse, Trump bunu bir zafer olarak lanse etse bile dünyanın büyük bir kısmı bu anlaşmayı Çin açısından kârlı bir uzlaşma olarak değerlendirebilir. Diğer ülkeler bu müzakereleri yakından izliyor ve Çin’in ABD taleplerine direnişini ödüllendiren herhangi bir anlaşma, Çin’in ABD’ye kıyasla nüfuz kazandığı görüşünü daha da pekiştirecektir.
Ancak Çin’in başarısı kesin değildir. Pekin, büyük hedeflerini gerçek bir küresel yeniden düzenlemeye dönüştürmekte zorlanabilir. Pek çok ülke, Çin merkezli bir dünyanın birtakım koşullarla geleceğini ve Pekin’in Asya’daki sayısız toprak anlaşmazlıklarını tırmandırma ya da baskı araçlarını sergileme eğilimine direnemeyeceğini biliyor. Son on yılda Pekin’in, büyük ticaret ortaklarına yönelik cezalandırıcı ekonomik önlemlerden Güney Çin Denizi’ndeki rakip toprak hak sahiplerine yönelik deniz tacizine kadar uzanan eylemleri, özerkliğine önem veren ülkelerin tepkisini çekmiştir. Şimdi, bu ülkeler hem Pekin’e hem de Washington’a olan bağımlılıklarını azaltarak Çin’in düzen kurma çabalarına direnebilir. Daha parçalanmış, anarşik bir dünya, Çin’in egemenlik kuracağı bir dünya olmayabilir.
Çin’in atacağı yanlış adımlar ya da diğer ülkelerden gelecek direnç, Xi’nin planlarını ciddi şekilde sekteye uğratabilir. Amerika Birleşik Devletleri açısından, bu tür aksaklıklar, Washington’da farklı bir liderlik bir kez daha kendi çıkarlarını gözetmenin ötesine geçen bir gelecek vizyonu geliştirecek zamana sahip olana dek bir nefes alma aralığı yaratabilir.
Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/united-states/china-goes-offense