Çin Ekonomisinin Uzun Yürüyüşü

Çin’in 1980’ler ve 1990’larda ekonomik reformu benimsemesi serbest ticaret ve çok taraflı işbirliği dönemini başlatarak küresel ekonomiyi yeniden şekillendirdi ve Batı ile bağlarını derinleştirdi. Son dönem çıkan bazı kitaplar bu döneme değinerek Çin’in serbest ticaret ve çok taraflı işbirliği döneminin başlarındaki iyimserliğin yerini nasıl milliyetçiliğe, korumacılığa ve stratejik rekabete bıraktığını gösteriyorlar.  
Temmuz 10, 2025
image_print

Derin ekonomik ve jeopolitik değişimin yaşandığı bir dönemi yaşıyoruz. Küresel serbest ticaret sistemi; yerini gümrük vergileri bariyerlerine ve ikili anlaşmalara yönelik giderek artan güvene bırakarak sürekli bir şekilde aşınıyor. Aynı zamanda, daha yüksek savunma harcamaları yapma ihtiyacı hükümetleri kaynakları ne şekilde kullanacakları konusunda zor seçimler yapmaya zorladığından ülkelerin vatandaşlarını eski dönemin tehlikelerinden ve işsizlikten korumak için büyüyen zenginliğe güvenebildikleri dönem sona eriyor.

Çin’in yükselişi bu dönüşümlerin önemli bir faktörü oldu ve Çin; tedarik zincirleri, teknoloji transferi, fikri mülkiyet hızsızlığı ve uluslar arası borç finansına ilişkin yapılan tartışmaların merkezinde yer almaya devam ediyor. Ülkenin devam eden ekonomik yavaşlaması özellikle iki kritik sorunun oluşmasına neden oldu: hâlihazırdaki sıkıntılı dönem, milyonlarca Çinli tüketiciyi hem yerel hem de global büyümeyi sürdürmekten alıkoyacak mı? Ve bu durum Çin hükümetinin, özellikle de Tayvan ve Güney Çin Denizi’ne yönelik daha da agresif bir dış politika izlemesine mi neden olacak?

ABD başkanı Donald Trump, temel jeopolitik rakibine karşı Amerika’nın tavrını yeniden tanımlama arayışında olduğundan bu sorular artan bir şekilde önemli hale hale geldiler. Singapur’da düzenlenen ve Asya güvenliğinin tartışıldığı kilit bir etkinlik olan Shangri-La Diyaoğu’nda Savunma Bakanı Pete Hegseth, kendisini Çin’in saldırganlığına karşı koruması için Tayvan’ın yeteneklerini desteklemeye yönelik ABD’nin uzun zamandan beridir devam eden taahhüdünü teyit etti. Bu sağlam duruş; aylar süren ve gittikçe şiddetlenen gümrük vergileri savaşından sonra buzların muhtemel erimesini işaret edecek şekilde Trump ve Şi Jinping arasındaki telefon görüşmesi ve gelişmekte olan nadir toprak elementleri anlaşmasından dolayı biraz gevşedi. Ancak gerilimlerin karşılıklı yükselmesi dolayısıyla ABD’nin Çin için nasıl bir rol öngördüğü ve Çin’in oluşan yeni dünya düzeninde kendi yerini nasıl tanımladığı hala belirsizliğini koruyor.

Çin ve Çin politikalarına ilişkin yapılan günümüz tartışmaları dikkat çekecek derecede, Halk Cumhuriyeti’nin kapitalist dünyaya ilk defa tekrar girdiği yaklaşık yarım yüzyıl önceki dönemi nadiren hatırlatıyorlar. O dönemin, günümüz endişe verici jeopolitik ortamının şekillenmesindeki rolü göz önüne alındığında bu ihmal çok çarpıcı bir ihmaldir. 2024 yılında yayınladıkları önemli ve çığır açıcı The Great Transformation adlı kitaplarında Odd Arne Westad ve Chen Jian; Çin’in 1960’lar ve 1980’ler arasında katı, Sovyet tarzı bir komuta ekonomisinden, Kültür Devrimi’nin radikal otarşisinden, “Çin modeli Sosyalizm” olarak çerçevelenen devlet kapitalizminin kendine has formuna nasıl geçtiğini inceliyorlar.

Çin’in dönüşümü elbette ki bir boşluk içinde gerçekleşmedi. 1970’lerden itibaren neoliberalizm, daha serbest sermaye akışlarını teşvik ederek devlet müdahalesinden uzaklaşmayı savunup küresel ekonomiyi yeniden şekillendirdi. Çin’in 1980’ler ve 1990’lardaki olağanüstü büyümesi, devasa iş gücünden yararlanarak kendisini dünyanın üretim üssüne dönüştürecek yola sokmasını mümkün kılan bu küresel eğilimlerle yakından bağlantılıydı.

Amerikalı tüketicilerin, tarihçiler Niall Ferguson ve Moritz Schularick tarafından Amerika’nın “Chimerica” olarak adlandırılmasına neden olacak şekilde karşılıklı derin bağımlılığı güçlendiren Çin malları alımı için kredilere kolay erişimden dolayı ağır bir şekilde borçlanmalarının üzerinden çok fazla zaman geçmedi. O zamanlar, xiahai (“ticaret denizine atlamak”) ifadesi; dünyanın en büyük komünist ülkesi hızla en dinamik kapitalist ekonomilerinden biri haline gelirken global üstünlüğe doğru gidiyor gibi görünen Çin genelinde esen girişimcilik rüzgarını tanımlar hale gelmişti.

ÇİN’İN DÜNYAYA AÇILMASIMININ SİYASİ TEHLİKELERİ

Robert Suettinger’in The Conscience of the Party ve Jonathan Chatwin’in The Southern Tour adlı iki yeni kitabı, Çin’in “reform ve dışa açılma” dönemini şekillendiren dinamikleri inceliyor. Her iki yazar da ülkenin ekonomik dönüşümünü yönlendiren kilit bireyleri odağa alarak, Soğuk Savaş’ın son yıllarında ve hemen sonrasında alınan kararların günümüz dünyasını nasıl etkilemeye devam ettiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.

Suettinger, ülkenin siyasi tarihindeki rolü belirsiz olarak kalan Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) eski genel sekreterlerinden Hu Yaobang’ın hikâyesini anlatıyor. Çin’in ekonomik dönüşümüne liderlik ettiği yaygın şekilde kabul edilen yakın müttefiki Deng Xiaoping’in aksine, Hu reform dönemiyle ilgili resmi anlatılarda büyük ölçüde yer almıyor. Öte yandan, 1989’daki Tiananmen Meydanı öğrenci protestolarına askeri müdahaleye karşı çıktığı için tasfiye edilen eski genel sekreter Zhao Ziyang’ın aksine, Hu tamamen silinmiş de değil.

Hu, reform döneminin büyük bölümünde ÇKP içindeki en etkili liberal seslerden biriydi. 1980’lerde Deng ile yakın çalışarak, Çin’in dönüşümünün başarılı olabilmesi için gerekli olan siyasi ortamın oluşmasına katkı sağladı. Stimson Center’da kıdemli danışman olan Suettinger, kamuya artık açık olmayan parti içi belgeler de dahil olmak üzere çok sayıda kaynağa dayanarak, Kültür Devrimi sonrası Çin’in yeniden inşasında Hu’yu merkezi bir figür olarak sunan kapsamlı ve derinlemesine bir biyografi ortaya koyuyor.

Hunan’da yoksul bir köylü ailesinde doğan Hu, erken yaşta komünist davaya katıldı ve 1934-35 Uzun Yürüyüş’ün en genç katılımcılarından biri oldu. Ancak yaşadığı zorluklar, onu siyasi radikalizmin bedellerini sorgulamaya yöneltti. Kültür Devrimi sırasında, siyasi suçlamalarla mahkûm edilip kamuya açık şekilde tahta tasma takılarak teşhir edildi ve kırsalda yıllarca ağır işlerde çalışmaya zorlandı.

Bu sarsıcı deneyimler, Hu’yu denetimsiz otoriterliğe karşı derin bir şüpheyle donatmış gibi görünmekte ve aynı zamanda onu 1978’de iktidara gelen ve Çin’in post-Mao ekonomik reformlarının baş mimarı olan Deng için vazgeçilmez bir müttefik haline getirmişti.

Hu’nun bu yeni yönelim üzerindeki etkisi muazzamdı. Wan Li gibi reformcu meslektaşlarıyla birlikte çalışarak, reform döneminin en erken ve en önemli girişimlerinden biri olan tarımsal de-kolektivizasyonun öncülüğünü yaptı. 1980 ile 1984 arasında, binlerce kolektif çiftlik dağıtılarak aile temelli tarım yeniden getirildi.

Suettinger, Hu’yu olağanüstü kılan şeyin ne olduğunu ve bu şeyin onu ÇKP liderliğindeki meslektaşlarından neden uzaklaştırdığını anlatıyor.  “Onun için reform, bir şeylerin yanlış gittiğinin ve değiştirilmesi gerektiğinin kabulüydü” ve bu “şey”, yalnızca ekonomik performans ve rekabet gücünden ibaret değildi.

Elbette Hu, Kültür Devrimi sırasında acı çeken tek ÇKP lideri değildi. Örneğin Deng de sürgüne gönderilmiş, oğullarından biri Kızıl Muhafızlar tarafından pencereden atılarak felç edilmişti. Ancak Hu, Komünist sisteme olan inancını korurken, aynı zamanda bu sistemin acıya dair farklı ve daha insani bir anlayışı içermesi gerektiği konusunda ısrarcıydı.

1981 yılında Hu’nun Parti Tarihi Önergesi’nin hazırlanmasına nezaret etmekle görevlendirilmesiyle işler çığırından çıktı. Masum başlığına rağmen, bu belge büyük ideolojik bir projeydi ve politik olarak patlayıcı bir soruya yanıt arıyordu: ÇKP, Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu Mao’nun mirasını yok etmeden Kültür Devrimi’ni nasıl mahkûm edebilirdi?

Önerilerinin detayları hala açıklanmamış olmasına karşın, Hu daha radikal bir yaklaşımı savundu. Bildiğimiz şey, Hu’nun fikirlerinin Deng’i tedirgin ettiği ve onu aniden komiteden çıkararak projeyi daha ortodoks figürler olan Deng Liqun ve Hu Qiaomu’ya devrettiğidir. Hu ise “zorunlu dinlenme” için Shandong’daki güzel Tai Dağı’na gönderildi.

Son kopuş Ocak 1987’de yaşandı. Hu, Deng ve müttefikleri tarafından, liberal eğilimlerinin ve sadakatinin amansız, planlı bir saldırının odağı haline geldiği bir toplantıda pusuya düşürüldü. Eleştirmenlerden Deng Liqun, altı saat boyunca konuşarak Hu’ya karşı duyduğu çok sayıdaki şikâyeti sıraladı. Deng Liqun altı saat boyunca konuşarak Hu’ya karşı olan şikâyetlerini sıraladı. Yaklaşık 50 üst düzey ÇKP yetkilisi onu çevreledi ve Hu’nun daha sonraki ifadesine göre, “beni aşağılamaya ve leş gibi kokana kadar eleştirmeye” çalıştılar.

DENG REFORM ÇABALARINI SÜRDÜRDÜ

Hu’nun Nisan 1989’daki ölümü, 3-4 Haziran gecesi Tiananmen Meydanı katliamıyla sonuçlanan öğrenci ve işçi protestolarını tetikledi. Ancak bu olayların dehşeti nihayetinde Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP) deviremedi. İlerleyen yıllarda Chen Yun gibi isimlerin başını çektiği kesim, ekonomik ve siyasi liberalleşmenin bir araya gelmesinin Çin’i tehlikeye attığını savundu ve ekonomik büyüme durgunlaştı.

Ancak 1990’ların başında, Deng piyasa reformlarından geri çekilmenin kalıcı hâle gelebileceğini fark etti. Chatwin’in ilgi çekici The Southern Tour adlı eseri, Deng’in partinin daha ortodoks fraksiyonlarına nasıl karşı koyduğunu anlatıyor. Suettinger’in kitabından daha kısa olsa da, aynı derecede titizlikle hazırlanmış bir eserdir.

Chatwin, 1989-92 arasındaki nispeten az incelenmiş döneme odaklanıyor ve Deng’in muazzam otoritesine rağmen ekonomik reformları yeniden başlatmak için büyük çaba harcadığını gösteriyor. Örneğin o ve destekçileri, Hong Kong’a yakın eski bir balıkçı köyüyken hızla büyük bir kente dönüşerek kapitalist coşkunun sembolü hâline gelen Shenzhen gibi reform merkezlerine dikkat çeken ziyaretler düzenledi.

Dönüşümün sahne arkası dinamikleri açığa çıkıyor. Ocak 1992’de Deng, Makao yakınlarındaki Zhuhai’de bir döner restoranının misafirleriyle uyumsuz modern ortamında Çin’in askeri yetkililerine özel bir konuşma yaptı. “Reformlara karşı olan kim varsa iktidardan uzaklaştırılacak,” dedi. Bu açıklama, ordunun reform gündemini desteklediğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu toplantı, toplantıda özellikle yer almayan birine, ÇKP Genel Sekreteri Jiang Zemin’e de açık bir uyarı niteliğindeydi.

Her ne kadar Jiang görüntüde Çin’in en güçlü figürü olsa da, Deng’in bu hamlesi ona ve başkalarına, reform yolundan sapmanın siyasi kariyerlerini bitirebileceği mesajını vermek içindi. Pekin’deki elit siyasetinin en mahrem detayları hakkında bugün çok az şey bilinmesine rağmen, alternatif güç merkezlerinin yokluğunda böyle bir toplantının yine de gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini merak etmemek elde değil.

KAYBOLAN LİBERAL UZLAŞI

Suettinger ve Chatwin’in mükemmel kitapları, küresel mali krizin küreselleşmenin geleceği konusunda şüphe yarattığı 2008’de sona erdiği iddia edilen tarihi bir momenti ele alıyor.  Ancak o dönemi tanımlayan tercihler, özellikle ABD-Çin ilişkileri açısından bakıldığında bugün hâlâ önem taşıyorlar.

Bugün pek çok Amerikalı politikacının bakış açısına göre, ABD’nin Çin’in küresel ekonomiye yeniden entegrasyonuna verdiği destek, özellikle de 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne katılımı, Çin’in akran bir rakip olarak ortaya çıkmasını sağlayan stratejik bir hataydı. Ancak unutulmaması gereken başka faktörler de var. Özellikle, Amerika’nın Çin’in ekonomik yükselişine verdiği destek, kısmen sıklıkla göz ardı edilen bir jeopolitik zorunluluktan kaynaklanıyordu: Sovyetler Birliği’ni zayıflatma çabası.

Suettinger, Hu’nun iç politikalarına daha fazla odaklansa da, onu ÇKP içinde Batı’ya daha fazla açılımı savunan kilit bir figür olarak tasvir ediyor. Farklı bir fraksiyon galip gelseydi, Çin daha Batı odaklı bir yol izleyebilirdi.

Amerika’nın, Deng’in “reform ve dışa açılma” olarak adlandırdığı sürece verdiği desteğin arkasında ekonomik motivasyonlar da vardı. ABD Başkanı Ronald Reagan döneminde, Çin mallarına olan talebi artıran büyük miktarda borçlanma yapıldı. Çin, 1990’lı ve 2000’li yıllarda endüstriyel casusluk faaliyetlerinde bulunmuş, ekonomik kazanımlarının önemli bir kısmını yurt içi inovasyonu teşvik etmek için araştırma ve geliştirmeye yönlendirmiştir. ABD de benzer şekilde Ar-Ge yatırımları yapabilirdi ama yapmadı.

 

Hem Doğu’da hem Batı’da kilit aktörler, 1980’ler ve 1990’larda küresel ticaret sistemini tanımlayan liberal normlardan uzaklaşıyor gibi görünüyor. Çin, 2021’de iç talebi artırmayı ve ekonomisini mümkün olduğunca kendi kendine yeterli hâle getirmeyi amaçlayan “ikili dolaşım” stratejisini benimsedi.

Trump, ilk başkanlık döneminde Çin ithalatına bazı kısıtlamalar getirdi, bunların birçoğu halefi Joe Biden tarafından da korunup geliştirildi. Trump ikinci döneminde ise yalnızca Çin’i değil, dünyanın geri kalanını da hedef alan çok daha radikal bir yaklaşım benimsedi. Elbette, birçok politikasında olduğu gibi, Trump’ın Çin’le ticaret konusundaki yaklaşımı da öngörülemezliğini koruyor.

Tüm bu gelişmeler Hu’yu ya da Deng’i şok eder miydi? Suettinger’in gözlemlediği üzere, Hu, liberal ekonomik reform ile daha özgür bir toplum arasında açık bir bağ görüyordu. Her ne kadar Çin bugün Kültür Devrimi sırasında olduğu kadar baskıcı olmasa da (ÇKP liderlerinin aşağıdan bir devrim kışkırtmak veya Parti yapısını altüst etmek istediğine dair bir belirti yok) Hu, temel ekonomik ve sosyal konulardaki tartışmaların susturulmasının tehlikesini fark etmiş olurdu.

Deng’in bugün yaşananlara nasıl yanıt vereceğini değerlendirmek daha karmaşık. 1989’daki öğrenci protestolarına karşı uyguladığı acımasız baskı, ekonomik liberalleşmenin siyasi çoğulculuğa yol açmasına izin vermek istemediğini gösterdi. Ancak piyasa reformlarını canlandırmak için yaptığı kararlı hamle, Çin’in geleceğinin küresel ekonomiye tam entegrasyona bağlı olduğuna inandığını gösteriyor.

Ancak artık o küresel ekonomi yok. ABD gibi, savaş sonrası dönemin çoğunda tek başına liberal bir hegemonun olmadığı bir ortamda dünya; milliyetçilik, korumacılık ve stratejik rekabet yönünde değişiyor. Bu yönelim, ABD’de Çin’e kıyasla daha açık biçimde dile getirilse de, her iki ülkenin politikaları da bir zamanlar küresel normlar hâline gelen yapıların kalıcı biçimde çözülmekte olduğuna işaret ediyor.

Buna karşılık, Hu ve Deng’in savunduğu liberal reformlar, daha açık bir dünyanın kaçınılmaz göründüğü bir zamanın ruhunun ürünüydü. Yeni ortaya çıkan uluslararası düzenin kapalı bir yapı hâline geldiğini ilan etmek için belki erken, ancak Trump’ın küresel ticaret savaşının yarattığı olaylar ve gerilimler, belirleyici bir içe kapanma eğilimini işaret ediyor. Bu anlamda hem Suettinger’in hem de Chatwin’in anlattığı dönem sanki çok geride kalmış bir dönem gibi görünüyor.

 

*Rana Mitter, Harvard Kennedy School’da ABD-Asya İlişkileri Kürsüsü Başkanı ve son olarak China’s Good War: How World War II Is Shaping a New Nationalism  (Harvard University Press, 2020) adlı kitabın yazarıdır.

 

Kaynak: https://www.project-syndicate.org/onpoint/china-path-to-becoming-strategic-competitor-to-the-us-by-rana-mitter-2025-06

 

Tercüme: Ali Karakuş

SOSYAL MEDYA