Bir halkın hayali, bir ulusun anlaşmazlığı.
Gazze savaşını sona erdirmeye yönelik bitmek bilmeyen ve çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlanan müzakereler sırasında, sürekli olarak aynı fikir gündeme geldi: En zengin Arap ülkesi olan Suudi Arabistan, Gazze’nin yeniden inşasına katılacak ve İsrail’i resmen tanıyacaktı. Buna karşılık İsrail, Batı Şeria ve Gazze’nin büyük kısmında bir Filistin devleti kurulması hedefine kamuoyu önünde destek verecekti. Bu anlaşma, birçok Siyonistin hayalini gerçekleştirecekti: normalleşme, İsrail’in tüm Arap komşularıyla barış ve nesiller boyu süren kan dökülmesinin sona ermesi. Ancak bazı İsrailli bakanlar farklı bir savaş sonrası vizyon sundular. İsrail’in 2005 yılında terk ettiği Gazze’deki Yahudi yerleşimlerinin yeniden inşa edilmesini önerdiler. Savaşın başlamasından bir yıl sonra yapılan bir ankete göre, İsrail’in Yahudi nüfusunun yüzde 38’i Gazze’nin yeniden yerleşimini destekliyordu.
Bu zıt savaş sonrası vizyonlar, Siyonist düşüncenin merkezinde yer alan ve yüzyılı aşkın süredir süregelen inatçı bir tartışmayı yansıtıyor. Bu tartışma üç temel soruya odaklanır: Bir Yahudi devletinin amacı nedir? Ne tür bir devlet olmalıdır? Ve bu hedefe nasıl ulaşılır? 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, iki önemli Siyonist figür bu sorulara çarpıcı biçimde farklı yanıtlar verdi: Theodor Herzl ve Rav Kook olarak bilinen Haham Abraham Isaac Kook. Bu ikili hiçbir zaman doğrudan birbirleriyle tartışmadı—Herzl, Rav Kook’un varlığından bile haberdar değildi—ancak birbirine zıt fikirleri, hem İsrail tarihinin hem de günümüz İsrail siyasetinin en önemli ve kalıcı iç tartışmalarından birini oluşturur.
1897 yılında Avusturyalı gazeteci Herzl, Siyonist manifestosu olan Yahudi Devletini yazdı. Öncelikle, giderek büyüyen ve çözülemez bir olgu olarak gördüğü antisemitizme odaklandı. Makalesinde şöyle yazar: “Yahudi sorunu, Yahudilerin belirgin sayılarda yaşadığı her yerde vardır. Olmadığı yerlere ise Yahudiler göç ettikçe taşınır. Biz doğal olarak zulüm görmediğimiz yerlere taşınırız ve oradaki varlığımız yeni bir zulüm doğurur.” Herzl için bu metindeki en büyük entelektüel atılım, antisemitizmi nihai biçimde anlamış olmasıydı. Önce bunun “son derece karmaşık bir hareket” olduğunu kabul eder; ardından “ticaret kıskançlığı, kalıtsal önyargılar ve dini hoşgörüsüzlük” gibi nedenleri değerlendirdikten sonra şu sonuca varır: “Bu, ulusal bir sorundur.” “Biz bir halkız,” der. “Tek bir halk.” Bu nedenle, “yüzyıllardır yaşadığımız ülkelerde hâlâ yabancı muamelesi görüyoruz.”
Bir Yahudi devleti bu sorunu çözerdi. Bu devlet, doğal milliyetçi arzularını gerçekleştirmek isteyen Yahudilere bir yurt sunar; diasporada kalmayı tercih eden Yahudilerin ise yaşadığı sıkıntıyı hafifletirdi, çünkü bu kişiler “barış içinde asimile olabileceklerdi.” Yahudi olmayanlar, Yahudilerin sadakatini artık sorgulamayacaktı; zira “onların” Yahudileri, Yahudi anavatanına göç etme imkânına rağmen, ev sahibi ülkelerinde kalmayı tercih ederek sadakatlerini göstermiş olacaklardı. Herzl’e göre bu, her şeyi çözüyor demekti. Yazılarının çoğunda, amacının antisemitizmle mücadele etmek ya da onu hafifletmek olmadığını, bu çabayı “boş ve beyhude” olarak gördüğünü özellikle vurgular. Onun hedefi antisemitizmi tamamen ortadan kaldırmaktı.
Herzl’e göre, bir Yahudi devleti kurmanın—ve böylece antisemitizmi ortadan kaldırmanın—en etkili aracı uluslararası diplomasi idi. Bunu bir “ulusal mesele” olarak tanımlar ve der ki: “Ancak bu mesele, dünya çapında siyasal bir sorun haline getirilerek, dünyanın medeni uluslarının ortak bir konseyinde tartışılıp kontrol edilerek çözülebilir.” Antisemitizmle sarsılan tüm ülkelerin hükümetlerinin, Yahudilerin istediği egemenliği elde etmesine yardım etmesinin kendi çıkarlarına hizmet edeceğine inanıyordu. Sultan II. Abdülhamid ve Alman İmparatoru II. Wilhelm dâhil olmak üzere dünya liderleriyle yürüttüğü müzakerelerle kendini adeta ölümüne çalıştırmasıyla tanındı ve büyük siyasal ağırlığı olan bir hareket yarattı.
Elbette, Herzl sahadaki yerleşim ihtiyacını tamamen göz ardı edemezdi, ancak bu mesele onun çabalarının odak noktası değildi. Yahudi Devleti adlı eserinde, Filistin’de Yahudi tarım yerleşimleri kurulması fikrini dahi küçümser. “Biz burjuva bir halkız,” diye yazar; ütopik romanı Altneuland’da Almanca konuşan Yahudilerin yaşadığı kentsel Yahudi merkezlerini hayal eder. Herzl’e göre, Yahudiler müzakereler ve diplomasi yoluyla egemenlik ve dolayısıyla normalleşmeyi sağladıktan sonra şehirler kurup toprağa yerleşecekti. Kendilerini “anayasal bir cumhuriyet” şeklinde örgütleyeceklerdi—bu, Herzl’in liberal demokrasi anlayışıdır. Filistin’de fiilî yerleşime olan kayıtsızlığı o kadar büyüktü ki, Filistin’e alternatifler düşünmüştü. Yahudi Devleti adlı eserinde Arjantin’i bir ihtimal olarak sunar, sonraları Uganda’yı da düşünür. Yahudi devletinin nerede kurulduğu önemli değildi, yeter ki müzakereler yoluyla uluslararası meşruiyet kazanılsın. “Bize ne verilirse alacağız,” diye yazar.
Rav Kook’un hedefleri ve vizyonu ise bundan daha farklı olamazdı. Kook’a göre asıl sorun antisemitizm değil, diasporadaki solgun ve zayıf Yahudilikti. Herzl’in makalesinden yaklaşık on yıl sonra yazdığı bir metinde şöyle der: “Eretz Yisrael’in kutsallığının hayat veren çiğinden aldığı besin dışında, diasporadaki Yahudiliğin gerçek bir temeli yoktur; sadece bir hayalin gücüyle ve ihtişamımızın anısıyla yaşar.” İsrail dışında yaşamak, sadece bir tür yarı yaşam sunar. “Yahudiler, diasporada kendi fikirlerimize, duygularımıza ve hayal gücümüze, Eretz Yisrael’de olduğumuz kadar bağlı ve sadık olamazlar.” Rav Kook’a göre İsrail toprağı, kurtuluşa giden bir yol değil, kurtuluşun ta kendisidir, çünkü “tüm ilahi emirler orada mükemmel biçimde yerine getirilir.” Herzl gibi o da diasporada ölümcül bir zayıflık hisseder; ancak teşhisi tamamen farklıdır. Herzl için bu zayıflık antisemitizmdir. Rav Kook içinse bu, Yahudi maneviyatını yavaşça zehirleyen sürgündür.
Herzl’in aksine, Rav Kook pratik bir program sunmaz; yazılarında büyük güçlerden ya da diplomatik çabalardan söz edilmez. Ancak kullandığı dilin yüceliği ve şiirsel coşkusu, o dönemin ve bugünün okurlarını tek bir buyrukla harekete geçirir: toprağa yerleşin. Rav Kook için bu, Tel Aviv ya da kıyı şeridindeki seküler bir kibbutz anlamına gelmez. Bu, İncil’de geçen İsrail’i—Kudüs’ü ve Yahudiye ile Samiriye’nin tepelik bölgesini—ifade eder. Hatta ikinci Rav Kook—yani Rav Kook’un oğlu—1948’te İsrail, BM Bölünme Planı sınırları içinde bir devlet olarak kurulduğunu ilan ettiğinde, ünlü bir şekilde yas tutmuştur. O zamana kadar birinci Rav Kook hayatını kaybetmişti ve oğluna şu sözleri bırakmıştı: “Toprağımı böldüler! Hevron’umuz nerede—onu unuttuk mu? Şekem’imiz [Nablus] nerede—onu unuttuk mu? Yeriko’muz nerede—onu unuttuk mu?”
Bir Yahudi devletinin amacı nedir? Ne tür bir devlet olmalıdır? Ve bu nasıl başarılır?
1967’den sonra, İsrail bu İncilî toprakları fethettiğinde, Rav Kook’un oluşturduğu hareket, Yahudileri bu bölgelere yerleştirmek için çalıştı. Zamanla, genç Rav Kook ve takipçileri İsrail siyasetinin içine girdiler; ancak diplomasi ve müzakerelerin önüne doğrudan eylemi—yerleşim inşasını—koydular. Büyük güç siyasetinden kaynaklanan bir meşruiyet aramıyorlardı. Onların iddialarının meşruiyeti İncil’den geliyordu. Benzer şekilde, birinci Rav Kook da İsrail’in nasıl bir yönetim biçimi alması gerektiği konusunda hiçbir şey yazmamıştır; ancak onu, Yahudileri İncil’deki İsrail’den ayıracak herhangi bir rejimi desteklerken hayal etmek imkânsızdır. İsrail’in tüm siyasi yelpazesi içinde, Rav Kook’un takipçileri, Herzl’in anayasal demokrasi vizyonuna en az bağlı olan gruplar arasında yer alır.
Herzl ve Rav Kook, Yahudi halkını etkileyen sorunun teşhisinde de, yapılması gerekenlere dair öngördükleri programlarda da büyük farklılıklar gösterir. Herzl’e göre sorun antisemitizmdir ve çözüm, müzakereler yoluyla uluslararası tanınırlık kazanmış bir Yahudi devleti kurmaktır. Rav Kook’a göre ise sorun sürgündür ve çözüm, Yahudilerin İsrail topraklarına geri dönmesidir.
Herzl ile Rav Kook’un, günümüz İsrail siyasetindeki önemli iki düşünsel damarı temsil ettiği kolayca görülebilir. Siyaset ve diplomasi yoluyla barış, güvenlik ve en önemlisi meşruiyet arayan Herzlci müzakereciler, geçmişte olduğu gibi bugün de mevcuttur. Terör ve başarısız müzakereler bu grubu zorlamış ve zayıflatmış olsa da, uluslararası meşruiyet ve normalleşme arayışı hâlâ sürmektedir—özellikle İsrail’in merkez partilerinde ve küresel teknoloji sektöründe. Ve bir de yerleşimciler vardır—önce Rav Kook’un takipçileri, ardından Gush Emunim, bugünse Dindar Siyonistler—bu grubun en güçlü Siyonist arzusu, İncil’de geçen İsrail topraklarında, çoğunlukla Yahudiye ve Samiriye’de ama son zamanlarda Gazze’de de Yahudi yerleşimleri kurmaktır.
İlginçtir ki, her iki grup da hedeflerine tam anlamıyla ulaşamamıştır. İsrail Devleti büyük başarılar elde etmiş olsa da, en yakın komşusuyla barışı kalıcı şekilde sağlayamamış ve bu nedenle Herzl için en kıymetli olan şeyi—uluslararası meşruiyeti—kazanamamıştır. Öte yandan yerleşimciler, büyük yatırımlara ve pek çok hükümetin güçlü desteğine rağmen, yalnızca yaklaşık 400.000 Yahudiyi Yahudiye ve Samiriye’ye yerleştirebilmiştir; bu sayı, İsrail nüfusunun yüzde 5’inden azına, yerel Filistinli nüfusun ise yarısından daha azına karşılık gelmektedir. Herzl ve Rav Kook hâlâ birer hayalperest olarak varlıklarını sürdürmektedir; ancak en büyük hayalleri henüz gerçekleşmemiştir.
Belki de bunun sebebi, birinin hayalini gerçekleştirmek için diğerinin hayalinden vazgeçmenin gerekmesidir. İsrail, İncil’deki İsrail topraklarının en azından önemli bir kısmından vazgeçmediği sürece, hiçbir zaman anayasal bir demokrasi olamaz veya tam anlamıyla uluslararası meşruiyet kazanamaz. Aynı şekilde, Yahudiye ve Samiriye ile ayrılmaz biçimde bağlı kalıp da müzakere ve diplomasiye dayanan liberal bir demokrasi olarak varlığını sürdüremez. Herzl ve Rav Kook—büyük düşünürler ve vazgeçilmez Siyonist liderler—bugünkü İsrail siyasetinde yaşamaya devam ediyor, fakat vizyonları çatışıyor. İsrail hükümeti bu vizyonlardan birini tercih ederse, diğerinden vazgeçmiş olur. Muhtemelen bu yüzden, son yirmi yıl boyunca İsrail’in Filistinlilere ve Filistin topraklarına yönelik politikasının baskın özelliği, karar vermemek olmuştur.
Benjamin Netanyahu, bu yılların büyük çoğunluğunda başbakanlık görevini üstlendi; ancak koalisyon siyaseti, onu hem Herzl tarzı pratik siyasetçilere hem de Rav Kook’un hayalperest takipçilerine yanaşmak zorunda bıraktı. Uzun siyasi kariyeri boyunca Netanyahu, iki devletli çözüm mantığını benimsedi, Hebron’un büyük bir kısmından çekildi, Körfez ülkeleriyle ortaklıklar geliştirdi; aynı anda yerleşim genişlemesini öncelik haline getirdi, en antidemokratik dini Siyonistleri kabinesine dahil etti ve Batı Şeria’nın büyük bölümünü ilhak etmekle tehdit etti. Başka bir deyişle, önce Herzl’e, sonra Rav Kook’a yöneldi ama hiçbir yaklaşıma tam anlamıyla bağlanmadı.
Bir süreliğine bu strateji işe yaradı. İsrail ekonomisi gelişti, ve Gazze’de ara sıra yaşanan patlamalar dışında ülke genel olarak barış içinde kaldı. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketi İsrail’in meşruiyetini zayıflatmak için çabaladı; dini Siyonistler tam ilhak için baskı yaptı, fakat İsrail bu gerilim ortamında gelişiyor gibi görünüyordu. Sonra 2023 geldi, ardından 7 Ekim. Yargı reformu etrafında kopan siyasi depremin büyük bölümü, Rav Kook ile Herzl arasındaki mücadelenin devamıydı. İsrail’in sokaklarını ve meydanlarını dolduran milyonlarca protestocu, liberal demokrasi talep ediyordu. Karşıtlarının birçoğu ise liberal demokrasiyi reddediyordu; çünkü anayasal yargı denetimi sistemi, devletin Yahudiye ve Samiriye’deki—yani İncil’deki İsrail’deki—Filistinlilere karşı ayrımcılık yapmasını engelliyordu. Mücadele açıkça yargı gücünün teknik sınırlarıyla ilgili değildi. Bu, İsrail’in ne tür bir ülke olacağına dair bir mücadeleydi: Küresel kurumlar tarafından tam kabul gören anayasal bir liberal demokrasi mi, yoksa İncil’de geçen tüm topraklar üzerinde Yahudi egemenliğine adanmış popülist, milliyetçi ve dini bir devlet mi? Bu, Rav Kook ile Herzl’in karşı karşıya gelmesiydi.
Aynı ideolojik mücadele, mevcut Gazze savaşının “ertesi günü”ne ilişkin soruların üzerinde de dolaşıyor. İsrail, Suudileri kucaklamalı mı, Amerika Birleşik Devletleri ile ortak çalışmalı mı, Batı’nın genel görüş birliğini takip etmeli mi, en azından bir Filistin devleti konusunda müzakereye açık olduğunu ifade etmeli mi? Yoksa İsrail, Filistin meselesine dair her türlü siyasi çözümü reddedip Batı Şeria’daki varlığını daha da mı güçlendirmeli, Gazze’yi işgal edip belki de eski Yahudi yerleşimlerini yeniden mi inşa etmeli? Bu, İsrail egemenliğine dair iki tamamen farklı vizyonu kapsayan keskin bir tercihtir.
7 Ekim’in, İsrail’in (ve özellikle Netanyahu’nun uzmanlığı haline gelmiş olan) karar vermeme politikasını sona erdirdiğine inanıyorum. Filistinlilerin, İsrail taahhütte bulunmayı reddederken sessiz ve barışçıl kalmayacakları açıkça görülüyor. Her hâlükârda, bir toplumun bu kadar kökten farklı iki siyasal hayali aynı anda dengede tutabilmesi neredeyse imkânsız. Çoğu Amerikalı Yahudi gibi, muhtemelen çoğu İsrailli Yahudi gibi ben de tüm kalbimle Herzl’in Rav Kook’u yenmesini diliyorum. Bunu yazmak benim için acı verici. Bana göre Rav Kook bir dahiydi, usta bir mistikti, ilham verici bir şairdi; benzersiz ve güzel bir yazar ve düşünürdü. Ama İncil’de geçen İsrail’de yaşayan Yahudi olmayanları ve genel olarak Yahudi olmayanları hiç dikkate almadı. Ve devlet yönetimi, ne kadar güzel olursa olsun, mitopoetik özlemlerle ayakta kalamaz. İsrail’in en büyük umudu, kurucu düşünürü Theodor Herzl’i benimsemektir.
Tüm farklılıklarına rağmen, Rav Kook ve Herzl’in ortak bir yönü vardı. İkisi de sundukları şeyin hayalperest, ütopyacı bir vizyon olduğunu düşünmüyordu. Her ikisi de Yahudi halkı için ortaya koydukları programların son derece uygulanabilir olduğuna inanıyordu. Rav Kook’un önünde, erken dönem seküler Siyonist öncülerin örneği vardı. Onlar, yeterli çabayla Yahudilerin kadim vatanlarına yeniden yerleşebileceğini kanıtlamışlardı. Herzl ise planının uygulanabilirliği konusunda ısrarcıydı. İnsan doğasını değiştirmeye çalıştığı yönündeki eleştirileri reddetti. Onun sunduğu şey, makul ve gerçekleştirilebilir adımlardı. Yahudi Devleti kitabına, “emek ve girişimciliğin” dünyayı nasıl dönüştürdüğünü anlatan dokunaklı bir tasvirle başlar. İşin zor olacağını, ama imkânsız olmadığını kabul eder. Ona atfedilen ünlü söz şudur: “Eğer isterseniz, bu bir hayal değildir.”
Bugünün İsrail’i için, Herzl’i benimsemek, uluslararası meşruiyet için çalışmak ve bir Filistin devleti kurmak neredeyse ütopyacı görünüyor. Pek çok uzman (ve benim birçok arkadaşım ve en sevdiğim İsrailli düşünürler) bunu bir fantezi olarak nitelendiriyor. Ancak hâlâ “emek ve girişimciliğin” çağı içindeyiz—çok çalışıp hayalleri gerçeğe dönüştürme zamanı. Bugünün sorusu şu: Siyonizm hâlâ büyük ama zorlu görevleri başarabilir mi? Vizyon mevcut, plan da öyle. Ama önce karar vermemiz gerekiyor.