Britanya’ya Ne Oldu?

Krizin ayrıntıları Britanya’ya özgü olabilir, ancak doğası evrenseldir. Batı dünyasının her yerinde eşitsizlik, ekolojik çöküş, ekonomik uçurumlar ve demokratik çözülme hızla derinleşiyor. Buna rağmen muhafazakâr ve gerici güçler hâlâ iktidarda; rahatlar, statükoyu inatla koruyorlar. Başarısız sistemlere ve iflas etmiş ideolojilere tutunuyor, bilinçli olarak harekete geçmeyi reddediyorlar.
Temmuz 20, 2025
image_print

Britanya, siyasi, ekonomik, toplumsal ve ulusal kimlik açısından paramparça bir durumda.

Ülkenin varoluşsal karmaşasının kökleri, 1979’dan 1990’a kadar Birleşik Krallık Başbakanı olan Margaret Thatcher’ın görev süresine kadar uzanıyor.

Onun yıkıcı iktidarı döneminde piyasa fundamentalizmi ve özelleştirme hâkim oldu; toplum çözülürken refah devletinin temelleri de aşındı.

Bu yıkıcı ideolojik yaklaşım, 2010–2024 yılları arasındaki 14 yıllık Muhafazakâr iktidar boyunca da sürdü—kemer sıkma, ihmal, toplumsal parçalanma, kamu hizmetlerinin planlı şekilde tasfiye edilmesi ve sivil toplumun içinin boşaltılmasıyla damgalanmış karanlık bir dönemdi.

Eğer bu tahribat onarılacak ve yeni bir ulus inşa edilecekse, yaratıcı bir yeniden tasavvur, uzun vadeli ilkelere dayanan bir yaklaşım ve siyasi alçakgönüllülük şarttır—ki bunların hiçbiri şu anda Başbakan Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinde mevcut değildir.

Gerilemenin İşaretleri

Yönetim sistemi başlı başına köklü bir reforma ihtiyaç duyuyor: Giderek daha merkezîleşiyor, temsiliyet zayıflıyor ve demokratik özelliklerini kaybediyor. Nispi olmayan çoğunluk sistemi, sürekli olarak orantısız sonuçlar doğuruyor—küçük partiler dışlanıyor ve bir parti, şu anda İşçi Partisi’nin yaptığı gibi (tüm muhalefet partilerine karşı 156 sandalyelik farkla) büyük bir parlamento çoğunluğu elde ettiğinde, neredeyse hesap veremez hale geliyor.

Bu, gerekli sistemsel değişimin ölçeğini tahayyül etmekten aciz, katı teknokratlar tarafından yönetilen bir yapı. Gerilemenin belirtileri ise her yerde:

Gelir ve servet eşitsizliği Avrupa’daki en yüksek seviyede; en zengin %10’luk kesim, ülke servetinin %45’inden fazlasına sahipken, reel ücretler 16 yıldır yerinde sayıyor. 4,2 milyondan fazla çocuk—toplamın yaklaşık %30’u—yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Evsizlik, gelişmiş ülkeler arasında en yüksek seviyede. Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) kriz içinde. Hapishaneler tehlikeli derecede kalabalık—Birleşik Krallık, Avrupa’da kişi başına en fazla insanı hapse atan ülke—ve ciddi şekilde kaynak yetersizliği yaşıyor. On yılı aşkın süredir bütçesiz bırakılan yerel yönetimler ağır baskı altında: Gençlik hizmetleri, sosyal bakım, kütüphaneler ve temel altyapı neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış durumda.

Buna Brexit’i, çevresel tahribatı, türlerin yok oluşunu, çökmekte olan altyapıyı ve işlemeyen ulaşım ağlarını da eklediğimizde, kalbi sökülmüş bir ülkenin görüntüsü netleşiyor.

Siyasetçilere ve kurumlara—medya dahil—geniş çapta bir güvensizlik hakim. Toplumdaki umutsuzluk, bölünmüşlük ve öfke çok derin; özellikle de çoğu umutsuzluk içinde yaşayan gençler arasında.

İnsani Maliyet

14 yıllık duyarsız hükümetlerin birikimli etkisi, Brexit’in bölücü sonuçlarıyla birleşerek ülkenin duygusal ve psikolojik dokusunda derin yaralar açtı.

Ortaya çıkan şey, ulusal kimliği parçalayarak geriye kalan son haysiyet duygusunu da yok eden; özellikle ihmal edilmiş işçi sınıfı topluluklarında yaygın bir öfkeyi körükleyen bir tür toplumsal travmadır.

Zihinsel rahatsızlıklar hızla artıyor; her beş kişiden biri bir tür sorun yaşadığını bildiriyor—özellikle gençler ve kadınlar bu durumdan orantısız şekilde etkileniyor. Obezite oranları Batı Avrupa’nın en yüksekleri arasında; yetişkinlerin %64,5’i fazla kilolu ya da obez olarak sınıflandırılıyor ve bu da büyüyen bir sağlık krizine katkı sağlıyor.

Tate kardeşler gibi çevrim içi kadın düşmanları tarafından körüklenen, hazcı ve çoğu zaman maço bir kültür daha da kökleşti. Öğretmenlerin neredeyse üçte ikisi, sosyal medyanın öğrenci davranışlarını kötüleştirdiğini; erkek öğrencilerin giderek daha toksik tutumlar benimsediğini—kadın öğretmenlerle iletişim kurmayı reddetmek de dahil—rapor ediyor.

En ürkütücü eğilimlerden biri, kadınlara yönelik şiddetin hem çevrimiçi hem de fiziksel olarak artmasıdır. Antisosyal davranışlar (2021 ile 2023 arasında %14’lük bir artışla) yükselmiş; öğretmenlere yönelik saldırılarda da keskin bir artış yaşanmıştır—bu, otoriteye karşı daha geniş bir reddi ve bencil bireycilik kültürünün derinleşmesini yansıtır.

Çoğu zaman ırksal çizgilerle bölünmüş topluluklar, şu anda yeniden yükselişe geçen aşırı sağ için verimli bir zemin haline gelmiştir. Aşırılıkçı söylemler, sosyal medyada yayılan dezenformasyon ve utanmaz siyasi fırsatçılık, 2024’teki ırk ayaklanmalarını tetikleyerek hoşgörüsüzlük ve ırkçılığın tırmanmasına yol açmıştır.

Sağcı siyasetçiler ve öfkeli, kafası karışık destekçileri, her sorunun kaynağını göçmenlerde arayarak ve belirsiz “İngiliz değerlerinin” kaybından yakınarak efsanevi bir geçmişe dönmeyi arzular. Ancak bu değerlerin ne olduğu sorulduğunda, pek azı boş sloganların ötesine geçebilir.

En sık dile getirilen değerler—özgürlük, adalet, hoşgörü ve hukukun üstünlüğü—zaten liberal demokrasilerde yaygın biçimde paylaşılan ortak ideallerdir. Oysa günümüz Britanya’sında bu idealler giderek aşınmakta; çoğu zaman yalnızca haklı bir retorikten ibaret kalmaktadır.

Britanya’nın kendini hayal ettiği yer ile aslında dönüştüğü hâl arasındaki uçurum, ülkenin kimlik krizinin ve yönsüzlüğünün tam merkezinde yer almaktadır.

Sosyal adalet neredeyse hiç kalmamış durumda; ırkçılık ile göçmenlere ve mültecilere yönelik hoşgörüsüzlük artmakta ve bu durum fırsatçı siyasetçiler ile sağcı medya tarafından sürekli körüklenmektedir. Bir zamanlar doğal kabul edilen özgürlükler—ifade, protesto ve basın özgürlüğü—baskıcı yasalar, artan gözetim ve muhalefete yönelik düşmanlık yoluyla sistematik biçimde zayıflatılmaktadır.

Filistin Eylem Grubu’nun terör örgütü ilan edilmesi, barışçıl protestoları suç saymayı ve muhalefeti susturmayı hedefleyen, giderek büyüyen baskıcı önlemler dizisinin en son örneğidir. Aynı ikiyüzlülük, Bob Vylan’ın Glastonbury’de attığı “IDF’ye ölüm” (Death to the IDF) sloganı nedeniyle patlak veren siyasi öfke ve medya histerisinde de kendini açıkça göstermiştir.

Bir punk sanatçısının sözlerini kınayan bu sesler, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırım karşısında ise sessiz kalmaktadır—özellikle de IDF’nin ölüm bölgeleri haline getirdiği sözde insani yardım dağıtım noktalarında sivilleri hedef alması karşısında.

Sembolik protestolar cezalandırılırken, kitlesel katliamlar görmezden gelinmekte—hatta alenen kolaylaştırılmaktadır.

Bu tür çifte standartlar, Britanya’nın siyasi yapısının ve medya düzeninin kalbindeki derin ahlaki boşluğu açığa çıkarıyor: Ulusal tartışmayı çarpıtan, kanunsuzluğu teşvik eden ve kamuoyunu manipüle eden çelişkiler ve korkaklık.

Ne Değişmeli

Britanya’nın sorunları yalnızca kötü yönetimin bir sonucu değil; ve Başbakan Keir Starmer ile ekibinin inandığı gibi, mevcut sistemleri daha verimli işletmekle çözülemez. Kriz köklüdür: Ekonomik, siyasi, toplumsal ve ahlaki alanlarda süregelen yapısal çöküşe ve sistemsel yetersizliklere dayanmaktadır. NHS’deki bekleme sürelerinin kısaltılması gibi küçük iyileştirmeler mümkün olsa da, hiçbir yüzeysel müdahale gerekli dönüşümü sağlayamaz.

Temel bir yeniden başlatma şart: Sosyal adalet, demokratik hesap verebilirlik ve uluslararası hukuka saygı temeline dayanan; ortak iyilik, barış ve çevresel onarım etrafında şekillenen radikal bir zihniyet dönüşümü gerekiyor.

Nispi olmayan çoğunluk sistemi kaldırılmalı ve yerine orantılı temsil sistemi getirilmelidir. Oy verme yaşı 16’ya indirilmeli, oy kullanmak zorunlu hale getirilmelidir. Lordlar Kamarası ya tamamen kaldırılmalı ya da demokratik bir ikinci meclisle değiştirilmelidir. Yetki, bölgelere ve yerel topluluklara anlamlı şekilde devredilmelidir.

Demokratik katılımı canlandırmak için yurttaş meclislerinden oluşan bir ağ kurulmalıdır—bu meclisler yasaları denetlemeli, parlamentoya katkıda bulunmalı ve zamanla ikinci (hatta üçüncü) bir yasama organına dönüşmelidir. Yazılı bir anayasa artık şarttır—hakları tanımlayan, sorumlulukları belirleyen ve devletin gücünü sınırlayan açık bir belge gereklidir. Medya yeniden yapılandırılmalı; milyarderlerin elindeki medya hakimiyeti doğrudan sorgulanmalı ve gerekiyorsa dağıtılmalıdır.

Avrupa Birliği’ne—ya da en azından gümrük birliğine—yeniden katılmak için açık ve kendinden emin bir gerekçe ortaya konmalıdır. Brexit, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda sosyal ve diplomatik açıdan da travmatik bir süreç olmuştur. Milliyetçi hayalleri körüklemiş ve Britanya’nın yalnızca Avrupa’da değil, dünya genelindeki itibarını da zedelemiştir.

Seçenekler

Ülke genelinde bir yılgınlık ve gerginlik hâkim—Brexit sonrası yaşanan kimlik kaybı, özgüvenin çöküşü ve bunlarla iç içe geçmiş sessiz ama derin bir değişim arzusu var.

Bu hararetli ortamda Britanya, belirleyici bir tercihle karşı karşıya: Umut vadeden, ilerici bir yenilenme mi; yoksa aşırılığı teşvik eden, korkuya dayalı ve gerici bir tepki mi?

Yeşiller ve Liberal Demokratlar gibi ilerici partilere artan destek ile Jeremy Corbyn ve Milletvekili Zarah Sultana öncülüğünde kurulması konuşulan yeni bir sosyalist parti, halkın gerçek alternatiflere duyduğu isteği yansıtıyor—bu alternatifler, sosyal adalet, iklim eylemi ve ilkesel dış politika, özellikle de Filistin halkıyla dayanışma temelinde şekilleniyor.

Öte yandan, Reform UK gibi zehirli aşırı sağ hareketler de bu kaostan faydalanmaya devam ediyor; korku, öfke ve toplumsal bölünmeyi körüklüyorlar.

Daha derin bir toplumsal parçalanmayı önlemek ve yeniden umut duygusunu canlandırmak için, cesaretle savunulan ahlaki ilkelerin hükümetin merkezine geri dönmesi gerekiyor—yalnızca boş sloganlar olarak değil, sosyal adalet ve kapsayıcılık temelinde somut politikalara dönüşerek.

Bu, Net Sıfır hedeflerine ulaşmak ve yeşil istihdam yaratmak için kararlı çevresel adımlar atmayı; uluslararası hukuka uymayı ve kim ihlal ederse etsin hesap sorulmasını sağlamayı; ayrıca Birleşik Krallık dış politikasındaki ikiyüzlülüğe son vermeyi gerektiriyor—özellikle de cezasızlıkla devlet şiddeti uygulayan rejimlere, başta İsrail’e verilen desteğin çekilmesini.

Hiç kuşkusuz, toplumda dönüşüm arzusu var. İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle bu dönüşümün gerçekleşeceği umut edilmişti; ancak şimdiye kadar parti, bu zorluğun ciddiyeti ve kapsamı karşısında bütünüyle yetersiz kaldı: Uluslararası alandaki dehşet verici olaylar karşısında pasif kaldı ve şu anda da İsrail’in Filistinlilere karşı sistematik biçimde yürüttüğü soykırımın suç ortağı konumuna düştü.

Krizin ayrıntıları Britanya’ya özgü olabilir, ancak doğası evrenseldir. Batı dünyasının her yerinde eşitsizlik, ekolojik çöküş, ekonomik uçurumlar ve demokratik çözülme hızla derinleşiyor. Buna rağmen muhafazakâr ve gerici güçler hâlâ iktidarda; rahatlar, statükoyu inatla koruyorlar. Başarısız sistemlere ve iflas etmiş ideolojilere tutunuyor, bilinçli olarak harekete geçmeyi reddediyorlar.

Pek çok insanın özlemini duyduğu adil bir gelecek, bu yerleşik güçler tarafından kendiliğinden teslim edilmeyecek. Yenilenme ve değişim gelecekse—eğer sosyal adaletin ve özgürlüğün merkezde olduğu gerçek bir demokrasi Britanya’da ya da dünyada yeşerecekse—bu ancak mücadeleyle mümkün olacak; yüksek sesle ve kararlılıkla talep edilmelidir.

* Graham Peebles, Britanyalı serbest yazar ve hayırseverdir. 2005 yılında The Create Trust adlı vakfı kurmuş ve Sri Lanka, Etiyopya ile Hindistan’da eğitim projeleri yürütmüştür.
Web:
www.grahampeebles.org

 

Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/07/18/what-has-become-of-britain/

SOSYAL MEDYA