Demokratlar, uzmanlara hitap etmekle o kadar meşgul oldular ki, seçmenlere hitap etmeyi unuttular.
Yıllar süren araştırmalarla elde edilen ve uzmanlar tarafından doğru kabul edilen bilimsel bilgi, Başkan Trump tarafından reddediliyor. Kabinesi tarafından da reddediliyor. Ve Kongre’nin çoğunluğu ile seçmenlerin çoğunluğunun açık desteğiyle reddediliyor. İklim değişikliği kesinlikle endişe verici bir şey değil, öte yandan aşılar otizme neden oluyor ve sert gümrük tarifeleri aslında ekonomi için faydalı. Ancak yerleşik bilimsel gerçeklerin reddedilmesi, başkan için yeterli değil. Uzay bilimi ve kanser araştırmalarından hava tahminlerine ve gelecekteki bilim insanlarının eğitimine kadar uzanan birçok alanda devlet desteği kesintiye uğrarken, Trump, insan ilerlemesinin temelini oluşturan gelecekteki gerçekleri keşfetmekle görevli bilimsel kurumlara eşi benzeri görülmemiş tarihsel bir saldırı da başlatıyor.
Bu nedenle, Trump ve destekçilerinin irrasyonel ve gerçeklikten kopuk olduklarına inanmak oldukça kolay. Ancak başka bir yorum da, gerçeğin doğasının, başkanın yarar sağladığı ve siyasi rakiplerinin anlamakta başarısız olduğu biçimlerde karmaşık olduğu yönündedir.
Gerçekten mi? Gerçek, siyasetten etkilenmeyen, doğrudan gerçekliğin kendisi tarafından belirlenmiş bir şey değil mi? Bilim bu gerçekleri ortaya koyar ve Galileo’nun açıkladığı gibi, “insanın yargısı bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.” İnsanlar olmasa bile, gerçekler yine de gerçek olurdu.
Mevcut siyasi kaos ortamında, yerleşik gerçeklik kavrayışlarının sorgulanabilir olduğu fikrine tarafsız biçimde yaklaşmak zor olabilir—özellikle de Trump’ın yeniden iktidara gelişi karşısında şok olmuş ve korkuya kapılmış olanlar için. Bugün bilim ve gerçeklik üzerine verilen mücadeleleri bir bağlama oturtmak için, sorunlu ama farklı bir dönemden tarihsel bir örnek yardımcı olabilir. Galileo türünden saf bir gerçekle başlayabiliriz—neredeyse herkesin bildiği o tek denklemle: E=mc². Einstein’ın, küçük miktardaki kütlenin muazzam miktarda enerjiye dönüştürülebileceğini söyleyen ünlü formülü, bilim insanları ve mühendislerin, II. Dünya Savaşı’nı sona erdirmek amacıyla ABD’nin 1945 Ağustos’unda Japonya’ya attığı iki atom bombasını inşa etmesini sağlayan gerçeği tanımlıyordu.
1958 yılına gelindiğinde, Amerikalılar ve Sovyetler tarafından yaklaşık sekiz bin adet daha bu tür silah üretilmişti ki bu, hepimizi yok etmeye yetecek bir miktardı. O yılın Şubat ayında, iki seçkin bilim insanı, Linus Pauling ve Edward Teller, bu silahların testlerinin sürdürülüp sürdürülmemesi gerektiğini ulusal televizyonda tartıştılar. Pauling, Nobel ödüllü bir kimyager ve ateşli bir pasifistti. Tüm nükleer silah testlerinin sonlandırılması çağrısını içeren dilekçesini, dokuz bin bilim insanına imzalatmıştı bile. Uluslararası silahsızlanma yönünde bir adım olarak test yasağını savunan Pauling, tek bir hidrojen bombası denemesinden kaynaklanacak radyoaktif serpintinin, dünya genelinde 15.000 çocukta doğum kusurlarına yol açacağına dair bilimsel kanıtlar sundu. Macaristan doğumlu ve tanınmış bir fizikçi olan Teller ise 1933’te Nazi Almanyası’ndan kaçmış ve ABD’nin hidrojen bombası geliştirme çalışmalarına katkıda bulunmuştu. Onun değerlendirmesine göre, nükleer silahların atmosferik testlerinin insan sağlığına yönelik tehlikeleri “bildiğim kadarıyla, makul ve açık bir istatistikle hiçbir şekilde kanıtlanmamıştı.” II. Dünya Savaşı’ndan çıkarılan derslere dayanarak, Sovyetler Birliği tehdidine karşı koymak için ABD’nin aktif bir silah test programı yürütmesi gerektiğini savundu.
Melinda Gormley ve Melissae Fellet’in bu tartışmayla ilgili 2015 tarihli bir makalede gözlemledikleri üzere, her iki bilim insanı da konuya nesnel yaklaştığını göstermeye çalışmadı; hiçbiri, kendi anladığı bilimsel gerçeklerin, barışı en iyi şekilde nasıl sağlayacağına dair inançlarından bağımsız olduğunu iddia etmedi. Bu nedenle tartışmanın moderatörü, bugünün bakış açısından garip gelebilecek bir şekilde durumu şöyle özetledi: “Bu sorunun hâlâ çözülemediği açıktır. Eminim ki her iki konuğumuz da nihai çözümün bizim elimizde olduğu konusunda hemfikirdir… Her birimizin, kanıtları incelemek, bu kanıtlardan sonuçlar çıkarmak ve inançlarımız doğrultusunda hareket etmek gibi ahlaki bir sorumluluğu vardır.” Nükleer silahların yarattığı risklerle nasıl başa çıkılacağı konusundaki bilimsel uzmanlar arası görüş ayrılığı, demokratik yollarla çözülmeliydi.
Pauling–Teller tartışmasını izleyen on yıllarda, kamu politikalarını bilgilendirme amacı taşıyan bilimsel araştırmalar büyük ölçüde genişledi; bu, hızla modernleşen dünyanın risk ve zorluklarıyla başa çıkmaya yardımcı olma amacını taşıyordu. Bu, bilim için yeni bir görevdi. Milyarlarca dolarlık kaynak, binlerce bilim insanının şu türden farklı soruları araştırması için sağlandı: Nükleer enerji ne kadar güvenlidir? Hangi pestisitler ve gıda katkı maddeleri kansere neden olur? Asit yağmurunun nedenleri ve etkileri nelerdir? Kadınlar mamografiye ne zaman başlamalıdır? Genetiği değiştirilmiş gıdalar dünyayı beslemek için gerekli midir? Çevre korumanın ekonomik faydaları nelerdir? Standart testler eğitim başarılarını iyileştirir mi?
Bu tür sorularla motive edilen araştırma programlarının, konunun gerçeğine ulaşmak için belirsizlikleri azaltması bekleniyordu. Sorunların çözümü için atılacak adımlar üzerinde uzlaşma da bunun ardından gelecekti. Ancak bu, çok az durumda gerçekleşti. Örneğin, bir nükleer reaktörün erimesi, düşük dozda toksik kimyasallara maruz kalma ya da gelecekteki bir salgın hastalığın riskinin hesaplanması gibi durumlar, bilim insanlarının son derece karmaşık olgular hakkında cüretkâr varsayımlar yapmalarını gerektiriyordu—ki bu, farklı varsayımlarda bulunan başka bilim insanlarının hesaplamalarıyla doğrudan çelişmeye davetiye çıkarıyordu. Bu ve benzeri sorularla ilgili belirsizlikler azalmadı; aksine arttı. Ne yapılması gerektiği konusundaki görüş ayrılıkları sürdü ve çoğu zaman daha da kötüleşti.
Bu koşullar altında bilimi siyasetten ayırmak imkânsızdı. 1983 yılında Nobel ödüllü sosyal bilimci Herbert Simon durumu değerlendirdi ve Pauling–Teller tartışmasının moderatörüyle aynı sonuca vardı: Simon, Reason in Human Affairs adlı eserinde şöyle yazdı: “Bir mesele son derece tartışmalı hâle geldiğinde, olumlu görüşü savunan uzmanlar olduğu gibi olumsuz görüşü savunan uzmanlar da olduğunu görürüz. Bu tür meseleleri belirli uzman gruplarına havale ederek çözemeyiz. En iyi ihtimalle, bu tartışmayı biz sıradan insanlar olarak uzmanları dinleyip aralarındaki farklılıkları değerlendirmek zorunda kaldığımız bir çekişmeli yargılama sürecine dönüştürebiliriz.”
Bu, yerinde bir tavsiyeydi. “Çekişmeli yargılama” demokratik kurumların merkezinde yer alır ve 1960’lardan bu yana bilim bu süreçlerde giderek daha büyük bir rol üstlenmektedir. Kongre oturumlarında, Demokratlar genellikle bir grup bilim insanını; Cumhuriyetçiler ise başka bir grup bilim insanını çağırarak çelişen gerçekleri sunmalarını ve birbirine zıt politika tercihlerini desteklemelerini isterler. Hukuk sisteminin temel görevlerinden biri, dünyada neyin doğru olduğuna dair birbiriyle yarışan iddialar arasında hüküm vermektir ve gerçekten de, bilimsel kanıtlara dayandığı düşünülen birçok çözülemeyen tartışma—örneğin bir nükleer atık sahasının seçimi ya da bir kimyasalın insanlar üzerinde gerçekten kansere yol açıp açmadığı gibi konular—mahkemelerde ele alınmıştır. Öte yandan, bu tür çatışmalarla ilgili sorumlu medya haberlerinde, hem lehinde hem aleyhinde olan uzmanlardan alıntılar ve veriler yer alır; böylece herkes, hangi kanıtların ve hangi uzmanların kendi değer ve inançlarıyla en çok örtüştüğüne karar verebilir.
Siyasi açıdan tartışmalı meseleler asla Galileo’nun E=mc² türünden kesin gerçeklerle çözülemez. Bunun yerine, gerçekler demokrasi kurumları aracılığıyla sürekli olarak müzakere edilir. Bilim insanları—“olumlu ve olumsuz uzmanlar”—bu müzakere sürecinin katılımcılarıdır; ancak çoğu zaman, neyin gerçek sayılacağına karar verenler hâkimler, jüriler, avukatlar, seçilmiş yetkililer, bürokratlar, savunucular, gazeteciler ve seçmenlerdir.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca, bilim ile demokrasinin bu iç içe geçişi genişledikçe, halkın bilime ve bilim insanlarına olan güveni güçlü bir şekilde varlığını sürdürdü. Amerikan halkı ve siyasetçileri, bilim ile demokrasi kurumlarının makul ölçüde iyi bir biçimde birlikte işlediğinden memnun görünüyordu. Her iki partinin başkanları da bilimsel araştırmalara yapılan federal yatırımların artırılmasını denetledi ve destekledi.
Bilim Partisi
1990’ların başlarından itibaren, iklim değişikliğine yönelik endişeler, bilim ve gerçeklik açısından partizan manzarayı değiştirmeye başladı.
Kongre, iklim değişikliğinin risklerini her zamanki yöntemle ele almaya başladı: Her yıl milyarlarca dolar, bilimsel araştırmalara yönlendirildi ve bu yatırımların belirsizlikleri azaltacağı ve eylem konusunda bir uzlaşmaya varılacağı vaadiyle yapıldığı belirtildi. Nitekim uzmanların çoğu, sera gazı emisyonlarının, yirminci yüzyıldaki yavaş fakat düzensiz seyreden atmosferik sıcaklık artışlarıyla bağlantılı olduğu yönündeki temel bilimsel görüşte hemfikirdi.
Ancak temel bilimsel görüşteki uzlaşı, iklim değişikliğiyle ne yapılması gerektiğini belirlemedi—tıpkı E=mc² denkleminin nükleer silahlarla ne yapılacağına karar vermediği gibi. Politika yapıcıların, iklim değişikliğinin ne kadar hızlı gerçekleşeceğini, sonuçlarının ne kadar ağır olacağını, bu sonuçların nasıl dağılacağını, bunları azaltmanın ne kadar maliyeti olacağını ve bunu yapmanın en iyi alternatiflerinin neler olduğunu bilmeleri gerekiyordu. Bunlar, elli yıldır diğer risk türleri etrafında süregelen siyasi anlaşmazlıkları körükleyen, aynı türden açık uçlu ve yalnızca kısmen bilimsel sorulardı.
1990’larda Demokratlar, sera gazı emisyonlarının Birleşmiş Milletler öncülüğünde yönetilmesini, bu emisyonlara bir fiyat biçmek üzere yapay pazarlar oluşturulmasını ve emisyonları azaltmaya yönelik kamu tercihlerini teşvik edecek düzenlemeler ile teşviklerin uygulanmasını öngören bir politika gündemiyle uyumlandı. Bu, Cumhuriyetçilerin kesinlikle karşı çıkacağı bir gündemdi. Dolayısıyla, tüm belirsizliklere rağmen ne yapılması gerektiğini belirlediği iddia edilen bilime şüpheyle yaklaşmaları kaçınılmazdı. İklim değişikliği konusunda kamuoyunun tutumuna ilişkin araştırmalar, bu meseleye yönelik kaygı düzeyinin büyük ölçüde bireyin ideolojik görüşlerini yansıttığını—bilimsel okuryazarlık düzeyini değil—gösterdi. (Bu şaşırtıcı geliyorsa, Pauling ve Teller’ı hatırlayın.)
Özellikle Başkan Yardımcısı ve 2000 yılı başkan adayı Al Gore’un iklim değişikliği konusundaki kaygılarıyla harekete geçen Demokratlar, en üst düzeyde kendilerini bilim, akılcılık ve gerçeğin partisi olarak tanımlamaya başladılar. Bilim, ayrıştırıcı bir mesele hâline gelmişti. Gore, 2000 yılında George W. Bush’a karşı seçimleri kaybettiğinde, Bush’u bilim karşıtı olmakla suçlamak, Demokratların muhalefet stratejisinin temel bir unsuruna dönüştü. John Kerry, 2004 yılında Bush’a karşı aday olduğunda şu vaatte bulundu: “En iyi kararları verebilmek için bilim insanlarımızın tavsiyelerini dinleyeceğim… Bu sizin geleceğiniz, ve bilimin bize yol göstermesine izin vereceğim; ideolojinin değil.” O da kaybetti. Barack Obama 2008’de kazandıktan sonra, göreve başlama konuşmasında, Amerikan toplumunda “bilimi hak ettiği yere geri getireceğini” ilan etti.
Bilim camiası — böyle bir şey gerçekten varsa — Demokratlarla kurulan ittifakı benimsedi. Obama’nın göreve başlamasından kısa bir süre sonra, Science dergisinin haftalık başyazısında “Aydınlanma Geri Dönüyor” ifadesi yer aldı. 2012 yılında, Obama’nın yeniden seçilmesini destekleyen 68 Nobel ödüllü bilim insanının imzaladığı bir mektupta — büyük olasılıkla yanlış biçimde — Cumhuriyetçi rakibi Mitt Romney’nin “kamu araştırmaları ve bilime yatırım konusundaki köklü desteği yerle bir edeceği” öne sürüldü. Mektup, imzacıların siyasi eğilimleri hakkında hiçbir şey söylemiyordu; sanki bunun bir önemi yokmuş gibi. Oysa o dönemde Nature dergisi için yazarken yaptığım incelemeye göre, bu 68 kişiden siyasi bağışta bulunan 43’ünden yalnızca beşi bir Cumhuriyetçi adaya bağış yapmıştı. 2014 yılında, Amerikan Bilimin İlerlemesi Derneği (American Association for the Advancement of Science – AAAS), fizik doktorası sahibi eski bir Demokrat Kongre üyesini direktör olarak atadı. O dönemde yazdığım gibi, “AAAS ve dolayısıyla bilim camiası bir partinin arkasında hizalanmış gibi göründükçe, zorlu siyasi ve toplumsal kararları şekillendirme konusunda özel bir statüye sahip olma iddiası da o ölçüde azalacaktır.” Yine 2014’te, hem bilim insanı hem de Demokrat olan adayları desteklemek üzere bir siyasi eylem komitesi (PAC) kuruldu. Amerikan bilimi, giderek Demokratların çıkar grubu gibi görünmeye başlamıştı.
“Galileo” Siyasetinin Sonu
Covid sırasında yaşananlar için sahne çoktan hazırlanmıştı. Pandemi yayılmaya başladığında, insanları hastalıktan korumanın en iyi yolları son derece belirsizdi. Maske takmak, sosyal mesafe, okul ve işyerlerinin kapatılması, hatta uygun tıbbi müdahaleler konusundaki tercih ve inançlar, Amerikan toplumundaki özgürlük ile güvenlik arasındaki önceden var olan siyasal fay hatlarına ve hükümetin ya da bizzat bilimin davranışlarımız üzerinde ne ölçüde yetki sahibi olduğuna dair kutuplaşmalara tam olarak oturuyordu. Ana akım bilim camiasının liderleri, politika tercihlerinin ardındaki belirsizlikleri ve değer yargılarını açıkça kabul etmek yerine, Galileo’nun gerçeklerinin taşıyıcısı olarak konumlarını öne sürmeye çalışarak neden örneğin 1,8 metrelik mesafenin doğru sosyal mesafe olduğu ya da okulların neden kapalı kalması gerektiği gibi kararları açıklamaya giriştiler.
Ülkede, birçok bilim insanı ve doktor da dâhil olmak üzere geniş bir kesim bu açıklamalardan ikna olmadı; ancak muhalefet, Demokrat ve bilimsel liderler tarafından siyasi saiklerle güdülenmiş ve bilim karşıtı olarak tasvir edildi. Başkan Trump, bu ortamı toplumda daha fazla bölünme ve güvensizlik yaratmak için fırsata çevirdi. Yeni Covid aşısı Galileo’nun gerçeğiyle özdeşleşen bir an yaşadı ve Amerikalıların yaklaşık üçte ikisi en az iki doz aşı olmayı tercih etti — fakat pandemi zayıflamaya başladıkça ve aşının etkinliği de azaldıkça, bu alan da siyasetin etkisine girdi.
Yetmiş yıllık bilim ile siyaset arasındaki artan iç içelik, demokratik karar alma süreçlerinde en önemli gerçeklerin laboratuvardan değil, siyasi arenadan çıktığını gösteriyor. Demokratlar kendilerini bilim, gerçek ve akılcılığın partisi olarak sunduklarında, aslında söyledikleri şey şudur: Eğer akılcıysanız ve bilime, gerçeğe inanıyorsanız, elbette Demokrat politikaları desteklersiniz. Ancak ülkenin yarısı ideolojik olarak Demokratlarla aynı çizgide olmadığı için, bu savı ileri sürmek oldukça güçtür ve Demokratların gündemine katılmayanlar, bu gündemin beraberinde getirdiği bilimi neden kabul etmeleri gerektiğini sorgulayabilirler. Bu tür bir kuşku irrasyonel olmak ya da bilime karşı olmak zorunda değildir. Ancak bu kuşku, yalnızca Trump’ın sonu gelmez yalanlarına değil, onun ve yandaşlarının ana akım bilimsel bilgiye ve Demokratların kendilerine ait olarak nitelendirdikleri bilimsel kurumlara yönelik saldırılarına da alan açmıştır.
Demokrat Parti, daha fazla seçmeni kendisinin “gerçeğin partisi” olduğuna ikna etmek istiyorsa, önce onların gözünde “iyinin, önemli olanın ve doğru olanın partisi” olduğuna ikna etmek zorundadır.
* Daniel Sarewitz, Arizona Eyalet Üniversitesi’nde bilim ve toplum alanında emekli (emeritus) profesördür. Üniversitenin Bilim, Politika ve Sonuçlar Konsorsiyumu’nun (Consortium for Science, Policy and Outcomes) kurucu ortağı ve ilk direktörüdür.
Kaynak: https://www.thenewatlantis.com/publications/the-party-of-science-is-over
