Biz, JD Vance gibi bir zamanlar aklı başında, popülizm karşıtı bir siyasetçinin bile, giderek daha fazla beyaz milliyetçiliğin dilini benimsediği, sıklıkla Yahudiler olarak kodlanan sinsi güçlerin, “beyaz” Amerikalıların yerini almak için göçmenleri getirdiğini öne süren “Büyük Değişim” teorisini savunduğu, “çok kültürlülüğe” saldırdığı ve Hıristiyan teokratik milliyetçiliğiyle aynı safta yer aldığı bir dönemde yaşıyoruz. Elbette karısı Usha’nın Hindistanlı olması bu dönüşüm açısından uygunsuz bir durum. Vance’ın benimsediği utanç verici Büyük Yer Değiştirme teorisi, tüm Amerikalıları “zenciler” olarak gören bir Fransız Nazi tarafından icat edilmişti.
Beyazlık, karmaşık bir tarihe sahip bir terimdir. Bir tarihçi olarak bunun nesnel olarak anlamsız bir kurgu olduğunu savunuyorum. Herhangi bir siyasi kimlik gibi, ancak dikkatlice oluşturulmuş bir bağlamda ve çeşitli hokkabazlıklarla anlam kazanır. Benjamin Franklin’in yalnızca İngilizleri beyaz kabul ettiğini, İsveçlileri “açık kahverengi”, Almanları ise “esmer” olarak gördüğünü daha önce belirtmiştim. Yirminci yüzyılda işçi sınıfından İtalyanlar, Yunanlılar ve İrlandalılar, on dokuzuncu yüzyılda Protestanlık, orta ve üst sınıf statüsü ve Kuzey Avrupa kökenleriyle ilişkilendirilen “beyazlığa” kademeli olarak kabul edildiler. Yani Amerika’da beyazlık her zaman ten rengiyle ilgili olmaktan ziyade sınıf, din ve özgür olmayan geçmişlerle ilgiliydi. Bazı Afrikalı Amerikalıların teni bazı Akdeniz halklarından daha açıktır. Araplar, mahkemeler aracılığıyla 20. yüzyılın başlarında beyazlığa dâhil edildi, ancak 11 Eylül’den sonra bu beyazlık onlardan çoğu zaman fiilen geri alındı.
Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) örgütünün, Boston bölgesindeki binlerce kayıt dışı İrlandalıya veya diğer “beyaz” kayıt dışı göçmenlere yönelik operasyonlar düzenlemeyip, sadece “esmer” veya “siyah” olarak kodlananlara odaklanması, Stephen Miller’ın projesinin göçmenlik veya kayıt dışı göçmenlikle sınırlı olmayıp, ırkçı bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır.
Amerikalıların beyaz bir kimlik inşa ederken kullandıkları beyazlığın sembollerinden biri Avrupalılıktır, özellikle Kuzey Avrupalılıktır. Adolf Hitler’in başlangıçta Benito Mussolini’nin ittifak teklifini reddetmesinin nedeni İtalyanları beyaz saymamasıydı ve bunun yerine Britanya ile bir ittifak yapmayı umuyordu.
Beyaz milliyetçiliği için kötü haber şu ki, Avrupa’nın genetik tarihi Avrupalıların büyük ölçüde koyu tenli olduğunu, ancak M.Ö. birinci binyılda ten renginin açılmaya başladığını ve bu dönüşümün yavaş ilerlediğini ortaya koydu. Bu açık tenin gecikmişliği, bu yıl yayımlanan ve bilgileri aşağıda verilen bilimsel bir makaleyle gösterildi:
S.Perretti ve diğerleri, “Inference of human pigmentation from ancient DNA by genotype likelihoods,” Proc. Natl. Acad. Sci. U.S.A. 122 (29) e2502158122, https://doi.org/10.1073/pnas.2502158122 (2025).
Joseph Shavit, Silvia Perretti ve meslektaşlarının makalesini şöyle özetliyor: “İtalya’daki Ferrara Üniversitesi’nden araştırmacılar, Avrupa ve Batı Asya’da 45.000 ile 1.700 yıl önce yaşamış 348 kişinin genomlarını inceledi. Bulguları, eski Avrupalıların yaklaşık %63’ünün koyu tenli olduğunu gösteriyor. Sadece yaklaşık %8’i açık tenliydi. Geri kalanların ten renkleri bu iki uç arasında yer alıyordu.”
Aslında M.Ö. 3000 civarına tarihlenen buz adam Ötzi, Avrupa’nın en eski korunmuş mumyalarından biri olmasının yanı sıra bilinen en koyu tenli Avrupalılardan biridir. Onu beyaz gösteren yeniden canlandırmalar ideolojiktir, bilimsel değil.
Avrupa’nın büyük bir çoğunluğu, buzul özellikleri Avrupa için 29.000 ile 11.700 yıl öncesine kadar süren Buzul Çağı’nın son dönemlerinde yerleşim görmediğinden modern Avrupalılar göçmendir. Bu dönemden sonra Afrika’dan ve bugün Orta Doğu dediğimiz yerlerden insanlar kıtayı yeniden nüfuslandırmak için geldi.
Bunlar siyahlar mıydı? Siyahlardı. Ekvatora daha yakın, UV ışınlarının güçlü olduğu yerlerden geliyorlardı ve koyu pigmentasyon bu ışınları engelleyerek embriyolardaki genetik hasar riskini azaltıyordu.
Açık ten için en önemli doğal seçilim mekanizması, kuzey iklimlerinde UV ışınlarının zayıf olması ve koyu pigmentasyonun bu ışınların emilimini engellemesidir. UV ışınları insanlarda D vitamini üretimini tetikler. D vitamini eksikliği osteoporoz ve “yaygın kanserler, otoimmün hastalıklar, hipertansiyon ve enfeksiyon hastalıkları” dahil birçok sağlık sorunuyla ilişkilidir. Ayrıca multipl skleroz ve demansla da ilişkilidir.
Burada en önemli nokta, D vitamini eksikliğinin cenin ve anne sağlığına zarar vermesidir.
Bu nedenle, Sahra altı Afrika’da, hamile iki kadından biri diğerine kıyasla biraz daha koyu tenli olsa, onun embriyosunun sert UV ışınlarından korunma ve sağlıklı olma şansı az da olsa daha yüksek olacak ve doğal seçilimle tercih edilecektir.
Aynı iki kadını İsveç’e götürün ve durum tamamen tersine döner. Biraz daha açık tenli kadının embriyosu, oradaki zayıf UV ışınlarına maruz kalarak yeterli D vitamini alma şansına daha fazla sahip olur ve onun çocuğu seçilim avantajı kazanırdı. Binlerce yıl sonra, torunları kar kadar beyaz olurdu.
Dolayısıyla modern Avrupalılar aslında Afrika ve Orta Doğu (ve bir miktar Avrasya) kökenli insanlardır; zayıf ultraviyole ışınlarının etkisi altında zamanla doğal seçilim yoluyla tenleri açılmıştır.
Yine de Roma’nın kuruluş dönemine gelene kadar kayda değer sayıda Avrupalı daha açık tenli olmaya başlamamıştı.
Archeology News’te Dario Radley’nin belirttiği gibi, koyu tenin Avrupa’da yerini daha açık tene bırakması sanılandan çok daha yavaş gerçekleşmiştir. Neden? Çünkü ten rengi diyetin de önemli olduğu ortaya çıktı. Avrupa’nın avcı-toplayıcıları et, balık ve yabani bitkiler gibi nispeten yüksek D vitamini içeren gıdalar tüketiyordu; bu nedenle zayıf UV ışınlarına rağmen kuzey enlemlerinde koyu tenle hayatta kalabiliyorlardı.
Shavit’in de belirttiği gibi, Neolitik tarım devrimi, günümüzde Türkiye olarak bilinen topraklardan insanların yavaş yavaş Avrupa’ya yayılarak tahıl tarımını getirmesiyle, D vitamini açısından oldukça fakir yeni bir beslenme düzeni ortaya çıktı. Böylece Avrupa’daki çiftçiler, daha açık teni kayıran doğal seçilim sürecine maruz kaldı. Orta Doğu’dan gelen bazı çiftçiler ise bu diyet değişimi nedeniyle zaten daha açık tenli hale gelmiş ailelerden geliyordu.
Dolayısıyla açık tenli anlamında beyaz Avrupalılar tarihsel olarak oldukça yeni bir olgudur. Elbette Güney Avrupa’da insanlar genel olarak daha koyudur. Ancak asıl mesele, bütün insanlığın bugün “siyah” olarak kodladığı insanlardan gelmiş olmasıdır.
Zayıf UV ışınlarının olduğu kuzey iklimlerine yeniden yerleşme sonucunda siyah insanların açık tenli torunları olmakta övünülecek ne var bilmiyorum. En azından bu anlamda beyazlıkla övünmek, kendi atalarınızı ve aile köklerimizi küçümsemek anlamına gelir. Günde birkaç kez Roma’yı düşünen tüm Amerikalılar, Roma’nın kuruluşuyla ilişkilendirilen efsanevi figürler Romulus ve Remus’un 1950’lerde Amerikan Güneyi’nde bir restoranda bile servis alamayacaklarını bilmeli.
Ayrıca Roma İmparatorluğu’nun hem tarihin en büyük imparatorlukları arasında yer aldığını hem de tarihin en çok kültürlü imparatorluğu olduğunu da unutmamak gerekir. En güçlü döneminde Fas’tan Kafkasya’ya, İspanya’dan bugünkü Türkiye’ye kadar uzanan bir coğrafyada hüküm sürdü. Romalılar ile birlikte Arapça konuşan halklar, Aramice konuşanlar, Grek nüfuslar, İran dilleri konuşan Anadolu toplulukları, Basklar, Gotlar, Keltler ve Etrüskleri yönetiyordu. Romalılar Suriye’yi fethettiklerinde, oranın elitlerini aristokrasilerine kabul ettiler ve Suriye’nin o gün adı Aurantis olan Şebha şehrinde doğan Arap Philip (hakimiyet: M.S 244–249), Emesa Hanedanı’ndan Humuslı Elagabalus ve Severus Alexander ile annesi Suriyeli Severus ailesinden olan Caracalla gibi imparatorlara sahip oldular.
Elagabalus’un (hakimiyet: M.S 218–222) adı Arapçada ilah al-jabal, yani “dağın tanrısı”dır. İlah, Arapçada “bir tanrı” demektir; belirli hâli el-İlah olup Ürdün ve Hicaz’da Allah şeklinde telaffuz edilir. Yani “Allah” kelimesini duymayı sevmeyen Batılılar, kendi Roma miraslarıyla bile yüzleşemiyor. Vance’in çok kültürlülüğe yönelik eleştirisi, büyük çok kültürlü imparatorlukların, özellikle de Roma’nın büyüklüğünü anlamayı kolaylaştırmıyor.
Beyazlık ve Batılılık, tarihçinin bakışı karşısında hızla çözülen kırılgan kavramlardır. Bunlar, nihayetinde hepsi siyahî insanlardan gelen 350 milyon çeşitli Amerikalının siyasetini temellendirmek için dayanıksız birer zemin teşkil etmektedirler.
Juan R. I. Cole, Michigan Üniversitesi’nde Richard P. Mitchell Tarih Kürsüsü Profesörüdür. Kitapları arasında Muhammad: Prophet of Peace Amid the Clash of Empires ve The New Arabs: How the Millennial Generation is Changing the Middle East bulunmaktadır.
Kaynak: https://savageminds.substack.com/p/sorry-white-nationalists
Tercüme: Ali Karakuş
