Batı’nın Son Şansı

Finlandiya cumhurbaşkanı Alexander Stubb'ın yeni dünya düzenini değerlendirdiği makale: 'Yalta sonuçları bakımından çok kutupluydu, Helsinki ise çok taraflı. Şimdi dünya bir seçimle karşı karşıya ve doğru yolun Helsinki olduğuna inanıyorum. Önümüzdeki on yılda hepimizin yapacağı seçimler, yirmi birinci yüzyılın dünya düzenini tanımlayacaktır.'
Aralık 9, 2025
President of Finland Alexander Stubb speaks to the media upon arriving for the meeting of the North Atlantic Council at the level of Heads of State and Government during the NATO summit in The Hague, the Netherlands, on June 25, 2025. (Photo by EMMI KORHONEN/LEHTIKUVA/Sipa USA) No Use Austria. No Use Switzerland. No Use Czech Republic. No Use Denmark. No Use Finland. No Use France. No Use South Korea. No Use Norway. No Use Poland. No Use Sweden.
image_print

Geç Olmadan Yeni Bir Küresel Düzen Nasıl Kurulur

Yalta sonuçları bakımından çok kutupluydu, Helsinki ise çok taraflı. Şimdi dünya bir seçimle karşı karşıya ve doğru yolun Helsinki olduğuna inanıyorum. Önümüzdeki on yılda hepimizin yapacağı seçimler, yirmi birinci yüzyılın dünya düzenini tanımlayacaktır.

Alexander Stubb/ Finlandiya Cumhurbaşkanı-2 Aralık 2025

 

Son dört yılda dünya, önceki 30 yıldan çok daha fazla değişti. Haber içeriklerimiz çatışma ve trajediyle dolup taşıyor. Rusya Ukrayna’yı bombalıyor, Orta Doğu kaynıyor ve Afrika’da savaşlar sürüyor. Çatışmalar artarken demokrasiler, öyle görünüyor ki, geriliyor. Soğuk Savaş sonrası dönem sona erdi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen umutlara rağmen dünya demokrasi ve piyasa kapitalizmini benimsemek üzere birleşmedi. Aslında dünyayı yakınlaştırması gereken ticaret, enerji, teknoloji ve bilgi gibi güçler şimdi onu parçalara ayırıyor.

Düzensizlikle dolu yeni bir dünyada yaşıyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan liberal, kurallara dayalı düzen artık yok oluyor. Çok taraflı işbirliği, çok kutuplu rekabetin önünü açıyor. Fırsatçı al-ver temelli ilişkiler, uluslararası kuralları savunmaktan daha önemli hale geliyor. Çin ile ABD arasındaki rekabet jeopolitiğin çerçevesini belirlerken, büyük güç rekabeti geri döndü. Ancak küresel düzeni şekillendiren tek şey bu büyük güç rekabeti değil. Brezilya, Hindistan, Meksika, Nijerya, Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Türkiye dâhil olmak üzere yükselen orta ölçekli güçler oyunun kurallarını değiştiriyor. Hepsi bir arada, küresel düzeni istikrara ya da daha büyük bir karmaşaya doğru eğebilecek ekonomik imkânlara ve jeopolitik ağırlığa sahipler. Aynı zamanda değişim talep etmek için haklı gerekçeleri var: İkinci Dünya Savaşı sonrası çok taraflı sistem, dünyadaki konumlarını yeterince yansıtacak ve hak ettikleri rolü onlara sağlayacak şekilde uyarlanmadı. Küresel Batı, küresel Doğu ve küresel Güney olarak adlandırdığım üçlü bir yarış şekilleniyor. Küresel Güney, çok taraflı sistemi güçlendirmeyi ya da çok kutupluluğu hedeflemeyi seçerek, gelecek dönem jeopolitiğinin; işbirliğine, parçalanmaya ya da egemenliğe doğru mu yöneleceğine karar verecek.

Önümüzdeki beş ila on yıl, muhtemelen gelecek on yıllar boyunca dünya düzeninin nasıl olacağını belirleyecek. Bir düzen yerleştikten sonra bir süre varlığını sürdürme eğilimindedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni düzen yirmi yıl sürdü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki düzen ise kırk yıl sürdü. Şimdi, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 30 yıl sonra, yeniden yeni bir şey ortaya çıkıyor. Bu geçiş dönemi, Batılı ülkelerin dünyanın geri kalanına; monolog değil diyalog, çifte standart değil tutarlılık, hâkimiyet değil işbirliği yapabildiklerini kanıtlamaları için son şans. Ülkeler işbirliğinden vazgeçip rekabete yönelirlerse, çok daha büyük çatışmaların yaşanacağı bir dünya kaçınılmazdır.

Her devletin, benim ülkem Finlandiya gibi küçük olanların bile, kendi iradesi ve etkisi vardır. Önemli olan cari etkiyi en üst düzeye çıkarmaya çalışarak mevcut araçlarla çözümler için çaba göstermektir. Benim için bu, liberal sistem bugün pek rağbet görmese bile liberal dünya düzenini korumak için elimden gelen her şeyi yapmak anlamına geliyor. Uluslararası kurumlar ve normlar, küresel işbirliği için bir çerçeve sağlıyor. Bu kurumların, küresel Güney ve küresel Doğu’nun artan ekonomik ve siyasi gücünü daha iyi yansıtacak şekilde güncellenmesi ve reforme edilmesi gerekiyor. Batılı liderler uzun zamandır Birleşmiş Milletler gibi çok taraflı kurumların aksayan yönlerinin düzeltilmesinin aciliyetinden söz ediyor. Artık işe koyulmalıyız, öncelikle BM ve Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi diğer uluslararası kuruluşlardaki güç dengesini yeniden sağlamalıyız. Bu değişiklikler olmadan mevcut çok taraflı sistem çökecek. Bu sistem kusursuz değil; doğasında hatalar var ve dünyayı tam anlamıyla yansıtması mümkün değil. Ancak bu sistemin alternatifleri çok daha kötü: nüfuz alanları, kaos ve düzensizlik.

Tarih Sona Ermedi

1989’da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Furman Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler okumaya başladım. O yıl sonbaharda Berlin Duvarı yıkıldı. Kısa bir süre sonra Almanya yeniden birleşti, Orta ve Doğu Avrupa komünizmin prangalarından kurtuldu; komünist ve otoriter Sovyetler Birliği ile kapitalist ve demokratik Amerika Birleşik Devletleri’nin karşı karşıya geldiği iki kutuplu dünya, tek kutuplu bir dünya haline geldi. Artık ABD tartışmasız tek süper güçtü. Liberal uluslararası düzen kazanmıştı.

O dönem çok gururluydum. Bana ve o zaman başka birçok kişiye göre daha parlak bir çağın eşiğindeydik. Siyaset bilimci Francis Fukuyama bu dönemi “tarihin sonu” olarak nitelemişti ve liberalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna inanan tek kişi ben değildim. Çoğu ulus-devletin er ya da geç demokrasiye, piyasa kapitalizmine ve özgürlüğe yöneleceği varsayılıyordu. Küreselleşme ekonomik karşılıklı bağımlılığa yol açacaktı. Eski ayrılıklar eriyecek ve dünya tek bir bütün hâline gelecekti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra geçen on yılın sonunda, Londra Ekonomi Okulu’nda Avrupa entegrasyonu üzerine doktora çalışmamı tamamlarken bile bu gelecek hâlâ yakın görünüyordu.

Ancak o gelecek hiç gelmedi. Tek kutuplu dönem kısa ömürlü çıktı. 2001’deki 11 Eylül terör saldırılarından sonra Batı, savunduğunu iddia ettiği temel değerlerden yüz çevirdi. Uluslararası hukuka bağlılığı sorgulandı. ABD liderliğindeki Afganistan ve Irak müdahaleleri başarısız oldu. 2008’deki küresel finansal çöküş, küresel piyasalara dayalı Batı ekonomik modele ağır bir itibar darbesi indirdi. Artık Amerika Birleşik Devletleri küresel siyaseti tek başına yönlendirmiyordu. Çin, hızla yükselen üretimi, ihracatı ve ekonomik büyümesiyle bir süper güç olarak ortaya çıktı ve ABD ile arasındaki rekabet o zamandan beri jeopolitiğe damgasını vurdu. Geçen on yıl ayrıca çok taraflı kurumların daha da aşınmasına, serbest ticarete ilişkin artan şüphelere ve sürtüşmelere, teknoloji alanındaki yoğunlaşan rekabete sahne oldu.

Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’ya karşı başlattığı geniş çaplı saldırı savaşı eski düzene bir darbe daha vurdu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kurallara dayalı sisteme yönelik en bariz ihlallerden biriydi ve Avrupa’nın gördüğü en kötüsüydü. Failin barışı korumak için kurulan BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olması durumu daha da vahim hâle getiriyordu. Sistemi ayakta tutması gereken devletler onu yerle bir etti.

Çok Taraflılık mı Çok Kutupluluk mu

Bununla birlikte uluslararası düzen yok olmadı. Uluslar arası düzen enkazın arasında, çok taraflılıktan çok kutupluluğa doğru kayıyor. Çok taraflılık, uluslararası kurumlara ve ortak kurallara dayanan küresel işbirliği sistemidir. Temel ilkeleri, büyüklük fark etmeksizin tüm ülkeler için eşit şekilde geçerlidir. Buna karşılık çok kutupluluk bir güç oligopolüdür. Çok kutuplu dünyanın yapısı, çoğu zaman birbirleriyle rekabet eden birkaç kutba dayanır. Bu tür bir düzende sınırlı sayıdaki aktör arasında yapılan anlaşmalar ve pazarlıklar yapıyı oluşturur; bu da ortak kuralları ve kurumları kaçınılmaz olarak zayıflatır. Çok kutupluluk, geçici ve fırsatçı davranışlara ve devletlerin gerçek zamanlı çıkarlarına dayalı akışkan bir ittifak dizisine yol açabilir. Çok kutuplu bir dünya, küçük ve orta ölçekli ülkeleri dışarıda bırakma riski taşır – büyük güçler onların üzerinden itiraz edemeyecekleri anlaşmalar yapar. Çok taraflılık düzen üretirken çok kutupluluk düzensizlik ve çatışmaya meyleder.

Hukukun üstünlüğüne dayanan bir düzeni ve çok taraflılığı savunanlarla çok kutupluluğun ve al-verci siyasetin dilini konuşanlar arasındaki gerilim büyüyor. Küçük devletler ve orta ölçekli güçler ile Afrika Birliği, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN), AB ve Güney Amerika bloğu Mercosur gibi bölgesel örgütler çok taraflılığı destekliyor. Çin ise çok taraflılığın izlerini taşıyan çok kutupluluğu teşvik ediyor; görünüşte, ilk üyeleri Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika olan Batı dışı koalisyon BRICS ve aslında daha çok kutuplu bir düzenin ortaya çıkmasını isteyen Şanghay İşbirliği Örgütü gibi çok taraflılık yanlısı gibi görünen grupları destekliyor. ABD, çok taraflılıktan al-verci politikalara doğru ağırlık kaydırmış olsa da NATO gibi bölgesel kurumlara hâlâ bağlılık gösteriyor. Hem büyük hem küçük birçok devlet çok vektörlü olarak tanımlanabilecek bir dış politika izliyor. Özünde amaçları, tek bir blokla hizalanmak yerine ilişkilerini birden çok aktörle çeşitlendirmek.

Al-verci veya çok yönlü bir dış politika, çıkarlar tarafından belirlenmektedir. Örneğin, küçük devletler genellikle büyük güçler arasında denge kurar: Bazı alanlarda Çin ile ittifak kurarken, diğerlerinde ABD’nin yanında yer alabilirler ve tüm bunları yaparken herhangi bir aktörün egemenliğinden kaçınmaya çalışırlar. Çıkarlar, devletlerin pratik tercihlerini yönlendirir ve bu tamamen meşrudur. Ancak böyle bir yaklaşım değerleri dışlamak zorunda değildir; değerler, bir devletin yaptığı her şeyin temelini oluşturmalıdır. Al-verci bir dış politika bile temel değerlerden oluşan bir öze dayanmalıdır. Bunlar, devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğü, güç kullanımının yasaklanması, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı gibi ilkelerdir. Ülkeler, büyük ölçüde bu değerleri korumakta ve ihlal edenlerin ihlallerinin gerçek sonuçlarıyla karşılaşmasını sağlamada açık bir çıkara sahiptir.

Pek çok ülke çok taraflılığı reddederek daha geçici düzenlemeleri ve anlaşmaları tercih ediyor. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, ikili ticaret ve iş anlaşmalarına odaklanıyor. Çin, devasa küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi’ni hem ikili diplomasiyi hem ekonomik ilişkileri kolaylaştırmak için kullanıyor. AB ise Dünya Ticaret Örgütü kurallarının gerisinde kalma ve bu kurallara uygun olmama riski taşıyan ikili serbest ticaret anlaşmaları yapıyor. Bu, paradoksal olarak, dünyanın iklim değişikliği, kalkınma yetersizlikleri ve ileri teknolojilerin hukukunun düzenlenmesi gibi ortak zorlukları çözmek için çok taraflılığa her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde yaşanıyor. Güçlü çok taraflı bir sistem olmadığında tüm diplomasi bir al-ver süreci hâline gelir. Çok taraflı bir dünya, ortak iyiyi kişisel çıkar hâline getirir. Çok kutuplu bir dünya ise yalnızca kişisel çıkara dayanır.

Finlandiya’nın “Değerlere Dayalı Realizmi”

Dış politika çoğu zaman üç sütun üzerine kuruludur: değerler, çıkarlar ve güç. Dünya düzeninin dengesi ve dinamikleri değişirken bu üç unsur kritik önem taşır. Ben nüfusu altı milyona yaklaşan nispeten küçük bir ülkedenim. Avrupa’nın en büyük savunma güçlerinden birine sahip olmamıza rağmen diplomasimizin temeli değerler ve çıkarlardır. Hem sert hem de yumuşak güç, çoğunlukla büyük oyuncuların istifade edebildiği bir lükstür. Askeri ve ekonomik güçlerini yansıtarak, küçük oyuncuları kendi hedefleriyle uyumlu hale getirebilirler. Ancak küçük ülkeler başkalarıyla işbirliği yaparak güç bulabilir. İttifaklar, gruplar ve akıllı diplomasi, küçük bir devlete askeri ve ekonomik büyüklüğünün çok ötesinde bir etki sağlar. Çoğu zaman bu ittifaklar, insan haklarına ve hukuk devletine bağlılık gibi ortak değerlere dayanır.

Bir imparatorluk gücüne komşu küçük bir ülke olarak Finlandiya, bir devletin bazen değerler setinden bazı değerleri korumak için bazılarından vazgeçmesi veya sadece hayatta kalmak için bunu yapmak zorunda kalabileceğini öğrenmiştir. Devlet olmanın temeli bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğü ilkelerine dayanır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Finlandiya, Sovyetler Birliği tarafından ilhak edilen Baltık ülkesi dostlarımızdan farklı olarak bağımsızlığını korudu. Ancak topraklarımızın yüzde onunu, babamın ve büyükanne-babamın doğduğu bölgeler de dâhil olmak üzere, Sovyetler Birliği’ne kaptırdık. Ve en önemlisi, bazı egemenlik haklarından vazgeçmek zorunda kaldık. Finlandiya, doğal olarak ait olduğumuzu düşündüğümüz uluslararası kuruluşlara, özellikle AB ve NATO’ya katılamadı.

Soğuk Savaş döneminde Finlandiya’nın dış politikası “pragmatik realizm” tarafından tanımlanıyordu. 1939’da olduğu gibi Sovyetler Birliği’nin yeniden saldırmasını önlemek için Batılı değerlerimizden taviz vermek zorundaydık. Uluslararası ilişkilere “Finlandiyalılaşma” terimini kazandıran bu dönemde, gurur duyabileceğimiz bir dönem olmasa da bağımsızlığımızı korumayı başardık. Bu deneyim, bunun tekrarlanma ihtimaline karşı bizi son derece ihtiyatlı kılıyor. Bazılarının Finlandiyalılaşmanın Ukrayna’daki savaşı bitirmek için bir çözüm yolu olabileceğini öne sürmelerine ise kesinlikle şiddetle karşıyım. Böyle bir barış, egemenliğin ve toprağın fiilen teslim edilmesi anlamına gelecek kadar büyük bir bedel gerektirirdi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Finlandiya, diğer birçok ülke gibi, küresel Batı’nın değerlerinin norm haline geleceği fikrini benimsedi; ben buna “değerlere dayalı idealizm” diyorum. Bu tutum, Finlandiya’nın 1995 yılında Avrupa Birliği’ne katılmasını sağladı. Aynı zamanda Finlandiya ciddi bir hata yaptı: kendi arzusuyla NATO’nun dışında kalmaya karar verdi. (Not düşmek gerekirse, ben 30 yıldır Finlandiya’nın NATO üyeliğinin ateşli bir savunucusuyum.) Bazı Finliler, Rusya’nın er ya da geç liberal bir demokrasiye dönüşeceğine ilişkin idealist bir inanca sahipti; dolayısıyla NATO’ya katılmak gereksiz görülüyordu. Diğer bazıları, Finlandiya’nın ittifaka katılmasına Rusya’nın kötü tepki vereceğinden endişe ediyordu. Bazıları ise Finlandiya’nın ittifakın dışında kalarak Baltık Denizi bölgesinde dengeyi ve dolayısıyla barışı korumaya katkıda bulunduğunu düşünüyordu. Tüm bu gerekçeler yanlış çıktı ve Finlandiya buna göre hareket etti; Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı saldırısından sonra NATO’ya katıldı.

Bu karar hem Finlandiya’nın değerlerinin hem çıkarlarının bir sonucuydu. Finlandiya, özgürlük, temel haklar ve uluslararası kurallara dayalı evrensel bir değerler bütünüyle uyumlu olmayı, aynı zamanda dünyanın kültürel ve tarihsel çeşitliliğinin gerçeklerine saygı duymayı içeren, benim “değerlere dayalı realizm” dediğim yaklaşımı benimsedi. Küresel Batı, kendi değerlerine sadık kalmalı, ancak dünyanın sorunlarının yalnızca benzer düşünen ülkelerle işbirliği yapılarak çözülemeyeceğini de anlamalıdır.

Değerlere dayalı realizm kulağa çelişkili gelebilir, ancak değildir. Soğuk Savaş sonrası dönemin iki etkili teorisi, evrensel değerleri daha realist bir siyasal fay hatları anlayışıyla karşı karşıya getiriyor gibiydi. Fukuyama’nın tarihin sonu tezinde kapitalizmin komünizm üzerindeki zaferi, dünyanın giderek daha liberal ve piyasa odaklı olacağının işaretiydi. Siyaset bilimci Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” vizyonu ise jeopolitik fay hatlarının ideolojik farklılıklardan kültürel olanlara kayacağını öngörüyordu. Aslında, devletler bugünün değişen düzenini müzakere ederken her iki anlayıştan da yararlanabilir. Dış politika oluştururken küresel Batı’nın hükümetleri, demokrasinin ve piyasaların üstünlüğüne olan inançlarını koruyabilir ancak bunların evrensel olarak uygulanabilir olduğunu dayatmak zorunda değillerdir; başka yerlerde farklı modeller geçerli olabilir. Ve hatta küresel Batı içinde bile güvenliğin sağlanması ve egemenliğin savunulması, zaman zaman liberal ideallere sıkı sıkıya bağlı kalmayı imkânsız hâle getirebilir.

Ülkeler, hem hukukun üstünlüğüne hem de kültürel ve siyasi farklılıklara saygı duyan değerlere dayalı realist bir işbirlikçi dünya düzeni için çabalamalıdır. Finlandiya için bu, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleriyle temas kurarak onların Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı ve diğer devam eden çatışmalar konusundaki tutumlarını daha iyi anlamak anlamına gelir. Aynı zamanda teknoloji paylaşımı, ham maddeler ve iklim değişikliği gibi önemli küresel konularda eşit koşullarda pragmatik görüşmeler yürütmek demektir.

Güç Üçgeni

Küresel güç dengesi artık üç geniş bölgeden oluşuyor: küresel Batı, küresel Doğu ve küresel Güney. Küresel Batı yaklaşık 50 ülkeden oluşuyor ve geleneksel olarak Amerika Birleşik Devletleri tarafından liderlik ediliyor. Üyeleri, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki demokratik ve piyasa odaklı devletleri ve onların uzak müttefikleri olan Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore’yi içeriyor. Bu ülkeler, nasıl korunacağı, reforme edileceği veya nasıl yeniden düzenleneceği konusunda farklı görüşlere sahip olsalar bile, genellikle kurallara dayalı çok taraflı bir düzeni sürdürmeyi hedeflemişlerdir.

Küresel Doğu, Çin’in liderlik ettiği yaklaşık 25 devletten oluşur. Bu grup, mevcut kurallara dayalı uluslararası düzeni değiştirmeyi veya onun yerine yenisini koymayı amaçlayan İran, Kuzey Kore ve Rusya gibi uyumlu ülkelerden oluşan bir ağa dayanır. Bu ülkeleri ortak çıkar, yani küresel Batı’nın gücünü azaltma arzusu bir arada tutuyor.

Küresel Güney ise; Afrika, Latin Amerika, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’daki birçok gelişmekte olan ve orta gelirli devleti (ve dünya nüfusunun çoğunluğunu) kapsıyor; toplamda yaklaşık 125 devlet. Bu ülkelerin çoğu hem Batı sömürgeciliği döneminde hem de Soğuk Savaş’ın vekâlet savaşlarında ağır bedeller ödedi. Küresel Güney, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Kenya, Meksika, Nijerya, Suudi Arabistan ve Güney Afrika gibi birçok orta güç veya “yer değiştirebilen devleti” içerir. Demografik eğilimler, ekonomik gelişme ve doğal kaynakların istihracı ve ihracatı bu devletlerin yükselişini desteklemektedir.

Küresel Batı ve küresel Doğu, küresel Güney’in kalbini ve zihnini ele geçirmek için mücadele ediyor. Nedeni çok basit: Her iki taraf da yeni dünya düzeninin yönünü belirleyecek olanın küresel Güney olduğunu biliyor. Batı ve Doğu farklı yönlere çekerken Güney belirleyici oyu elinde tutuyor.

Küresel Batı, özgürlük ve demokrasinin erdemlerini övmekle Güney’i kendine çekemez; kalkınma projelerini finanse etmeli, ekonomik büyümeye yatırım yapmalı ve en önemlisi Güney’e masada yer verip güç paylaşmalıdır. Küresel Doğu da büyük altyapı harcamaları ve doğrudan yatırımlarla küresel Güney üzerinde tam nüfuz elde edebileceğini düşünmekle hata ediyor. Sevgi kolayca elde edilemez. Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın belirttiği gibi, Hindistan ve küresel Güney’deki diğer ülkeler tarafsız bir yerde durmuyor; kendi zeminlerinde duruyorlar.

Başka bir ifadeyle, hem Batılı hem Doğulu liderlerin ihtiyaç duyacağı şey değerlere dayalı realizmdir. Dış politika hiçbir zaman ikili değildir. Bir karar verici her gün hem değerlere hem çıkarlara dokunan tercihler yapmak zorundadır. Uluslararası hukuku ihlal eden bir ülkeden silah alacak mısınız? Terörle mücadele eden bir diktatörlüğe finansman sağlayacak mısınız? Eşcinselliği suç sayan bir ülkeye yardım edecek misiniz? İdam cezasına izin veren bir ülkeyle ticaret yapacak mısınız? Bazı değerler pazarlık konusu edilemezler. Bu değerler; temel ve insan haklarının korunması, azınlıkların savunulması, demokrasinin sürdürülmesi ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilmesidir. Bu değerler, özellikle küresel Güney’e hitap ederken küresel Batı’nın temsil etmesi gereken ilkeleri oluşturuyor. Aynı zamanda küresel Batı, herkesin bu değerleri paylaşmadığını anlamalıdır.

Değerlere dayalı realizmin amacı; barış, istikrar ve güvenlik çıkarlarının söz konusu olduğu durumlarda bir devletin gücünün sınırlarını kabul ederken ilkeleri önceleyen bir denge kurmaktır. Temel değerleri içselleştiren, iyi işleyen uluslararası kurumlarca desteklenen kurallara dayalı bir dünya düzeni, rekabetin çarpışmaya dönüşmesini engellemenin en iyi yoludur. Ancak bu kurumların etkisini yitirmesiyle ülkeler daha sert bir realizm anlayışını benimsemelidir. Liderler; ülkeler arasındaki coğrafya, tarih, kültür, din ve ekonomik kalkınmanın farklı aşamalarındaki gerçekleri gibi farklılıkları kabul etmelidir. Vatandaşların hakları, çevresel uygulamalar ve iyi yönetişim gibi konularda diğer ülkelerin daha iyi performans göstermesini istiyorlarsa, ders vermek yerine örnek olmalı ve destek sunmalıdırlar.

Değerlere dayalı realizm, başkalarının görüşlerine saygı ve farklılıkların anlaşılmasıyla, onurlu bir davranışla başlar. Küresel Batı, Doğu ve Güney arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair tarihsel bir algıdan ziyade, eşitlerin ortaklığına dayalı bir iş birliği anlamına gelir. Devletlerin geriye değil ileriye bakmasının yolu; altyapı, ticaret, iklim değişikliğinin azaltılması ve uyum sağlanması gibi önemli ortak projelere odaklanmaktır.

Dünyanın üç küresel bölgesinin aynı anda hem farklılıklara saygı gösteren hem de devletlerin ulusal çıkarlarını daha geniş bir işbirliğine dayalı uluslararası ilişkiler çerçevesine yerleştirmesine izin veren bir küresel düzen kurma girişiminin önünde birçok engel vardır. Ancak başarısızlığın maliyetleri ise çok daha büyüktür: yirminci yüzyılın ilk yarısı bunun için yeterince uyarıcı olmuştur.

Belirsizlik uluslararası ilişkilerin bir parçasıdır ve bir çağın başka bir çağa geçişinde hiç olmadığı kadar belirgindir. Önemli olan değişimin neden yaşandığını ve buna nasıl tepki verileceğini anlamaktır. Küresel Batı, eski doğrudan veya dolaylı hâkimiyet veya açık kibir yöntemlerine geri dönerse, bu mücadeleyi kaybedecektir. Eğer küresel Güney’in yeni dünya düzeninin kilit parçası olacağını anlarsa, küresel sorunları çözebilecek hem değerlere dayalı hem çıkarlara dayalı ortaklıklar kurabilir. Değerlere dayalı realizm, Batı’ya uluslararası ilişkilerin bu yeni çağında yolunu bulması için yeterli hareket alanı sağlayacaktır.

Muhtemel Gelecek Dünyalar

1.Dünya Savaşı sonrası oluşturulan bir grup kurum, dünyanın en hızlı gelişme dönemini yönlendirmeye yardımcı oldu ve olağanüstü bir görece barış dönemini sürdürdü. Bugün, bu kurumlar çökme riskiyle karşı karşıya. Ancak hayatta kalmaları gerekir, çünkü işbirliği olmadan rekabete dayalı bir dünya çatışmaya yol açacaktır. Ancak hayatta kalabilmeleri için değişmeleri gerekiyor, çünkü mevcut sistemde çok fazla devletin etkisi yoktur ve değişim olmazsa bu devletler sistemden uzaklaşacaklardır. Bu devletleri suçlamak mümkün değildir; yeni dünya düzeni aksayan düzenin kendini yavaş yavaş düzeltmesini beklemeyecektir.

Önümüzdeki on yılda en az üç senaryo ortaya çıkabilir. Birinci senaryoda, sadece mevcut düzensizlik basitçe devam eder. Eski düzenden bazı unsurlar hâlâ kalacaktır, ancak uluslararası kurallara ve kurumlara saygı isteğe bağlı bir hale gelir ve çoğunlukla içsel değerlere değil çıkarlara dayanır. Büyük sorunları çözme kapasitesi sınırlı kalır, ancak dünya en azından daha büyük bir kaosa sürüklenmez. Bununla birlikte çatışmaların sona erdirilmesi özellikle zorlaşır çünkü çoğu barış anlaşması al-ver anlayışıyla gerçekleşir ve Birleşmiş Milletler’in onayının getirdiği otoriteden yoksun kalır.

Daha kötü bir senaryo da mümkündür: ikinci senaryoda, liberal uluslararası düzenin temeli olan kurallar ve kurumlar erimeye devam eder ve mevcut düzen çöker. Dünya, net bir güç merkezi olmadan kaosa daha da yaklaşır; devletler kıtlıklar, pandemiler veya çatışmalar gibi akut krizleri çözemez hâle gelir. Güç boşluklarını uluslararası örgütlerin geri çekilmesiyle güçlü adamlar, savaş lordları ve devlet dışı aktörler doldurur. Yerel çatışmalar daha geniş savaşlara dönüşme riski taşır. Rekabetin yoğun olduğu bir dünyada, istikrar ve öngörülebilirlik istisna olurdu, norm değil. Barış arabuluculuğu neredeyse imkânsız olurdu.

Ancak böyle olmak zorunda değildir. Üçüncü bir senaryoda, küresel Batı, Doğu ve Güney arasındaki yeni bir güç simetrisi, ülkelerin en acil küresel sorunlarla eşitler arasında işbirliği ve diyalog yoluyla başa çıkabildiği yeniden dengelenmiş bir dünya düzeni yaratır. Bu denge rekabeti sınırlayacak ve dünyayı iklim, güvenlik ve teknoloji konularında daha fazla iş birliğine yönlendirecektir; bunlar hiçbir ülkenin tek başına çözemeyeceği kritik sorunlardır. Bu senaryoda, BM Şartı’nın ilkeleri üstün gelir, adil ve kalıcı anlaşmalar ortaya çıkar. Ancak bunun gerçekleşmesi için uluslararası kurumların reforme edilmesi gerekir.

Reform en üstten, yani Birleşmiş Milletler’den başlamalıdır. Reform her zaman uzun ve karmaşık bir süreçtir, ancak en az üç olası değişiklik, BM’yi kendiliğinden güçlendirir ve New York, Cenevre, Viyana veya Nairobi’de yeterince söz hakkına sahip olmadığını düşünen devletlere daha fazla etki alanı sağlar.

Öncelikle, tüm büyük kıtaların BM Güvenlik Konseyi’nde her zaman temsil edilmesi gerekiyor. Afrika ve Latin Amerika’nın Güvenlik Konseyi’nde daimi temsilciliğinin olmaması ve Asya’yı tek başına Çin’in temsil etmesi kesinlikle kabul edilemez. Daimi üye sayısının en az beş üye artırılması gerekiyor: Afrika’dan iki, Asya’dan iki ve Latin Amerika’dan bir üye.

İkincisi, hiçbir devletin Güvenlik Konseyi’nde tek başına veto yetkisi olmamalıdır. Veto, II. Dünya Savaşı sonrasında gerekliydi, ancak günümüz dünyasında Güvenlik Konseyi’ni etkisiz hale getirmiştir. Cenevre’deki BM kuruluşlarının iyi çalışmasının sebebi, hiçbir üyenin onları tek başına engelleyememesidir.

Üçüncüsü, Güvenlik Konseyi’nin daimi veya dönüşümlü üyelerinden biri BM Şartı’nı ihlal ederse, o üyenin BM’deki üyeliği askıya alınmalıdır. Bu, kurumun Rusya’nın Ukrayna’yı tam kapsamlı işgalinin ardından üyeliğini askıya alması anlamına gelir. Böyle bir askıya alma kararı Genel Kurul’da alınabilir. Birleşmiş Milletler’de çifte standartlara yer olmamalıdır.

Küresel ticaret ve finans kurumlarının da güncellenmesi gerekiyor. Yıllardır uyuşmazlık çözüm mekanizmasının felci nedeniyle zayıflayan Dünya Ticaret Örgütü hâlâ hayati önem taşıyor. WTO kapsamı dışındaki serbest ticaret anlaşmalarının artmasına rağmen küresel ticaretin yüzde 70’inden fazlası hâlâ WTO’nun “en çok kayrılan ülke” ilkesi altında yürütülüyor. Çok taraflı ticaret sisteminin amacı tüm üyelerine adil ve eşit muamele sağlamak olmalıdır. Gümrük vergileri ve WTO kurallarının diğer ihlalleri, sonunda herkese zarar verir. Devam eden reform süreci, özellikle sübvansiyonlara ilişkin olarak, daha fazla şeffaflığa ve WTO’nun karar alma süreçlerinde daha fazla esnekliğe yol açmalıdır. Ve bu reformların hızlı şekilde hayata geçirilmesi gerekir; WTO mevcut çıkmazda kalırsa sistem güvenilirliğini yitirir.

Reform zordur ve bu önerilerin bazıları gerçekçi görünmeyebilir. Ancak Birleşmiş Milletler’in 80 yıl önce San Francisco’da kurulduğu dönemde yapılan öneriler de öyle görünüyordu. BM’nin 193 üyesinin bu değişiklikleri benimseyip benimsemeyeceği, dış politikalarını değerlere mi, çıkarlara mı, yoksa güce mi odakladıklarına bağlı olacaktır. Değerler ve çıkarlar temelinde güç paylaşımı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra liberal dünya düzeninin kurulmasının temeliydi. Neredeyse bir yüzyıldır bize bu kadar iyi hizmet eden sistemi gözden geçirmenin zamanı geldi.

Tüm bunlarda küresel Batı için joker kart, ABD’nin inşasında bu kadar etkili olduğu ve büyük ölçüde faydalandığı çok taraflı dünya düzenini korumak isteyip istemediği olacaktır. Washington’ın Dünya Sağlık Örgütü ve Paris İklim Anlaşması gibi önemli kurum ve anlaşmalardan çekilmesi ve sınır ötesi ticarete yönelik yeni merkantilist yaklaşımı göz önüne alındığında, bu kolay bir yol olmayabilir. BM sistemi, büyük güçler arasında barışı korumaya yardımcı olmuş; bu da ABD’nin önde gelen jeopolitik güç olarak yükselmesini sağlamıştır. ABD birçok BM kurumunda lider rol üstlenmiş ve kendi politika hedeflerini son derece etkili biçimde yönlendirebilmiştir. Küresel serbest ticaret, ABD’nin dünya ekonomisinin lideri olmasına yardımcı olurken Amerikan tüketicilerine düşük maliyetli ürünler sunmuştur. NATO gibi ittifaklar da ABD’ye kendi bölgesinin ötesinde askerî ve siyasi avantajlar sağlamıştır. ABD dışındaki Batı için görev, Trump yönetimini hem savaş sonrası kurumların hem de ABD’nin bu kurumlarda aktif rol üstlenmesinin değerine ikna etmektir.

Küresel Doğu için asıl belirleyici unsur, Çin’in dünya sahnesinde nasıl bir rol oynayacağı olacaktır. Çin, serbest ticaret, iklim değişikliği iş birliği ve kalkınma gibi alanlarda ABD’nin bıraktığı güç boşluklarını doldurmak için daha fazla adım atabilir. Şu anda çok daha güçlü bir konum elde ettiği uluslararası kurumları şekillendirmeye çalışabilir. Kendi bölgesinde güç projeksiyonunu daha da ilerletmeyi hedefleyebilir. Ve uzun süredir izlediği “gücünü gizle, zamanını bekle” stratejisini bir kenara bırakıp Güney Çin Denizi veya Tayvan Boğazı gibi alanlarda daha agresif eylemlere girişme zamanının geldiğine karar verebilir.

Yalta mı, Helsinki mi?

Roma İmparatorluğu’nun kurduğu gibi uluslararası bir düzen bazen yüzyıllarca varlığını sürdürebilir. Ancak çoğu zaman sadece birkaç on yıl sürer. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırı savaşı, dünya düzeninde yeni bir değişimin başlangıcıdır. Bugünün gençleri için bu, 1918, 1945 veya 1989 anıdır. Dünya bu tür dönüm noktalarında tıpkı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti’nin büyük güç rekabetini kontrol edememesi ve bunun sonucunda yeni bir kanlı dünya savaşının çıkması gibi yanlış bir yola girebilir.

Devletler aynı şekilde doğruya yakın bir karar da alabilir; tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler’in kurulmasında olduğu gibi. Savaş sonrası bu düzen, sonuçta, Soğuk Savaş’ın iki süper gücü olan Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki barışı korumuştu. Elbette bu göreli istikrar, boyun eğmeye zorlanan veya vekâlet savaşlarında acı çeken devletler için yüksek bir bedel oluşturdu. Ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi onlarca yıl süren bir düzenin temelini atarken, aynı zamanda bugünkü dengesizliğin tohumlarını da ekti.

1945’te savaşın galipleri Kırım’ın Yalta kentinde toplandı. ABD Başkanı Franklin Roosevelt, Britanya Başbakanı Winston Churchill ve Sovyet lideri Josef Stalin, nüfuz alanlarına dayalı savaş sonrası bir düzen şekillendirdi. BM Güvenlik Konseyi, süper güçlerin anlaşmazlıklarını ele alabileceği bir platform olarak ortaya çıkacaktı, ancak başkalarına pek yer bırakmıyordu. Yalta’da büyük devletler küçüklerin üzerinde anlaşma yaptı. Bu tarihî yanlış şimdi düzeltilmelidir.

1975’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın toplanması Yalta’ya keskin bir tezat oluşturur. Otuz iki Avrupa ülkesi ile Kanada, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri, tüm devletlere uygulanabilir kurallara ve normlara dayalı bir Avrupa güvenlik yapısı oluşturmak için Helsinki’de bir araya geldi. Devletlerin vatandaşlarına ve birbirlerine yönelik davranışlarını düzenleyen temel ilkelerde uzlaştılar. Bu, büyük gerilimlerin yaşandığı bir dönemde dikkate değer bir çok taraflılık başarısıydı ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinde önemli bir rol oynadı.

Yalta sonuçları bakımından çok kutupluydu, Helsinki ise çok taraflı. Şimdi dünya bir seçimle karşı karşıya ve doğru yolun Helsinki olduğuna inanıyorum. Önümüzdeki on yılda hepimizin yapacağı seçimler, yirmi birinci yüzyılın dünya düzenini tanımlayacaktır.

Benimki gibi küçük devletler bu hikâyede seyirci değildir. Yeni düzen, büyük veya küçük, demokrat, otokrat ya da arada kalan tüm devletlerin siyasi liderlerinin alacağı kararlarla şekillenecektir. Ve burada özel sorumluluk, geçmekte olan düzenin mimarı ve hâlâ ekonomik ve askerî açıdan en güçlü küresel koalisyon olan küresel Batı’ya düşmektedir. Bu sorumluluğu nasıl taşıdığımız önemlidir. Bu bizim son şansımızdır.

 

*Alexander Stubb, Finlandiya Cumhurbaşkanıdır ve yakında çıkacak olan Güç Üçgeni: Yeni Dünya Düzeninin Yeniden Dengelenmesi adlı kitabın yazarıdır.

 

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/united-states/wests-last-chance

Tercüme: Ali Karakuş

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.