Batı Medyası Gazze Soykırımının Suç Ortağı mı?

Gazze’de devam eden insanlık dramı karşısında Batı medyasının tutumu kaygı verici bir biçimde çifte standartlı, Filistin’i sessizleştirici, İsrail’i meşrulaştırıcı, soykırım ortakçısı olmuştur. İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemleri uluslararası hukukça tanımlanmış soykırım suçunun belirtilerini açıkça taşımasına rağmen, dünyaya yön veren medya organları bunu dile getirmekte isteksiz davrandı; hatta bazıları açıkça inkâr veya meşrulaştırma yoluna gitti. Bu söylemsel ortaklık, sadece gerçeklerin çarpıtılmasına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda İsrail’in hesap vermekten kaçınmasına zemin hazırlıyor.
Ağustos 14, 2025
image_print

22 Temmuz 2025 tarihinde The New York Times’ın köşe yazarı Bret Stephens, Gazze’de yaşanan kitlesel katliamı “soykırım” olarak niteleyenlere karşı çıkarak “Hayır, İsrail Gazze’de soykırım yapmıyor” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Stephens bu yazısında, İsrail hükümetinin gerçekten soykırım niyetinde olması halinde “daha metodik ve çok daha ölümcül” davranması gerekirdi diyerek, on binlerce sivilin ölmesini bile yetersiz gören akıl dışı bir argüman ortaya attı. Oysa birçok Birleşmiş Milletler kuruluşu ve Amnesty International gibi uluslararası kurumlar, İsrail’in eylemlerini soykırım olarak tanımlamış durumda. Stephens’ın yazısı, Batı medyasının Gazze’de olup bitenleri inkâr etme veya İsrail’i mazur görme eğiliminin çarpıcı bir örneği olarak görülebilir. Batı’daki saygın medya platformlarının kahir ekseriyeti, İsrail’in Filistinlilere yönelik sistematik yok etme politikasını yumuşatarak, diğer bir ifadeyle soykırımı normalleştirerek, adeta bir “soykırımın medya ortağı” haline gelmektedir.

Soykırımın Medya ile İnkârı

Batı medyasının Gazze’de yaşananları ele alış biçimi, çoğunlukla İsrail’in resmi söylemiyle örtüşmekte ve Filistinlilerin maruz kaldığı vahşeti önemsizleştirmektedir. Örneğin Stephens, İsrail ordusunun halihazırda sadece resmi rakamlara göre 60.000’e yakın Filistinliyi öldürmüş olmasını dahi “yeterince yüksek değil” diye yorumlayarak soykırım tanımını küçümsedi. Oysa 2024 Kasım’ı itibarıyla sadece Gazze’de öldürülen çocuk sayısı 17.400’ü geçmişti. Bu rakamlar bile tek başına dehşet vericiyken, Stephens gibilerinin daha fazlasını beklemesi, soykırımın alenen inkâr edilmesi anlamına geliyor. Batı medyasındaki bu yaklaşım, İsrail’in on binlerce sivili kasıtlı olarak öldürdüğüne dair kanıt yokmuş gibi bir söylemi dolaşıma sokuyor. Oysa hastanelerin, okulların, sığınakların defalarca bombalanması, 17 binin üzerinde çocuğun 13 ayda “yanlışlıkla” öldürülmüş olamayacağı gerçeğiyle birlikte düşünüldüğünde, bu söylem inandırıcılığını yitiriyor.

Batı medyasının ezici çoğunluğu, İsrail’in eylemlerini meşrulaştırmak için “terörle mücadele” söylemine başvurarak çarpık bir çerçeve sunuyor. Haber dilinde İsrail ordusunun saldırıları genellikle “meşru müdafaa” veya “hata sonucu meydana gelen zayiat” olarak yansıtılırken, Filistinli direniş gruplarının eylemleri “vahşi terör saldırıları” olarak damgalanıyor. Bu çifte standart, Batı kamuoyunun gözünde kurban ile faili yer değiştiriyor. Nitekim, Ekim 2023’te yaşanan gelişmelerin ardından birçok ana akım medya kuruluşu gerçekliği sorgulamadan İsrail kaynaklı dezenformasyonları yaydı. Örneğin, CNN ve France24 gibi kanallar, delile dayanmayan “bebeklerin kafalarının kesildiği” iddiasını günlerce manşet yaptı; aynı medya organları Gazze’de bombalanan hastaneler veya sığınaklarda katledilen çocuklar konusunda ise İsrail’in açıklamalarını sorgusuz sualsiz aktarmakla yetindi. Batı medyasının bu seçici körlüğü, Filistinlilerin insani değerini adeta hiçe sayan bir algı yaratıyor.

Bu bağlamda, Filistinlilerin sistematik olarak dehumanize edilmesi (insandışılaştırılması) Batı söyleminde önemli bir yer tutuyor. İsrail’in üst düzey yetkilileri Filistinlilere “hayvan” muamelesi yaparken, bu söylem Batı medyasında çoğu zaman yeterince yer almıyor ve İsrail eleştirmeye dahi tabi tutulmuyor. Hatta bazı köşe yazarları, bölgedeki insanları haşerelere benzeten tahliller yapmaktan çekinmedi. Örneğin, Thomas Friedman Ortadoğu’yu “Hayvanlar Âlemi” belgeseliyle kıyaslayıp, bölge halklarını türlü vahşi hayvan metaforlarıyla aşağılayan ifadeler içeren bir yazı yayımladı. Böyle bir ortamda, Filistinli kurbanlar okuyucunun gözünde birer istatistik veya “uygar dünyaya tehdit oluşturan” isimsiz kitleler haline getiriliyor. Hatta Batı medyasında Filistinli çocukların bile masumiyetini gölgeleyen bir dil kullanılıyor. Örneğin BBC, İsrail kurşunuyla sırtından vurularak öldürülen 4 yaşındaki Hind Receb kız çocuğu için “genç bir hanımefendi” ifadesi kullandı; aynı haberde İsrailli esir alınanlar ise “kadınlar ve çocuklar” olarak anıldı. Filistinli çocukları “çocuk” kategorisinden çıkarmaya yönelik bu dil, akademisyen Nadera Şalhoub-Kevorkian’ın kavramsallaştırdığı şekliyle tam anlamıyla bir “çocukluktan çıkarma” (unchilding) örneğidir. Bu tür söylemler, Filistinli kurbanların acısını önemsizleştirerek, işlenen suçların Batı kamuoyunda hak ettiği tepkiyi görmesini engelliyor.

Gazetecilerin Hedef Alınması ve Basın Özgürlüğüne Saldırı

Gazze’de süregelen katliamın boyutlarını en iyi belgeleyenler, hayatlarını riske atarak gerçekleri dünyaya duyuran cesur Filistinli gazeteciler oldu. İsrail, işlediği suçların tanığı olan bu sesleri sistematik biçimde susturmaya girişti. Ekim 2023’te savaşın başlamasından bu yana, çoğu Filistinli olmak üzere 200’ün üzerinde gazeteci ve medya çalışanı görev başındayken öldürüldü. Birleşmiş Milletler verilerine göre Ağustos 2025 itibarıyla bu sayı 240’ı aştı; bazı kaynaklar öldürülen gazeteci sayısının 270’e yaklaştığını bildiriyor. Bu rakamlar, modern savaş tarihinde gazeteciler açısından en kanlı dönem anlamına geliyor. Dahası, saygın bir basın özgürlüğü kuruluşu olan Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ), bu ölümlerin önemli bir kısmının kasıtlı infaz olduğunu ortaya koydu. CPJ’in araştırmalarına göre en az 26 gazeteci doğrudan İsrail güçlerince hedef alınarak öldürüldü ve bu vakalar kurum tarafından “cinayet” olarak sınıflandırıldı.

İsrail hükümeti, Gazze’deki korkunç yıkımı uluslararası gözlemcilerden gizlemek istercesine, bölgeye yabancı basın mensuplarının girişini de yasaklamış durumda. Bu nedenle, Gazze’de yaşananlar dünyaya yalnızca Filistinli gazetecilerin kadrajından yansıdı. Ancak İsrail, geride kalan bu son tanıkları da ortadan kaldırmak için hiçbir sınır tanımıyor. CPJ verilerine göre Gazze’de öldürülen gazetecilerin yaklaşık üçte ikisi hava saldırılarında can verdi; geri kalanı ise özellikle insansız hava araçlarıyla hedef alınarak vuruldu. İsrail ordusu, her bir Filistinli muhabiri potansiyel “terörist” ilan ederek öldürmeyi meşrulaştırma yoluna gidiyor. Bu yöntem, otoriter rejimlerin muhalif gazetecileri karalamak için sıkça başvurduğu bir taktiktir ve maalesef İsrail bunu uluslararası alanda ciddi bir tepki görmeden uygulayabiliyor. Sonuç olarak, Gazze’de basın özgürlüğü kelimenin tam anlamıyla bombaların ve kurşunların hedefi haline gelmiştir. Diğer bir ifade Gazze ile ilgili hakiki gazetecilik ve habercilik yapmaya çalışmak, canını ortaya koymakla eş anlamlı olmuştur.

İsrail’in gazetecileri susturma stratejisi, aynı zamanda “tanıksız bir savaş” yürütme amacını yansıtıyor. Bir insanlık suçu niteliği taşıyan uygulamaların belgeleyenleri ortadan kaldırılırsa, geriye yaşananları dünyaya anlatacak kimse kalmayacaktır. Nitekim İsrail ordusunun Gazze’deki basın ofislerini, basın araçlarını ve hatta üzerinde “PRESS” yazılı çelik yelekler giyen muhabirleri bile vurmaktan çekinmemesi, bilinçli bir karartma stratejisinin parçasıdır. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’ne göre savaş bölgelerinde gazetecilere kasten saldırmak savaş suçu sayılır; ancak bu hukuki gerçeklik, sahadaki fiili durumu değiştirmiyor. İsrail, hukukun temel ilkelerini hiçe sayarak gazetecileri katlederken, “güvenlik” retoriği arkasına sığınıyor ve Batı’dan gelen tepkiler son derece cılız kalıyor.

Enes el-Şerif: Gazze’nin Sesi Nasıl Susturuldu?

Gazze’de basına yönelik saldırıların simge ismi haline gelen Enes el-Şerif, Batı medyasının tutumunu gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir. Enes, el-Cezire’nin Gazze bürosunda görev yapan genç bir muhabirdi ve 22 ayı aşkın süre boyunca kuşatma altındaki Gazze’den dünyaya hakikati aktarmaya adanmıştı. 10 Ağustos 2025 tarihinde, Gazze Şehri’nde Şifa Hastanesi yakınlarında kurulu basın çadırında görev yaparken, İsrail hava kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen nokta atışı bir saldırıyla dört meslektaşıyla birlikte katledildi. Üstelik bu saldırının hemen ardından İsrail ordusu bir açıklama yaparak, Enes el-Şerif’i “Hamas müntesibi” olmakla suçladı ve cinayeti açıkça üstlendi. Hiçbir somut kanıt sunulmaksızın ortaya atılan bu iddia, tam da İsrail’in yıllardır uyguladığı stratejinin bir parçasıydı: Önce gazeteciyi öldür, sonra adını karala. Nitekim geçmişte de İsrail güçleri tarafından öldürülen Filistinli gazeteciler ya “yanlışlıkla çatışmada vuruldu” diye geçiştirilmiş ya da “terör örgütüne çalışmakla” suçlanarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Enes’in başına gelen de farklı olmadı.

İsrail’in bu söylemi, birçok Batılı medya organlarında da kendine yer buldu. Saygın bir uluslararası haber kanalının, Enes ve el-Cezire’nin diğer muhabirlerinin öldürülmesini duyururken attığı başlık adeta ibretlikti: “İsrail, Hamas için çalıştığını iddia ettiği el-Cezire gazetecisini öldürdü.” Bu tür manşetler, failin söylemini filtrelemeden tekrarlayarak, okuyucu nezdinde cinayeti meşrulaştırma riski taşıyor. Batı medyasının bir kısmı, İsrail ordusunun sunduğu tartışmalı “delilleri” sorgulamaksızın yayınlayarak, farkında olarak ya da olmayarak bu propaganda savaşının aracı haline geliyor. Oysa Enes el-Şerif, meslektaşlarının ve ailesinin tanıklığıyla da sabit olduğu üzere, tek suçu Gazze’nin sesi olmak olan bir gazeteciydi. İsrail makamlarının onu tehdit ettiği, durmazsa bedel ödeteceklerini ima ettiği biliniyordu; nitekim önce babası bir saldırıda öldürüldü, sonunda da kendisi hedef alındı. Enes, sürekli hayatının tehlikede olduğunun farkındaydı ve ailesini korumak için çocuklarından ayrı yaşamak zorunda kalmıştı. Ölmeden kısa süre önce bir arkadaşına gönderdiği mesajda “Gazze’den ancak cennete gitmek üzere ayrılırım” diye yazacak kadar bu kaderin bilincindeydi.

Enes el-Şerif’in katledilmesi, İsrail’in “istenmeyen hakikatleri susturma” politikasının acı bir sonucuydu. Ancak bu suça ortak olan sadece tetiği çekenler değil; aynı zamanda bu cinayeti basın etiğine aykırı şekilde aktaranlar da sorumludur. Gazetecilik ilkelerine göre, bir iddianın tarafsız biçimde sorgulanması ve doğrulanması gerekirken, Batı’daki bazı haber kuruluşları İsrail’in Enes hakkındaki mesnetsiz “terörist” suçlamalarını manşetlerine taşıyarak profesyonel sorumluluklarını hiçe saydılar. Bu tutum, en az İsrail’in fiziksel saldırısı kadar endişe vericidir; çünkü gerçeğin taşıyıcılarını hedef haline getiren bu dil, gelecekte başka gazetecilerin öldürülmesine de zemin hazırlar. Basın özgürlüğünü savunması gereken kurumlar, tam aksine, bir gazetecinin öldürülmesine mazeret üretmiş oluyorlar. Bir anlamda, Batı medyasının çoğunluğu Enes el-Şerif’in katledilmesinde ahlaki bir suç ortaklığı üstlenmiştir.

Sonuç olarak, Gazze’de devam eden insanlık dramı karşısında Batı medyasının tutumu kaygı verici bir biçimde çifte standartlı, Filistin’i sessizleştirici, İsrail’i meşrulaştırıcı, soykırım ortakçısı olmuştur. İsrail’in Filistinlilere yönelik eylemleri uluslararası hukukça tanımlanmış soykırım suçunun belirtilerini açıkça taşımasına rağmen, dünyaya yön veren medya organları bunu dile getirmekte isteksiz davrandı; hatta bazıları açıkça inkâr veya meşrulaştırma yoluna gitti. Bu söylemsel ortaklık, sadece gerçeklerin çarpıtılmasına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda İsrail’in hesap vermekten kaçınmasına zemin hazırlıyor. Gazetecilerin kitlesel olarak katledilmesi ve haber alma hakkının bombalarla susturulması karşısında güçlü bir tepki vermeyen her medya kuruluşu, istemese de suçun ortağı haline geliyor.

Dr. Mehmet Rakipoğlu

Dr. Mehmet Rakipoğlu, 2016'da Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. Doktorasını 'Dış Politikada Korunma Stratejisi: Soğuk Savaş Sonrası Suudi Arabistan'ın ABD, Çin ve Rusya ile İlişkileri' konulu teziyle tamamladı. Mokha Center for Strategic Studies düşünce merkezinde Türkiye Çalışmaları Direktörü olarak çalışan Rakipoğlu, Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA