‘‘Las balas escribieron nuestro pasado. La educación, nuestro futuro.’’
‘‘Mermiler geçmişimizi yazdı. Eğitim ise geleceğimizdir.’’
Dünyanın farklı coğrafyalarında süregelen silahlı çatışmalar, yalnızca askerî ve siyasi dengeleri değil, aynı zamanda toplumların ruhunu, kolektif hafızasını ve gelecek tahayyülünü derinden yaralıyor. Çatışmaların bıraktığı travmalar, sadece şimdiki kuşakları değil, sonraki nesilleri de etkileyen uzun süreli toplumsal kırılmalara yol açıyor. Bu nedenle, barış süreçleri yalnızca silahların susmasını değil, aynı zamanda toplumların yeniden inşa edilmesini, güvenin tesis edilmesini ve sosyal adaletin hayata geçirilmesini de içeriyor.
Bu bağlamda Kolombiya’nın FARC ile yürüttüğü barış süreci ile Türkiye’nin kendi barış girişimleri, farklı tarihsel ve kültürel bağlamlara sahip olmalarına rağmen dikkate değer benzerlikler barındırıyor. Kolombiya, yarım yüzyılı aşkın bir gerilla savaşı ve uyuşturucu ekonomisinin şekillendirdiği kırsal çatışma dinamikleri ile öne çıkarken; Türkiye, etnik kimlik, bölgesel eşitsizlik ve merkez–çevre geriliminin belirlediği çok daha karmaşık bir tabloya sahip. IRA ise, Kuzey İrlanda’daki mezhepsel kimlik çatışmaları ve siyasi temsil sorunlarının damga vurduğu uzun soluklu bir mücadelenin ardından yürütülen barış süreciyle, silahlı örgütlerin toplumsal ve siyasal düzlemde tasfiye edilmesine dair bir diğer örneği sunmaktadır. Yine de bu iki deneyimin Türkiye’deki süreçle ilgili ortak yönleri göz ardı edilemez: Bu ülkeler de silah bırakma tartışmaları, siyasi temsilin çerçevesi, toplumsal katılımın derinliği ve uluslararası aktörlerin rolü, barışın geleceğini belirleyen kritik başlıklar oldu.
Kolombiya örneğinde, kırsal kalkınma ve toprak reformu vaatlerinin gecikmesi barışı kırılgan hale getirirken; Türkiye’de çözüm sürecinin kapalı kapılar ardında yürütülmesi toplumsal sahiplenmeyi zayıflattı. Benzer şekilde, Kuzey İrlanda’da IRA ile yürütülen barış süreci, yalnızca silah bırakma anlaşmalarının değil; siyasal temsil, kültürel haklar ve adalet mekanizmalarının toplumun geniş kesimlerince benimsenmesini zorunlu kıldı.
Bu noktada karşılaştırmalı analiz, barışın yalnızca devlet ile silahlı aktörler arasındaki teknik bir mutabakat değil, bütün toplumu kapsayan bir sözleşme olduğunu güçlü bir şekilde hatırlatıyor.
Kolombiya’da FARC Barış Süreci: Tarihsel Paradokslar
Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişki, Soğuk Savaş döneminin ideolojik cepheleşmesinden günümüze uzanan çelişkilerle dolu bir süreçtir. Bu ilişkide dikkat çekici paradokslardan biri de FARC’ın yıllar boyunca Amerikan menşeli silahları kullanmış olmasıdır.
1964’te kurulan FARC, kırsal bölgelerdeki yoksulluk, toprak eşitsizliği ve devlet baskısına karşı Marksist-Leninist bir ideolojiyle örgütlendi. ABD, Küba Devrimi’nin etkisiyle bölgede yükselen sol hareketleri bir tehdit olarak gördü ve Kolombiya hükümetine askeri destek sağladı. Ancak Latin Amerika’daki geniş silah piyasası, özellikle Orta Amerika’daki çatışmalardan kalan Amerikan silahlarının kaçak yollarla FARC’ın eline geçmesine yol açtı. Bu durum, Washington’un desteklediği silahların dolaylı biçimde FARC tarafından da kullanılması gibi ironik bir tabloyu ortaya çıkardı.
1980’lerle birlikte FARC, uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirle silahlanmasını artırdı. ABD’nin Orta Amerika’daki “karşı-gerilla” operasyonları için gönderdiği hafif silahların bir kısmı kara borsaya düştü ve Kolombiya’ya ulaştı. FARC’ın elinde bulunan M-16 tüfekleri, M-60 makineli tüfekleri ve ABD yapımı roketatarlar, bu paradoksun en somut örnekleriydi. Yani ABD bir yandan Kolombiya hükümetine milyarlarca dolarlık askeri yardım yaparken, diğer yandan kendi ürettiği silahlar dolaylı yollardan FARC’ın savaş kapasitesini besliyordu.
2000’lerde uygulamaya konan “Plan Colombia” çerçevesinde ABD, Kolombiya ordusuna büyük ölçekli askeri ve ekonomik yardım sağladı. Bu dönemde Amerikan özel kuvvetleri, FARC’a karşı operasyonlarda aktif danışmanlık yaptı. Ancak sahadaki gerçeklik şu oldu: ABD’nin uyuşturucu ile mücadele adı altında pompaladığı silahlar kara borsada dönerken, FARC savaşçıları da Amerikan üretimi silahlarla mücadeleye devam ediyordu.
2012’de başlayan Havana Barış Görüşmeleri sırasında ABD, Kolombiya hükümetinin çabalarını destekledi. Ancak masada konuşulmayan konulardan biri, yıllarca süren savaşın hem Amerikan silah sanayisinin hem de yasa dışı ticaret ağlarının beslediği bir çelişki üzerine kurulmuş olmasıydı. 2016’da imzalanan barış anlaşması, ABD tarafından olumlu karşılandı. Yine de FARC’ın Amerikan menşeli silahlarla yürüttüğü mücadelenin tarihsel ironisi, bu ilişkinin en unutulmaz yönlerinden biri olarak kaldı.
Kolombiya hükümeti ile FARC arasında 2016’da imzalanan barış anlaşması, 50 yılı aşkın bir iç çatışmayı sona erdirmeyi hedefliyordu. Bu süreç, Latin Amerika’nın en uzun süreli silahlı çatışmalarından birine son verme iddiası taşıdığı için tarihsel bir dönüm noktası olarak görüldü. Anlaşma yalnızca silah bırakmayı değil, aynı zamanda kırsal kalkınma, toprak reformu ve uyuşturucu ticaretiyle mücadele gibi sosyal-ekonomik dönüşüm maddelerini de içeriyordu. Özellikle toprak reformu meselesi, çatışmanın temel nedenlerinden biri olarak öne çıkıyordu. 1960’lardan itibaren küçük çiftçiler ile büyük toprak sahipleri arasındaki derin eşitsizlik, kırsal bölgelerde gerilimi sürekli beslemiş ve FARC’ın örgütsel tabanını güçlendirmişti.
FARC üyeleri, anlaşmanın ardından silahlarını Birleşmiş Milletler gözetiminde teslim etti. Bu, uluslararası kamuoyunda büyük bir umut yaratmıştı. Ancak burada kritik bir detay vardı: Silah bırakma süreci tamamlanmasına rağmen, anlaşmada öngörülen “kırsal kalkınma projeleri” büyük ölçüde gecikti. Devletin tarım reformunu ve altyapı yatırımlarını yeterince hızlı gerçekleştirememesi, eski gerillaların ekonomik ve sosyal hayata entegrasyonunu zorlaştırdı. Bu boşluk, bazı eski FARC üyelerinin “dissidencia” adı verilen yeni silahlı gruplara katılmasına yol açtı. Yani barış, kâğıt üzerinde var olsa da pratikte toplumsal temeli tam anlamıyla inşa edilemedi.
Kolombiya’daki FARC (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia) ile Türkiye’deki PKK (Partiya Karkerên Kurdistanê), farklı kıtalarda ve farklı tarihsel bağlamlarda ortaya çıkmış olmalarına rağmen, barış süreçlerinde sıkça karşılaştırılan iki örgüt olarak öne çıkıyor.
Benzerlikler:
- Her iki örgüt de başlangıçta kendini sosyal adaletsizliklere karşı silahlı mücadele üzerinden tanımladı. FARC kırsal toprak reformu ve yoksul köylülerin haklarını savunma iddiasıyla, PKK ise Kürt kimliğinin tanınması ve bölgesel eşitsizliklere karşı mücadele gerekçesiyle ortaya çıktı.
- Zamanla her iki hareket de yalnızca ideolojik ve siyasi bir örgütlenme değil, aynı zamanda askeri-stratejik bir güç haline geldi.
- FARC ve PKK, uluslararası kamuoyunda uzun yıllar boyunca terör örgütü olarak tanımlandı; bu da onların siyasi çözüm arayışlarının meşruiyetini tartışmalı hale getirdi.
- Hem FARC hem de PKK, barış süreçlerinde uluslararası aktörlerin rolüne doğrudan maruz kaldı: FARC sürecinde Norveç ve Küba garantörlük yaparken, PKK sürecinde ise Avrupa’dan gözlemciler davet edilmiş, ancak resmi garantörlük mekanizması kurulmamıştı.
Farklılıklar:
- Toplumsal taban: FARC esas olarak kırsal kesimde köylülerin desteğini alırken, PKK’nın toplumsal tabanı Kürt kimliği üzerinden hem kırsal hem de kentsel alanda genişledi.
- Finansal kaynaklar: FARC, uyuşturucu ticareti ve kaçakçılıktan büyük gelir sağladı. PKK ise daha çok diaspora desteği, uyuşturucu ticaretini sınır ötesi lojistik ve yerel kaynaklarla besleyerek finansman sağladı.
- Sembolizm: FARC, Kolombiya’da sosyolojik bir devrimi hedeflemiş; amacı farklı bir devlet kurmak değil, mevcut rejimi sosyalist bir değişime sürüklemek olmuştur. PKK’da ise bu durum farklı bir çizgide gelişmiş; örgüt, toprak kazanımı üzerinden önce özerklik, ardından da bağımsız bir devlete giden bir yapı inşa etmeye yönelmiştir. Bu farklılık, örgütlerin sembollerinde de açıkça görülür. FARC, Kolombiya bayrağını temel alarak üzerine kendi ismini yazmış ve mücadele söylemini ulusal semboller üzerinden yürütmüştür. Buna karşılık PKK, günümüzde de kullandığı bayrakta kırmızı zemin üzerinde sarı bir daireyi ve ortasında kızıl bir yıldızı öne çıkarmaktadır. Sarı zemin, örgütün ideolojik söyleminde “Kürdistan coğrafyası”na göndermede bulunurken, kızıl yıldız Marksist-Leninist kökene, kırmızı zemin ise devrimci mücadeleye atıf yapmaktadır. Bayrakta kullanılan renklerin tümü hem etnik kimliği hem de devrimci ideolojiyi iç içe geçiren bir simgesellik üretir. Dolayısıyla, FARC’ın sembolizmi mevcut devleti dönüştürmeye işaret ederken, PKK’nın sembolizmi devlet-dışı bir yapının inşasına ve ayrışmaya göndermede bulunur.
- Uluslararası bağlam: FARC mücadelesi Latin Amerika’nın soğuk savaş sonrası sol hareketleriyle bağlantılıyken, PKK’nın mücadelesi Ortadoğu’daki etnik, ulusal ve jeopolitik dinamiklerin içine yerleşti.
- Barış sonrası entegrasyon: FARC, anlaşmadan sonra siyasi partiye dönüşerek Kolombiya siyasetinde meşru bir aktör haline geldi. Türkiye’de ise PKK’nın siyasi temsilcisi olarak görülen yapılar (örneğin HDP/DEM) hâlen devlet ile gerilimli bir ilişki içinde ve silahlı kanadın entegrasyonu henüz tam anlamıyla mümkün olamadı.
Türkiye’nin Barış Girişimleri
Türkiye’de ise 2013-2015 arasında yürütülen “çözüm süreci” belki de en kapsamlı girişim olarak hatırlanıyor. Fakat Kolombiya örneğinin aksine, Türkiye’de süreç yalnızca güvenlik ve siyasi müzakere boyutunda şekillendi. Sosyo-ekonomik boyutun örneğin bölgesel kalkınma projelerinin siyasi mutabakatla doğrudan bağlantılı hale getirilmesi ikinci planda kaldığını söylemek mümkün.
Bir diğer husus ise, çözüm süreci boyunca yerel sivil toplum kuruluşlarının ve akademisyenlerin hazırladığı “alternatif barış raporları”nın büyük oranda dikkate alınmamış olmasıdır. Halbuki Kolombiya’da yüzlerce sivil toplum temsilcisi Havana müzakerelerine gözlemci ya da danışman sıfatıyla dahil edilmişti. Türkiye’de süreç daha çok kapalı kapılar ardında yürütüldü; bu da toplumsal sahiplenmeyi zayıflattı.
İstanbul, Havana ve Belfast
İstanbul: Kaçırılmış Tarihi Bir Fırsat
2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda açıklanan 10 maddelik mutabakat, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümüne dair en somut yol haritasıydı. Maddeler arasında demokratikleşme, kimlik haklarının tanınması, silahsızlanma ve toplumsal katılım gibi kritik başlıklar yer alıyordu. Ancak kısa süre içinde siyasi atmosfer keskin biçimde değişti. İç politikada seçim dinamikleri, dış politikada Suriye krizi ve artan güvenlik kaygıları, bu mutabakatın sahiplenilmesini imkânsız hale getirdi.
Devletin bazı kanatları mutabakatı “yanlış” bir adım olarak tanımladı ve sürecin meşruiyetini sorguladı. Dolmabahçe’nin ardından gelen çatışmalar, sürecin kırılganlığını gözler önüne serdi. Bugün Dolmabahçe Mutabakatı, hâlâ “kaçırılmış bir barış fırsatı” olarak hafızalarda yer etmekte; Türkiye’nin barış arayışında toplumsal katılımın ve siyasi kararlılığın ne kadar hayati olduğunu hatırlatan bir simge olarak yaşamaktadır.
Havana: Kurumsallaşan Diyalog
Kolombiya’da hükümet ile FARC arasındaki görüşmeler, Havana’da uzun yıllar süren müzakerelerin ardından 2016’da barış anlaşmasıyla sonuçlandı. Havana sürecinin en belirgin özelliği, güçlü bir uluslararası garantörlük mekanizmasıydı: Norveç ve Küba süreçte aktif rol aldı, ayrıca Birleşmiş Milletler gözlemci olarak katıldı.
Bunun yanında, sivil toplumun geniş katılımı sürecin en ayırt edici yönü oldu. Yüzlerce sivil toplum kuruluşu temsilcisi, akademisyen, mağdur yakını ve insan hakları savunucusu görüşmelere doğrudan dâhil edildi. Bu nedenle imzalanan metin, yalnızca hükümet ile örgüt arasında bir siyasi pazarlık değil; aynı zamanda geniş bir toplumsal sözleşme niteliği taşıdı.
Buna rağmen Kolombiya örneği bize şunu da göstermektedir: Barış anlaşması imzalamak, tek başına kalıcı barışı garanti etmez. Anlaşma sonrasında öngörülen toprak reformu ve kırsal kalkınma projelerinin gecikmesi, yeni çatışma risklerini doğurdu. FARC’ın bazı fraksiyonları “dissidencia” adı altında silah bırakmayı reddetti ve farklı bölgelerde şiddet yeniden canlandı. Bu, uygulamanın eksikliklerinin barışı nasıl zayıflatabileceğini açıkça ortaya koydu.
Belfast: Good Friday Agreement
1998’de imzalanan Good Friday Agreement, IRA ile İngiltere ve İrlanda Cumhuriyeti arasında yürütülen müzakerelerin ürünü olup modern barış süreçlerinin en başarılı örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu süreci güçlü kılan iki temel boyut vardır:
- Çapraz garantörlük: Hem Londra hem de Dublin anlaşmaya imza atarak barışın garantörleri oldu. Bu, Kuzey İrlanda’daki taraflara karşılıklı güven verdi.
- Toplumsal referandum: Anlaşma, Kuzey İrlanda halkının oyuna sunuldu ve yüksek bir çoğunlukla kabul edildi. Böylece barış, yalnızca siyasal elitlerin değil, halkın iradesinin de ürünü haline geldi.
Good Friday Agreement, silahlı çatışmayı büyük ölçüde sona erdirerek yeni bir siyasal düzenin temelini attı. Güç paylaşımı modeliyle hem Katolik hem de Protestan toplumunun siyasal temsili güvence altına alındı. Ayrıca polis teşkilatının reformu, insan hakları mekanizmalarının güçlendirilmesi ve ekonomik destek programları anlaşmanın ayrılmaz parçalarıydı.
Her ne kadar bugün hâlâ Kuzey İrlanda’da zaman zaman siyasi tıkanıklıklar ve toplumsal gerginlikler yaşansa da 1998 anlaşması çatışmanın “sürdürülebilir barış”a dönüşmesinde tarihsel bir dönüm noktasıdır.
Günümüzde Türkiye’nin PKK ile Barış Süreci: Mevcut Durum, Eksikler ve Gereklilikler
Türkiye’nin PKK ile çatışması, kırk yılı aşkın bir süredir hem iç siyaset hem de toplumsal barış açısından en önemli meselelerden biri olmaya devam etmektedir. 2013-2015 yıllarında yürütülen çözüm sürecinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından güvenlik odaklı politikalar ön plana çıkmış, barış girişimleri uzun süre rafa kaldırılmıştır. Ancak 2025 yılı itibarıyla yaşanan yeni gelişmeler, bu sürecin seyrinde dikkat çekici bir dönemeç oluşturmuştur.
- Mevcut Durum
2025 yılının başında MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yaptığı silah bırakma çağrısı Abdullah Öcalan’ın silahları yakma ve örgütün feshine yönelik açıklamalarda bulunması, PKK’nın ateşkes ilanıyla somutlaşmış ve mayıs ayında örgütün kongresinde alınan kararla silahlı mücadelenin sona erdirileceği açıklanmıştır. Bu gelişmeler, uzun yıllardır süren çatışmanın bitirilmesine yönelik önemli bir umut doğurmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komitesi” sürece kurumsal bir çerçeve kazandırmış, farklı siyasi partilerin temsilcilerinin dâhil olmasıyla barış arayışının meşruiyeti artırılmıştır. Sınır ötesinde Irak Kürdistan Bölgesi ve Suriye’de çatışmaların azalması da bölgesel istikrara dair beklentileri yükseltmiştir.
- Eksikler
Bununla birlikte, barış süreci hâlâ kırılgan bir zemindedir. Öncelikle, toplumsal güvenin tesis edilmesi için yeterli adımlar atılmamıştır. Silahsızlanma çağrılarına rağmen örgütle ilişkili kişi ve kurumlara yönelik operasyonların sürmesi, ateşkesin sahadaki karşılığını zayıflatmaktadır.
Sivil toplum kuruluşları, akademi, kadın ve gençlik örgütleri sürece yeterince dâhil edilmemiştir. Demokratik reformların eksikliği, mevcut anayasanın yetersizliği, kültürel hakların güvence altına alınmaması ve bölgesel kalkınma projelerinin barış politikalarıyla bütünleştirilmemesi, toplumsal sahiplenmeyi zayıflatmaktadır. Ayrıca sürecin şeffaf yürütülmemesi, kamuoyunda kuşku uyandırmaktadır.
- Gereklilikler
Kalıcı bir barış için güvenlik merkezli politikaların ötesine geçilmesi şarttır. Öncelikle, silahsızlanma ve örgüt kadrolarının topluma entegrasyonu için şeffaf ve bağımsız mekanizmalar kurulmalı, uluslararası gözlemciler sürece Türkiye’nin toplumsal dinamiklerine göre dahil edilmelidir.
Sivil toplumun, yerel yönetimlerin ve farklı toplumsal kesimlerin barış sürecine etkin katılımı sağlanmalıdır. Demokratik reformlar; ifade özgürlüğü, siyasal temsil ve kültürel haklar bağlamında güven artırıcı adımlar atılmalıdır. Bölgesel kalkınma projeleri doğrudan barış sürecine bağlanarak ekonomik eşitsizlikler giderilmeli, toplumsal refah artırılmalıdır.
Son olarak, sürecin her aşamasında şeffaflık ve hesap verilebilirlik ön planda tutulmalı, geçmişte yaşanan mağduriyetlerin giderilmesi için uzlaşma ve adalet mekanizmaları kurulmalıdır.
‘‘Dissidencia’’
Silahlı örgütlerin çözülme sürecinde “dissidencia”, yani örgüt içindeki ayrışma, kopuş ve direniş hali, en kritik eşiklerden birini oluşturur. PKK örneğinde de silah bırakanlarla silah bırakmaya direnenler arasındaki gerilim, yalnızca örgüt içi bir mesele değildir; aynı zamanda toplumun barışla bütünleşme kapasitesini sınayan, toplumsal dokunun dayanıklılığını ölçen bir süreçtir.
Bu bağlamda yapılması gereken en önemli husus, adalet ile merhametin dengelenmesidir. Silah bırakanların topluma yeniden kazandırılmasında hukuki sorumlulukların göz ardı edilmemesi elzemdir; ancak bu süreç, yalnızca cezalandırıcı bir anlayışa dayanırsa, bireylerin yeniden radikalleşmesi kaçınılmaz hale gelir. Bunun yerine onarıcı adalet yaklaşımı benimsenmeli; bireylerin suçla yüzleşmelerine imkân tanırken, aynı zamanda toplumla yeniden bağ kurmalarını kolaylaştıracak mekanizmalar inşa edilmelidir. Böylece bireyler için aidiyet duygusu pekişir ve barış kültürünün kalıcılaşması mümkün olur.
Bir diğer gereklilik ise sosyo-ekonomik entegrasyonun sağlanmasıdır. Eğitim, istihdam ve psikososyal destek programları, silah bırakanların yeni bir yaşam inşa edebilmesinin ön koşuludur. Bu tür desteklerin yokluğu, dissidencia’nın toplumsal dışlanmaya ve yeniden şiddete yönelmesine yol açabilir. Bununla bağlantılı olarak, toplumsal diyalog ve tanıklık mekanizmalarının kurulması da kritik önemdedir. Silah bırakanların yaşadıkları deneyimlere dair tanıklıkları, yalnızca geçmişle yüzleşme fırsatı sunmakla kalmaz; aynı zamanda geleceğe dair ortak bir barış dilinin oluşmasına da katkı sağlar.
Entegrasyon süreci aynı zamanda ayrım gözetmeyen kapsayıcı bir yaklaşımı da zorunlu kılar. Kadınlar, gençler ve farklı kimliklerden gelen eski örgüt mensupları için özel programların geliştirilmesi, barış sürecinin eşitlikçi bir zeminde ilerlemesini sağlar. Bu kapsayıcılık, hem güven duygusunu güçlendirir hem de toplumda “ikincil bir dissidencia”nın doğmasını engeller.
Öte yandan, yapılmaması gereken adımlar da en az atılması gerekenler kadar önemlidir. Toplu cezalandırma ve damgalama, silah bırakan bireylerin “potansiyel tehdit” olarak görülmesine yol açar; bu da toplumsal önyargıları besler ve bireyleri yeniden şiddete sürükleyebilir. Benzer şekilde, silah bırakmayı reddeden grupları yalnızca “marjinal” unsurlar olarak görüp yok saymak, çatışmanın yeni biçimlerde sürmesine zemin hazırlar.
Entegrasyon sürecinde yalnızca güvenlikçi tedbirleri öne çıkarmak da büyük bir hatadır. Askerî ve polisiye önlemler, kısa vadeli istikrar sağlasa bile, barış kültürünün gelişimini zedeler ve sürecin ruhunu imkânsız kılar. Ayrıca, silah bırakanlara sağlanan imkânların mağdurların adalet arayışını gölgeleyecek biçimde kurgulanması, toplumda derin bir adalet krizine yol açar. Onarıcı adalet mekanizmaları bu noktada dengeleyici bir işlev üstlenmeli, mağdurların sesini de barışın asli unsuru haline getirmelidir.
Sonuç olarak, dissidencia süreci yalnızca bireysel dönüşümün değil, aynı zamanda toplumsal yeniden inşanın bir göstergesidir. Bu sürecin başarısı, güvenlik eksenli bir bakışla değil; adalet, merhamet, kapsayıcılık ve şeffaflık ilkeleriyle mümkündür. PKK örneğinde de silah bırakanların ve bırakmak istemeyenlerin topluma entegrasyonu, ancak bu ilkelerin rehberliğinde kalıcı bir barışın temellerini atabilir.
Uluslararası Etki ve İç Dinamikler
Kolombiya barış sürecinde Norveç ve Küba gibi ülkeler garantörlük rolü üstlenmiş, böylece müzakerelerin meşruiyeti ve sürekliliği uluslararası zeminde güvence altına alınmıştı. Türkiye’de ise geçmişte bu tür bir uluslararası garantörlük mekanizması hiç devreye sokulmamış, barış arayışları büyük ölçüde iç politik dengelerin gölgesinde yürütülmüştü. 2025’te yeniden başlayan barış sürecinde de benzer bir durum söz konusudur: sürecin başarısı ya da başarısızlığı, doğrudan Türkiye’nin iç siyasal dinamiklerine, iktidar ve muhalefet partilerinin stratejik tutumlarına ve toplumun barışa göstereceği sahiplenmeye bağlı görünmektedir.
Bu çerçevede sürecin Türkiye için sunduğu fırsatlar dikkat çekicidir. Her şeyden önce, PKK’nın silah bırakma kararı, ülke içinde güvenlik ortamını güçlendirerek ekonomik kalkınmaya ve demokratikleşmeye daha geniş bir alan açma potansiyeli taşımaktadır. Aynı zamanda bu gelişme, Türkiye’nin bölgesel diplomasi alanındaki elini kuvvetlendirmekte; Irak, Suriye ve Avrupa ile ilişkilerde barışçıl bir aktör imajı yaratmaktadır. Dahası, toplumsal düzeyde çatışmanın sona ermesi, farklı kimliklerin bir arada yaşama kapasitesini artırarak yeni bir siyasal katılım kültürünün gelişmesine zemin hazırlayabilir.
Öte yandan süreç, ciddi tehditler barındırmaktadır. Uluslararası garantörlerin yokluğu, tarafların güven tesisini yalnızca karşılıklı iyi niyet beyanlarına bırakmakta, bu da süreci kırılgan kılmaktadır. İç politikada kısa vadeli çıkar hesaplarının ağır basması, barış adımlarını araçsallaştırma riskini artırmaktadır. Ayrıca, silah bırakmayı reddeden grupların yaratabileceği dissidencia, sürecin güvenlik boyutunu sürekli tehdit eden bir unsur olarak varlığını sürdürebilir. Toplumda oluşabilecek “adalet” algısı sorunları, mağdurların sesinin geri plana itilmesi veya şeffaflık eksikliği de barış sürecine yönelik toplumsal desteği zayıflatma potansiyeline sahiptir.
Bu noktada Kuzey İrlanda örneği dikkate değerdir: IRA ile yürütülen barış sürecinde uluslararası aktörler (örneğin ABD ve AB) aktif bir kolaylaştırıcı rol üstlenmiş, tarafların güven sorunlarını azaltıcı mekanizmalar oluşturulmuştur. Ayrıca toplumsal katılımın, özellikle mağdur toplulukların seslerinin duyulmasının sağlanması, barışın kalıcılığına katkıda bulunmuştur.
2025’te başlayan barış süreci Türkiye’ye tarihi bir fırsat sunarken, aynı zamanda bu fırsatın heba edilmesine yol açabilecek ciddi tehditlerle de kuşatılmıştır. Başarı, yalnızca siyasi iktidarın kararlılığına değil; toplumsal katılımın güçlendirilmesine, şeffaflığın artırılmasına ve güven tesisine yönelik kapsayıcı adımların atılmasına olan bağlılığı bir kez daha göz önüne sermektedir.
Toplum Sözleşmesi
Bu üç deneyim de bize şunu göstermektedir: Barış, yalnızca silahların sustuğu bir an değildir; aynı zamanda toplumsal dönüşümün uzun, zorlu ve sancılı bir sürecidir. Eğer bu dönüşüm toplumsal katılımla desteklenmezse, silahların yeniden konuşmaya başlaması neredeyse kaçınılmaz hale gelir. Kolombiya’da “kırsal kalkınma” eksikliği, Türkiye’de ise “toplumsal katılım” eksikliği, barışın sürdürülebilirliğini tehdit eden en belirgin zaaflar olarak ortaya çıkmıştır.
Barışın inşası masa başında imzalanan bir protokolden ibaret değildir; o, sokakta, köyde, okulda, üniversitede, sendikada ve parlamentoda üretilen bir toplumsal sözleşmedir. Toplumun bütün kesimlerini içine almayan, yalnızca siyasi elitlerin yönettiği bir barış süreci, canlı bir doğuma değil, ölü bir doğuma benzer. Çünkü katılımın yokluğu, barışı doğmadan boğan bir eksikliktir; halkın sesinin, acısının ve talebinin sürece dâhil edilmediği her girişim, kısa vadede umut verse bile uzun vadede yeniden çatışmanın zemini haline gelir.
Kolombiya, Kuzey İrlanda ve Türkiye örnekleri, bu açıdan bizlere açık bir ders bırakmaktadır: Barış, devlet ile örgüt arasında yapılan pazarlığın ötesinde, bütün toplumun ortak iradesiyle büyütülmesi gereken bir süreçtir. Eğer bu irade ve katılım sağlanmazsa, barışın adı yaşasa da ruhu çoktan kaybolmuş olacaktır.