Ayetullahların Sonbaharı

İslam Cumhuriyeti dönemi, İran için kayıp bir yarım yüzyıla dönüşmüştür. Körfez’deki komşuları finans, ulaşım ve teknoloji merkezlerine evrilirken; İran servetini başarısız bölgesel maceralara ve yalnızca daha fazla tecrit getiren bir nükleer programa harcamış; en büyük potansiyeli olan halkını ise baskılayarak tüketmiştir. Yine de ülkenin insan sermayesi ve doğal kaynakları hâlâ güçlü bir gelecek vaadetmektedir. Ancak bu potansiyelin harekete geçmesi, geçmişten ders alınarak siyasi düzenin radikal biçimde yeniden tasarlanmasına bağlıdır.
Ekim 15, 2025
image_print

İran’da Ne Tür Bir Değişim Yaşanacak?

Yaklaşık kırk yıl sonra ilk kez İran, yalnızca bir liderlik değişiminin değil, belki de bir rejim değişiminin eşiğinde. Ruhani Lider Ayetullah Ali Hamaney’in iktidarı sona yaklaşırken, Haziran ayında yaşanan 12 günlük savaş, onun inşa ettiği sistemin kırılganlığını gözler önüne serdi. İsrail, İran şehirlerini ve askeri tesislerini ağır bombardımana tutarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’ın nükleer tesislerine 14 adet sığınak delici bomba atmasının önünü açtı. Bu savaş, Tahran’ın ideolojik böbürlenmesiyle rejimin sınırlı kapasitesi arasındaki büyük uçurumu açıkça ortaya koydu: Rejim, artık bölgesel nüfuzunun büyük kısmını yitirmiş, hava sahasını kontrol edemez hâle gelmiş ve sokaklardaki hâkimiyetini kaybetmişti. Savaşın sonunda, 86 yaşındaki Hamaney saklandığı yerden çıkarak boğuk bir sesle zafer ilan etti—güç gösterisi olarak kurgulanan bu sahne, aksine rejimin ne denli zayıf olduğunu sergiledi.

Ayetullahların sonbaharında temel soru şudur: 1989’dan bu yana hüküm sürdüğü teokratik rejim ayakta mı kalacak, dönüşecek mi, yoksa çökecek mi? Ve ardından nasıl bir siyasi düzen ortaya çıkacak? 1979 Devrimi, İran’ı Batı yanlısı bir monarşiden İslamcı bir teokrasiye dönüştürdü; ülkeyi neredeyse bir gecede Amerika’nın müttefikinden onun yeminli düşmanına çevirdi. İran bugün hâlâ kilit bir devlet konumunda—enerji süper gücü olarak iç siyaseti hem Orta Doğu’nun güvenliğini ve siyasi düzenini şekillendiriyor hem de küresel sisteme etki ediyor—dolayısıyla Hamaney’in yerine kimin (ya da neyin) geçeceği sorusu son derece büyük önem taşıyor.

Son iki yılda—Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırıdan bu yana, ki bu saldırıyı açıkça destekleyen tek büyük lider Hamaney’di—onun hayatının eseri, İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından yerle bir edildi. En yakın askeri ve siyasi koruyucuları öldürüldü ya da suikasta kurban gitti. Bölgedeki vekil güçleri felce uğratıldı. İran’ın ekonomisine çok ağır bir yük bindirerek kurduğu nükleer altyapı enkaza döndü.

İslam Cumhuriyeti, bu askeri hezimeti bir “bayrak etrafında kenetlenme” fırsatına çevirmeye çalıştı, ancak günlük yaşamın aşağılayıcı gerçeklerinden kaçmak mümkün değil. İran’ın 92 milyonluk nüfusu, onlarca yıldır küresel mali ve siyasi sistemden izole edilmiş dünyanın en büyük topluluğunu oluşturuyor. İran ekonomisi, dünyanın en ağır yaptırımlara maruz kalmış ekonomilerinden biri. Para birimi en çok değer kaybedenlerden. Pasaportu, en çok reddedilenlerden. İnterneti, en sıkı sansürlenenlerden. Havası, dünyanın en kirli havası arasında.

Rejimin değişmeyen sloganları—“Amerika’ya ölüm” ve “İsrail’e ölüm”, ama hiçbir zaman “Yaşasın İran”—önceliğinin kalkınma değil, meydan okuma olduğunu açıkça gösteriyor. Elektrik kesintileri ve su kısıtlamaları, günlük yaşamın bir parçası hâline gelmiş durumda. Devrimin başlıca sembollerinden biri olan zorunlu başörtüsü—İslam Cumhuriyeti’nin ilk Ruhani Lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin bir zamanlar “devrimin bayrağı” diye tanımladığı—bugün paramparça; çünkü giderek daha fazla kadın saçlarını örtme zorunluluğuna açıkça karşı çıkıyor. İran’ın sözde patriarkları, kadınları, hava sahasını kontrol edebildiklerinden daha iyi kontrol edemiyor.

İran’ın bu noktaya nasıl geldiğini anlamak için, Hamaney’in 36 yıllık yönetiminin temel ilkelerine bakmak gerekir. Onun iktidarı iki sütun üzerinde yükseldi: Devrimci ilkelere içeride ve dışarıda mutlak bağlılık ve siyasi reformun tümüyle reddi. Hamaney uzun zamandır, İslam Cumhuriyeti’nin ideallerini ve kurallarını sulandırmanın, Sovyet lider Mihail Gorbaçov’un glasnost politikasının Sovyetler’e yaptığı gibi, rejimin ömrünü uzatmak yerine sonunu getireceğine inanıyor. ABD ile ilişkilerin normalleşmesine karşı çıkma konusunda da hiçbir zaman tereddüt göstermedi.

Hamaney’in yaşı, katılığı ve yaklaşan vedası, İran’ı uzun süreli çöküş ile ani bir sarsıntı arasında askıda bırakmış durumda. Hamaney öldüğünde birkaç olası senaryo devreye girebilir. İslam Cumhuriyeti’nin kapsayıcı ideolojisi, Sovyetler sonrası Rusya’da olduğu gibi, güçlü adamlara özgü bir sinizme dönüşebilir. Çin’in Mao Zedong’un ölümünden sonra yaptığı gibi, İran da katı ideolojiyi terk ederek pragmatik ulusal çıkarlara yönelebilir. Kuzey Kore gibi baskı ve izolasyonu daha da artırabilir. Pakistan örneğinde olduğu gibi, ruhban sınıfı yönetimi askerî hâkimiyete bırakabilir. Ve her ne kadar artık daha az olası görünse de, İran hâlâ temsili bir yönetime yönelme ihtimalini barındırıyor—bu mücadelenin kökleri 1906 Anayasa Devrimi’ne kadar uzanıyor. İran’ın izleyeceği yol benzersiz olacak ve bu yol yalnızca İranlıların hayatlarını değil, aynı zamanda Orta Doğu’nun istikrarını ve küresel düzeni de şekillendirecek.

PARANOYAK TARZ

İranlılar kendilerini sık sık büyük bir imparatorluğun mirasçıları olarak görür; ne var ki modern tarihleri sürekli istilalar, aşağılanmalar ve ihanetlerle kesintiye uğramıştır. On dokuzuncu yüzyılda İran, saldırgan komşularına topraklarının neredeyse yarısını kaybetti; Kafkasya’yı (bugünkü Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Dağıstan’ı kapsayan bölge) Rusya’ya bıraktı, Herat’ı ise İngiliz baskısıyla Afganistan’a terk etti. Yirminci yüzyılın başlarında, Rusya ve Birleşik Krallık ülkeyi nüfuz alanlarına böldü. 1946’da Sovyet birlikleri İran Azerbaycan’ını işgal etti ve ilhak etmeye kalkıştı; 1953’te ise Birleşik Krallık ile Amerika Birleşik Devletleri, Başbakan Muhammed Musaddık’ın devrilmesini sağlayan bir darbe organize etti.

Bu miras, her yerde komplo gören ve en yakın danışmanlarını bile yabancı ajanlıkla suçlamaya eğilimli İranlı yönetici kuşakları yarattı. Pehlevi hanedanının kurucusu ve bugün hâlâ birçok İranlı’nın saygıyla andığı bir lider olan Rıza Şah, Nazi Almanyası’na yakın olduğu şüphesiyle İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefik güçlerce tahtan indirildi. Danışmanı Abdolhossein Teymourtash’a göre, “herkesten ve her şeyden şüphelenirdi.” “Majestelerinin güvendiği kimse yoktu.” Oğlu Muhammed Rıza Şah da benzer düşünceler içindeydi. 1979 devrimiyle tahttan indirildikten sonra, “Amerika’nın sahte vaatleri tahtımı kaybetmeme neden oldu” sonucuna vardı. Humeyni iktidara geldiğinde, binlerce muhalifini yabancı ajanlık suçlamasıyla idam ettirdi; halefi Hamaney ise hemen her konuşmasında Amerika ve Siyonistlerin komplolarına atıfta bulunur.

Bu derin güvensizlik yalnızca seçkinlerle sınırlı değil; ülkenin siyasi yapısının özüne işlemiştir. Iraj Pezeshkzad’ın çok sevilen ve 1976’da ikonik bir TV dizisine uyarlanan romanı Amcam Napolyon, özellikle İngilizlerin komplolarını her yerde gören paranoyak bir aile reisini hicveder. Roman, İran siyasetini ve toplumunu hâlâ şekillendiren komplo zihniyetine dair kültürel bir mihenk taşı olmayı sürdürmektedir. 2020 Dünya Değerler Araştırması’na göre, İranlıların yalnızca yüzde 15’inden azı “insanların çoğuna güvenilebileceğine” inanmaktadır—bu oran dünyadaki en düşük oranlar arasındadır.

İran’ın paranoyak tarzında, dışarıdakiler yırtıcı, içeridekiler hain olarak görülür ve kurumlar kişisel iktidara boyun eğer. Geçtiğimiz yüzyılda yalnızca dört kişi ülkeyi yönetti; kalıcı kurumların yerini kişilik kültleri aldı, siyaset kısa süreli coşku patlamaları ile uzun hayal kırıklığı dönemleri arasında gidip geldi. İslam Cumhuriyeti, vatandaşlarını resmî olarak “içeridekiler” ve “dışarıdakiler” diye ayırarak bu modeli daha da keskinleştirdi. Bu güvensizlik ortamında olumsuz seçilim hâkim olur: vasatlık ödüllendirilir, silik figürler öne çıkarılır, liyakatten çok sadakat esas alınır. Hamaney’in 1989’daki yükselişi, bu dinamiğin klasik bir örneğidir ve onun halefiyet planında da aynı ölçütlerin geçerli olması muhtemeldir. Tarih tarafından şekillendirilen, yöneticiler tarafından pekiştirilen ve toplum tarafından içselleştirilen bu köklü güvensizlik kültürü, yalnızca otoriter yönetimi sürdürmekle kalmaz, temsili hükümetin gerektirdiği kolektif örgütlenmeyi de engeller. Bu kültür, İran’ın geleceği üzerinde uzun süreli bir gölge oluşturmaya devam edecektir.

Otoriter geçişler nadiren bir senaryoya göre ilerler ve İran’ınki de istisna olmayacaktır. Hamaney’in ölümü ya da görevini sürdüremeyecek duruma gelmesi değişimin en açık tetikleyicisi olacaktır. Petrol fiyatlarının çökmesi, yaptırımların artması, İsrail veya ABD tarafından düzenlenecek yeni askeri saldırılar gibi dış şoklar rejimi daha da istikrarsızlaştırabilir. Ancak tarih, doğal afetler, bir meyve satıcısının kendini yakması ya da saçını fazla gösterdiği için öldürülen genç bir kadın gibi beklenmedik içsel kıvılcımların da aynı derecede etkili olabileceğini göstermektedir.

Yaklaşık elli yıldır ideolojiyle yönetilen İran’ın geleceği ise ideolojik değil, yönetimsel gerçekliklere bağlı olacaktır—her şeyden önce, Almanya’nın neredeyse beş katı büyüklüğünde, muazzam kaynaklara sahip ama son derece karmaşık sorunlarla boğuşan bir ülkeyi en etkin biçimde kimin yöneteceğine. Bu dalgalanmalı ortamdan, Hamaney sonrası dönemde İran şu biçimlerden birine evrilebilir: milliyetçi bir güçlü adam yönetimi, din adamı iktidarının sürmesi, askeri hâkimiyet, popülist bir canlanma ya da bunların benzersiz bir karması. Bu olasılıklar, ülkenin fraksiyonel yapısını yansıtır. Din adamları İslam Cumhuriyeti’nin ideolojisini korumakta kararlıdır. Devrim Muhafızları (IRGC), gücünü pekiştirmeye çalışmaktadır. Etnik azınlıklar da dâhil olmak üzere haklarından mahrum bırakılmış vatandaşlar, saygınlık ve fırsat talep etmektedir. Muhalefet, birleşemeyecek kadar dağınık ama tamamen kaybolamayacak kadar da dirençlidir. Bu grupların hiçbiri yekpare değildir; ancak İran’ın ne tür bir ülke olacağına dair mücadeleyi onların arzuları ve eylemleri şekillendirecektir.

Rusya Gibi İran

İslam Cumhuriyeti bugün, Sovyetler Birliği’nin son dönemlerine benzemektedir: tükenmiş bir ideolojiyi baskıyla ayakta tutmaya çalışmakta, köhnemiş bir liderlik reformdan korkmakta ve toplumun büyük bölümü devletten yüz çevirmiş durumdadır. Hem İran hem de Rusya, zengin doğal kaynaklara sahip, gururlu tarihler ve köklü edebiyat gelenekleriyle bezenmiş, yüzyıllar boyunca birikmiş kırgınlıkları taşıyan ülkelerdir. Her ikisi de tarihle bağını koparıp radikal biçimde yeni bir düzen kurmayı amaçlayan ideolojik devrimlerle sarsılmıştır—Rusya 1917’de, İran ise 1979’da. Her iki ülke de geçmişin intikamını almak ve hem içeride hem dışarıda yeni bir vizyon dayatmak istemiş; bu süreçte yalnızca kendi halklarına değil, komşularına da yıkım getirmiştir. Biri militan ateist, diğeri teokratik olsa da, aralarındaki benzerlikler çarpıcıdır. Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, İslam Cumhuriyeti de Amerika Birleşik Devletleri ile ideolojik bir uzlaşmaya varamaz; paranoyası kendi kendini doğrulayan bir yapıya bürünmüştür ve rejim, kendi çürümüşlüğünün tohumlarını içinde taşımaktadır.

Sovyetlerin çöküşü, Mihail Gorbaçov’un merkezi denetimi gevşeten ve sistemin kontrol edemeyeceği güçleri serbest bırakan reformlarıyla hızlandı. 1990’larda hukuksuzluk, oligarşik yağma ve derinleşen eşitsizlik, halkta öfke ve hayal kırıklığını körükledi. Bu kargaşadan, Sovyet güvenlik servisi KGB’nin eski subayı Vladimir Putin doğdu. Komünist ideolojinin yerini kırgınlığa dayalı milliyetçilikle doldururken, halka istikrar ve onur vaat etti. Devlet başkanı olarak, kendisini Rusya’nın saygınlığını ve dünyadaki hak ettiği yeri geri kazandıran lider olarak konumlandırdı.

İran’da da benzer bir gidişat mümkündür. Rejim hem ideolojik hem de ekonomik olarak iflas etmiş, gerçek reformlara kapalıdır ve dış baskı ile iç hoşnutsuzluğun ağırlığı altında çökme riski taşımaktadır. Böyle bir çöküş, güvenlik elitleri ve oligarşik grupların doldurmak için yarışacağı bir boşluk yaratabilir. Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) ya da istihbarat servislerinden yetişmiş bir İranlı güçlü adam sahneye çıkabilir; bu kişi, yeni otoriter düzenin temel ilkesi olarak Şii ideolojisini bir kenara bırakıp, kırgınlığa dayalı İran milliyetçiliğini benimseyebilir. İran Meclisi’nin şu anki başkanı ve IRGC’nin eski kıdemli yetkililerinden biri olan Muhammed Bakır Galibaf gibi bazı önemli figürlerin bu tür arzuları taşıdığı düşünülebilir. Ancak mevcut sistemle uzun süreli bağları, onları yeni bir düzenin meşru taşıyıcısı olmaktan alıkoymaktadır. Muhtemelen gelecek, bugün daha az görünür olan; yaşanan felaketten kamuoyu önünde sorumlu tutulmayacak kadar genç, ama enkazdan yükselebilecek kadar tecrübeli bir kişiye aittir.

Elbette benzerlikler bire bir değildir. Sovyetler Birliği çöktüğünde liderlik üçüncü kuşağa ulaşmıştı; İran ise ancak ikinci kuşağa geçiş yapmaktadır. Ayrıca İran’ın Gorbaçov gibi bir figürü hiç olmadı: Hamaney, reformların rejimin çöküşünü hızlandıracağına inandığı için onları en başından itibaren engellemiştir.

Yine de temel gerçek değişmez: Her şeyi kapsayan bir ideoloji çöktüğünde, geride çoğu zaman sivil bir yenilenme değil, sinizm ve nihilizm bırakır. Sovyet sonrası Rusya, demokratik bir canlanmadan çok, ne pahasına olursa olsun zenginlik arayışıyla tanımlandı. Teokrasi sonrası bir İran da benzer bir gidişat izleyebilir: yitirilen inançların ve kolektif amaçların yerini tüketimcilik ve gösterişli harcamalar alabilir.

İranlı bir Putin, İslam Cumhuriyeti’nin bazı yöntemlerini ödünç alabilir: komşularında istikrarsızlık yaratarak iç istikrar sağlamaya çalışabilir, küresel enerji akışlarını tehdit edebilir, saldırganlığı yeni bir ideoloji kisvesiyle gizleyebilir ve diğer elitlerle birlikte zenginleşirken İran’ın saygınlığını geri getirme sözü verebilir. Amerika Birleşik Devletleri ve İran’ın komşuları için Rusya örneği açık bir ders niteliği taşır: ideolojinin ölümü, demokrasi getirmez. Aynı kolaylıkla, vicdan tanımaz, taze kırgınlıklarla donanmış ve yeni hırslarla yönelen bir başka otoriter lideri de beraberinde getirebilir.

Çin Gibi İran

Sovyetler Birliği, uyum sağlamakta geç kaldığı için çökerken; Çin, 1976’da Mao’nun ölümünün ardından gelen on yıllarda, pragmatik bir dönüşümle ayakta kaldı ve devrimci saflık yerine ekonomik büyümeye öncelik verdi. “Çin modeli” uzun süredir, rejimi ayakta tutmak isteyen ama iflas etmiş bir ekonomiyle karşı karşıya kalan ve kitlesel hoşnutsuzluk karşısında reformu kaçınılmaz gören İranlı yöneticilerin ilgisini çekiyor. Bu senaryoda rejim baskıcı ve otoriter kalmaya devam eder; ancak devrimci ilkeleri ve toplumsal muhafazakârlığı yumuşatarak ABD ile yakınlaşma, dünyaya daha geniş bir entegrasyon ve teokrasiden teknokrasiye doğru kademeli bir geçişe yönelir. Devrim Muhafızları (IRGC) gücünü ve gelirlerini korur; ancak Çin’in Halk Kurtuluş Ordusu gibi devrimci militanlıktan ulusalcı şirketleşmeye evrilir.

Ancak İran’ın bu modeli benimsemesinin önünde iki büyük engel vardır: sistemi kurmak ve onu sürdürebilmek. Çin’de ABD ile yakınlaşma, 1970’lerde komünist devrimin kurucusu Mao Zedong tarafından başlatıldı. Ancak bu açılımı kullanarak ülkeyi ideolojik ortodoksluktan pragmatizme yönelten ve yapısal reformları hayata geçiren kişi, nihai halefi Deng Xiaoping oldu. İran da kendi “Deng” figürlerini çıkardı—eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve devrimin kurucusunun torunu Hasan Humeyni gibi—ancak hiçbiri, uzlaşmayı zayıflık sayan Ayetullah Hamaney’i ve onunla aynı çizgideki katı muhafazakârları aşamadı. Bu çevreler, özellikle ABD ile normalleşme dâhil her türlü devrimci ideoloji tavizinin rejimi güçlendirmekten çok zayıflatacağına inandılar.

Çin’de ABD ile yakınlaşmayı kolaylaştıran etkenlerden biri, iki ülkenin ortak bir düşman olan Sovyetler Birliği’ni paylaşmasıydı. Buna karşılık İran ile ABD zaman zaman ortak tehditlerle karşı karşıya gelse de—Saddam Hüseyin, el-Kaide, Taliban, IŞİD gibi—Hamaney için Amerika ve İsrail’e düşmanlık, her zaman her şeyin önünde geldi. Çin modeline yönelmek, ya ömrünün sonuna gelmiş bir Hamaney’in hayat boyu taşıdığı Washington karşıtlığından vazgeçmesini (ki bu son derece düşük ihtimal), ya da daha ılımlı bir lider lehine tasarlanmış bir halefiyet sürecini gerektirir.

Ancak bu gerçekleşse bile, İran’ın Çin yolunu izlemesi yine de oldukça zorlu olacaktır. Çin’in devasa işgücü, yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtararak devlete yeniden meşruiyet kazandırdı ve halkın güvenini pekiştirdi. İran ise daha çok Rusya’ya benzeyen bir rantiye ekonomisine sahiptir. Rejim ideolojiden vazgeçer, fakat bunun karşılığında somut bir refah sağlayamazsa, mevcut destek tabanını kaybederken yeni destekçiler de kazanamayabilir.

İdeolojik bağlarından arınmış, ABD ile ilişkileri normalleştirmiş ve İsrail’in varlığına karşı çıkmaktan vazgeçmiş bir İran, bugünkü statükoya kıyasla önemli bir iyileşme olur. Ancak Çin deneyiminin gösterdiği üzere, ekonomik büyüme ve uluslararası entegrasyon aynı zamanda daha büyük bölgesel ve küresel hırsları da tetikleyebilir—bugünkü krizlerin yerini başka tür zorluklar alabilir. Ve İran’ın bu çalkantılı geçiş süreci boyunca iç istikrarı koruyup koruyamayacağı da kesin değildir.

Kuzey Kore Gibi İran

İslam Cumhuriyeti, ulusal çıkarlar yerine ideolojiyi önceliklendirmeyi sürdürürse, geleceği Kuzey Kore’nin bugünkü hâline benzeyebilir: halk desteğiyle değil, zorbalık ve tecrit yoluyla ayakta duran bir rejim. Hamaney’in tercihi uzun süredir, ABD ve İsrail’e karşı direnişin devrimci ilkelerine ve içeride İslamcı ortodoksluğa bağlı, sade yaşam tarzını benimseyen bir din adamı tarafından yürütülen “ruhânî lider” modelini sürdürmek yönünde oldu. Ancak 1979 devriminden bu yana neredeyse yarım asır geçmişken, ekonomik onurdan ve siyasi-sosyal özgürlüklerden yoksun bırakan bu düzende yaşamayı arzulayan çok az İranlı kaldı. Böyle bir rejimin sürdürülebilmesi, totaliter bir denetim mekanizması—ve muhtemelen dış müdahaleye karşı caydırıcılık amacıyla nükleer bir silah—gerektirir.

Bu senaryoda iktidar, dar bir klikte veya hatta tek bir ailede toplanır. Hamaney, devrim ilkelerine sadık kalacak birini halef olarak belirlemeye çalışabilir; ancak sertlik yanlısı din adamlarının halk nezdinde meşruiyeti ve desteği olmadığı için potansiyel aday havuzu son derece sınırlıdır. Bir dönem en güçlü adaylardan biri olarak gösterilen Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, 2024 Mayıs’ında bir helikopter kazasında hayatını kaybetti. Bu koşullarda en çok dikkat çeken isim, 56 yaşındaki oğlu Mücteba Hamaney’dir. Ancak kalıtsal bir halefiyet süreci, devrimin temel ilkelerinden biri olan “monarşinin İslam dışı” olduğu yönündeki Humeyni vurgusuyla doğrudan çelişir.

Mücteba, hiçbir seçilmiş görevde bulunmamıştır, kamuoyunda görünürlüğü yoktur ve esasen Devrim Muhafızları’yla perde arkasındaki ilişkileriyle bilinir. Kamu imajı, yeni bir çağın dinamizmini değil, babasının kuşağıyla devamlılığı çağrıştırır. Destekçileri tarafından Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’a benzetilmesi—örneğin Farsça #MojtabaBinSalman etiketiyle yürütülen sosyal medya kampanyaları—bile, Hamaney’in çekirdek tabanının dahi geçmişin değil, geleceğe dönük bir vizyonun peşinde olduğunu gösterir.

Diğer sertlik yanlısı figürler de kamuoyuna güven vermekten uzaktır. Ülkenin 69 yaşındaki kasvetli yargı erki başkanı Gulamhüseyin Muhsini Ejei, onlarca infaz kararına imza atmış “cellat bir yargıç” olarak tanınır; kamuoyunda en çok hatırlanan davranışı ise sansürü eleştiren bir gazeteciyi ısırması olmuştur. Böyle bir figürün liderliği, halkın rızasına değil yalnızca Devrim Muhafızları’nın desteğine dayanır. Ancak Muhafızlar’ın, yeni ruhani lideri atama yetkisine sahip Uzmanlar Meclisi’ndeki yaşlı din adamlarına hâlâ itaat edip etmeyeceği ya da doğrudan kendi başkomutanlarını belirleyip belirlemeyecekleri belirsizliğini korumaktadır.

Kuzey Kore modeli, aynı zamanda Güney Kore’nin açıklığına ve refahına öykünen bir toplumla da çatışacaktır. Bugünkünden bile daha şiddetli bir şekilde, ideolojiyi ekonomik refah ve bireysel güvenliğin önüne koyan bir rejime çok az İranlı katlanacaktır. Totaliter bir sistemin devamı, içeride geniş çaplı tutuklamalarla, dışarıda ise uzman ve eğitimli nüfusun kitlesel göçüyle sonuçlanır—ve muhtemelen caydırıcılık için bir nükleer şemsiye gerektirir. Ancak İran, Kuzey Kore gibi kendini hava geçirmez şekilde tecrit edemez: İsrail, İran hava sahasında mutlak üstünlük kurmuştur ve nükleer tesislere, füze üslerine, üst düzey komutanlara yönelik saldırı kapasitesini defalarca kanıtlamıştır.

Eğer bir sonraki ruhani lider yine sertlik yanlısı bir figür olursa, bu kişi büyük olasılıkla yalnızca geçici bir lider olacaktır—mevcut sistemi bir süre daha sürdürebilse bile kalıcı, istikrarlı bir yapı kuramayacaktır. 1946’da İslamcılar tarafından öldürülen laik düşünür Ahmed Kesrevi bir zamanlar şöyle yazmıştı: “İran, ulemaya bir kez iktidar borçludur—yetersizliklerinin açığa çıkabilmesi için.” Neredeyse yarım yüzyıllık teokratik kötü yönetimin ardından, o borç fazlasıyla ödenmiştir. Eğer İran’ın geleceğinde başka bir otoriter figür yer alacaksa, onun başında artık bir sarık olmayacaktır.

Pakistan Gibi İran

Eğer İran’ın geleceği Devrim Muhafızları’nın (IRGC) ellerinde şekillenecekse, en yakın benzerlik Pakistan olabilir. İslam Cumhuriyeti, devrimden bu yana, ruhban sınıfının yönettiği bir devletten güvenlik aygıtının hâkim olduğu bir düzene doğru evrildi. 1979’da devrimi korumak amacıyla kurulan IRGC’nin görevi; dış müdahalelere, iç muhalefete ve Şah’ın ordusundaki potansiyel sadakatsizliğe karşı sistemi ayakta tutmaktı. İran-Irak Savaşı sırasında büyük ölçüde büyüyen bu yapı, sonrasında ticaretten liman işletmeciliğine, inşaattan kaçakçılığa ve medyaya kadar genişleyerek bir tür melez organizmaya dönüştü: Hem askerî bir güç, hem ekonomik bir imparatorluk, hem de siyasi bir makine.

Bugün IRGC; İran’ın nükleer programını denetlemekte, bölge genelinde vekil milisleri yönetmekte ve ekonominin geniş kesimlerine hâkim durumdadır. Bu kapsamlı nüfuz, şu tanımlamayı İran için her geçen gün daha uygun hâle getirmektedir: “Orduya sahip bir ülke değil, ülkeye sahip bir ordu.”

Hamaney’in temel güvensizlik refleksleri, onu yönetimini Devrim Muhafızları’na yaslamaya yöneltti. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali, IRGC’ye hem bütçesini büyütme hem de bölgesel vekil güçleri finanse etme imkânı sundu. Uygulanan yaptırımlar ise İran limanlarını kaçakçılığın merkezi hâline getirerek örgütü ekonomik olarak daha da güçlendirdi. Ancak IRGC yekpare bir yapı değildir; Hamaney’in otoritesi altında bastırılmış kuşaklar arası, kurumsal ve ticari rekabetlere sahne olan bir çıkar kartelleri topluluğudur. Hamaney sahneden çekildiğinde, bu iç çekişmelerin gün yüzüne çıkması muhtemeldir.

IRGC’nin mevcut güç konumunu doğrudan yönetime dönüştürebileceği olası bir senaryo, halktaki hoşnutsuzluğu büyütüp ardından “milletin kurtarıcısı” rolüyle sahneye çıkması olabilir. Bu strateji, uzun süredir kendi varlığını Hindistan tehdidine ve iç bölünmelere karşı birliği sağlayan güç olarak sunan Pakistan ordusunun yaklaşımına benzer. IRGC böyle bir strateji benimserse, sadece ruhban sınıfını etkisizleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda devletin kurucu ilkelerini Şii devrimci ideolojiden İran milliyetçiliğine kaydırmak durumunda kalacaktır. Din adamları Tanrı’ya atıf yapar; muhafızlar ise toprağa.

Ancak IRGC’nin nüfuzu halk desteğiyle karıştırılmamalıdır. Üst kadrosu Hamaney tarafından atanan ve yetki yoğunlaşmasını önlemek için sık sık rotasyona tabi tutulan bu yapı, toplumun geniş kesimlerince baskı, yolsuzluk ve beceriksizlikle özdeşleştirilmiştir. Sekiz yıl boyunca IRGC tarafından alıkonulan Amerikalı tutuklu Siamak Namazi’nin şu tespiti çarpıcıdır: “İran bugün, en yüksek sadakati ne millete, ne dine, ne ideolojiye değil, kişisel zenginleşmeye olan; IRGC ve onun mezunlarının yönettiği, birbiriyle rekabet hâlindeki mafyatik ağlardan oluşan bir koleksiyon.”

İsrail’in son yıllarda yaklaşık yirmi IRGC komutanını sığınaklarında ve yatak odalarında suikastla öldürmesi, örgütün dış saldırılara karşı savunmasızlığını ve liyakat yerine sadakati önceleyen yapısal zafiyetini gözler önüne serdi. Bu nedenle, IRGC liderliğindeki bir rejimin sürdürülebilmesi, kamuoyuna dinî değil milliyetçi bir dil kullanabilecek, daha az dogmatik ve daha genç bir lider kuşağının ortaya çıkmasını gerektirir.

Eğer muhafızlar İran’ı doğrudan yönetmeye başlarsa, ülkenin yönü, başa geçecek kişinin kimliğine bağlı olacaktır. Kırgınlık odaklı bir komutan, İslamcılık yerine milliyetçiliği öne çıkararak Batı’yla çatışmacı bir çizgide ilerleyen İranlı bir Putin figürüne dönüşebilir. Daha pragmatik bir subay ise, otoriter düzeni sürdürürken Batı’yla işbirliğine yönelerek Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’ye benzeyebilir.

Bu noktada nükleer mesele kilit öneme sahiptir. IRGC stratejistleri, yazılarında sık sık Saddam Hüseyin ve Libya lideri Muammer Kaddafi’nin akıbetleriyle—ikisi de nükleer silaha sahip değildi ve devrildiler—Kuzey Kore’nin durumunu karşılaştırır: nükleer silahlara sahip ve hâlâ ayakta. IRGC’nin yönettiği bir İran da bu ikilemle karşı karşıya kalacaktır: hayatta kalmak için nükleer bomba mı yapılmalı, yoksa uluslararası tanınırlık ve ekonomik faydalar için nükleer programdan mı vazgeçilmeli?

Tıpkı Pakistan gibi, böyle bir İran da artık din adamlarının değil, generallerin damgasını taşır: milletin coşkusunu körüklemeye hevesli, Batı ile çatışma ile uzlaşma arasında gidip gelen milliyetçi komutanlar…

Türkiye Gibi İran

Toprak, nüfus, kültür ve tarih bakımından değerlendirildiğinde, İran’a Türkiye’den daha yakın bir benzer bulmak zordur. Her ikisi de Arap olmayan, Müslüman kimliği güçlü, köklü tarihî miraslara sahip ve dış güçlere karşı derin bir güvensizlik taşıyan ülkelerdir. Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde yaşadığı dönüşüm, İran için dikkat çekici bir paralellik sunar: seçimle iş başına gelen popüler bir lider, ilk yıllarda halkta karşılık bulan reformlar ve ardından, demokrasi söyleminin gölgesinde çoğunlukçu bir otoriterliğe doğru yavaş ama kararlı bir kayış.

Ancak İran’ın bu yola girmesi, köklü bir kurumsal dönüşümü gerektirir. Ruhani liderlik, Anayasayı Koruyucular Konseyi ve Uzmanlar Meclisi gibi karmaşık ve katmanlı yapıların tasfiye edilmesi; Devrim Muhafızları’nın profesyonel orduya entegre edilmesi ve işlevini büyük ölçüde yitirmiş olan seçilmiş kurumların güçlendirilmesi gerekir. Bu önkoşullar sağlanmadan, gerçekten rekabetçi ve hesap verebilir bir siyaset kültürünün yeşermesi mümkün değildir.

Yine de İran, bu sürece sıfırdan başlamaz. Toplum bilimci Kian Tajbakhsh’ın belirttiği gibi, rejimin binlerce yerel meclis ve belediye organı oluşturmuş olması, “çift kullanımlı kurumlar” yaratmıştır: otoriter düzenin aracı olarak kurulmuş, fakat doğru şartlarda demokratik geçişe zemin hazırlayabilecek yapılar. İranlılar temsili hükümetin şekillerini uzun süredir uyguluyor; ancak onun özüne hiçbir zaman sahip olamadılar.

İran’da herhangi bir şekilde adil sayılabilecek bir seçim, rahatlıkla popülist bir liderin yükselmesine yol açabilir. Zengin doğal kaynaklara ve derin eşitsizliklere sahip bir ülkede popülizm, İran siyasetinin tekrarlayan bir kuvveti olmuştur. 1979’da Humeyni, Şah’a ve onun Batılı destekçilerine karşı meydan okurken, herkese konut, ücretsiz hizmetler ve halk yararına kullanılacak petrol serveti vaat ediyordu. Bir nesil sonra, Tahran’ın pek tanınmayan belediye başkanı Mahmud Ahmedinejad, 2005’te “petrol parasını halkın sofrasına koyma” vaadiyle cumhurbaşkanı seçildi. Benzer şekilde, Hamaney sonrası dönemde de milliyetçi kimliğiyle sivrilen ve hem seçkinlere hem de dış güçlere karşı halkın öfkesini harekete geçirebilecek bir popülist figür yeniden yükselebilir.

Bu gidişat İran’ı liberal bir demokrasiye taşımasa da, ruhban sınıfının mutlak egemenliğinin sonu olabilir. Böyle bir model; halk desteğiyle merkezî otoriteyi, yeniden dağıtımla yolsuzluğu, milliyetçilikle dinî sembolizmi harmanlayabilir. İranlıların büyük bir kısmı için bu seçenek, sürmekte olan teokrasiye ya da doğrudan askerî yönetime kıyasla daha tercih edilir görünmektedir. Ancak Türkiye deneyiminin de gösterdiği üzere, popülizm her zaman çoğulculuğa değil; sandık meşruiyetine yaslanan yeni bir otoriterliğe kapı aralayabilir.

Normal Bir Hayat

Tarih, geleceğe dair öngörülerde bulunurken ihtiyatlı olunması gerektiğini öğretir. Aralık 1978’de, Şah’ın ülkeyi terk etmesinden yalnızca bir ay önce, İran üzerine çalışan önde gelen Amerikalı akademisyen James Bill, Foreign Affairs’te şöyle yazmıştı: “Şah sonrası için en olası alternatif, orta rütbeli sol eğilimli ordu subaylarından oluşan ilerici bir grup olacaktır.” Bill’e göre, sağcı bir askerî cunta, Batı tarzı bir liberal demokrasi ya da komünist bir hükümet de ihtimal dâhilindeydi. En dikkat çekici tespiti ise, ruhban sınıfının “resmî devlet yapısında doğrudan rol oynayacağını asla düşünmemesi”ydi. İranlı entelektüeller de benzer biçimde yanılmıştı. Humeyni henüz kitlesel infazlara başlamamışken, önde gelen filozof Daryuş Şayegan onu “İslami bir Gandhi” olarak tanımlamıştı: “O, bizim hareketimizin eksenidir.” demişti.

1979’da hem iç hem dış aktörlerin hayal gücünü aşan bir gelişmeyle teokrasi kurulmuştu. Bugün de uç senaryolar ihtimal dışı değildir. Seçeneklerin kısıtlılığı nedeniyle bazı İranlılar, Şah’ın sürgündeki oğlu Rıza Pehlevi’ye yöneliyor. Adı, sosyal medyada devrim öncesine duyulan nostaljiyle anılmaya devam ediyor. Ancak yaklaşık yarım yüzyıldır yurtdışında yaşayan Pehlevi’nin, İran’daki karmaşık güç mücadelelerinde etkili olabilmesi için örgütlü bir saha varlığına ve fiziksel güce ihtiyaç duyacaktır. Diğer bir senaryo ise—rejimin en amansız muhalifleri dahil olmak üzere birçok yurtsever İranlının dahî en büyük korkusu—Yugoslavya tarzı bir etnik parçalanmadır. İran’daki azınlıklar, zayıflayan merkezî otoriteyi ya bir isyan fırsatı ya da yeni bir başlangıç imkânı olarak görebilir. Ne var ki İran, Yugoslavya’dan farklı olarak çok daha köklü ve bütünlüklü bir ulusal kimliğe sahiptir: Nüfusun %80’inden fazlası Fars ya da Azeridir, neredeyse tamamı ortak dil olarak Farsça konuşur ve etnik olarak farklı gruplar dahi İran’ın 2500 yılı aşkın kesintisiz tarihine bağlılık hisseder.

İran bugün, birçok yönden savrulabilecek bir kavşakta duruyor. Ülkenin geleceği köklü biçimde farklı yönlere evrilebilir. Amerika Birleşik Devletleri ve uluslararası toplum açısından, devrimci dogmaları terk edip ulusal çıkarları merkeze alan bir İran büyük kazanım olacaktır. Diplomat Henry Kissinger’ın da yıllar önce belirttiği gibi: “ABD’nin daha az sorun yaşadığı veya daha çok ortak çıkara sahip olduğu pek az ülke vardır İran’dan.” Ancak Afganistan ve Irak’taki tecrübeler, dış müdahalelerin sınırlarını açıkça ortaya koydu. ABD’nin harcadığı kan ve servet bile siyasî sonuçları belirlemeye yetmedi. Rusya da kendi sınırlarıyla karşı karşıya: İran’daki istikrarsızlık, Moskova için ABD’ye baskı aracı olabilir, ancak Esad örneğinde görüldüğü gibi müttefik rejimlerin çöküşünü durdurmak çoğu zaman mümkün değildir. Öte yandan Çin, istikrarsızlık yayan bir İran’dan çok, enerji potansiyelini gerçekleştiren bir İran’dan fayda sağlar.

Yine de hangi dış aktör devreye girerse girsin, İran bugünkü kapasitesiyle kendi kaderini tayin edebilecek güçte bir ülkedir. Eğitimli, küresel bağlantılara sahip nüfusu, devasa doğal kaynakları ve köklü bir medeniyet kimliğiyle İran, G-20 ülkeleri arasında yer alma potansiyeline sahiptir. Fakat İranlı demokratlar için uluslararası iklim son derece elverişsizdir. Bir zamanlar demokrasiyi destekleyen Batılı ülkeler artık bu politikalarından büyük ölçüde vazgeçmiştir. Amerika, Soğuk Savaş’ta etkili olan National Endowment for Democracy ve Voice of America gibi kurumları zayıflatmıştır. Bu boşlukta, İran’daki gidişat daha çok otoriter figürlerin, özgürlükten çok düzen vaadinde bulunduğu küresel eğilimle örtüşmektedir.

Çoğunluk görüşü, İran’daki geçişi belirlemeyebilir. Ancak siyasi aktörler halkı ikna etmeye çalıştıkları sürece, şu gerçek tüm çıplaklığıyla ortadadır: İran halkı artık soyut sloganlar, kişilik kültleri ya da belirsiz demokrasi vaatleri istemiyor. İstedikleri şey, ekonomik onurlarını geri kazandıracak, yaşamlarına müdahale etmeyecek, hesap verebilir bir devlettir—yani zendegi-e normal, yani sade, karışılmayan, huzurlu bir hayat.

İslam Cumhuriyeti dönemi, İran için kayıp bir yarım yüzyıla dönüşmüştür. Körfez’deki komşuları finans, ulaşım ve teknoloji merkezlerine evrilirken; İran servetini başarısız bölgesel maceralara ve yalnızca daha fazla tecrit getiren bir nükleer programa harcamış; en büyük potansiyeli olan halkını ise baskılayarak tüketmiştir. Yine de ülkenin insan sermayesi ve doğal kaynakları hâlâ güçlü bir gelecek vaadetmektedir. Ancak bu potansiyelin harekete geçmesi, geçmişten ders alınarak siyasi düzenin radikal biçimde yeniden tasarlanmasına bağlıdır.

Artık asıl soru şudur: Değişim geldiğinde, beraberinde beklenen baharı mı getirecek, yoksa sadece yeni bir kış mı?

Kaynak: https://www.foreignaffairs.com/iran/autumn-ayatollahs

SOSYAL MEDYA