Avrupa’nın Trump’a Teslim Olması

Avrupa Birliği’nin ABD ile yaptığı yeni taslak ticaret anlaşması tam bir felaket; çünkü bu anlaşma, Avrupa’nın nihayetinde ABD’nin korumasını kaybetme korkusuyla hareket ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Bu durum, ne kadar küçük düşürücü olursa olsun, belirsiz bir bağımsızlıktan ziyade herhangi bir transatlantik uyum biçiminin tercih edildiği anlamına geliyor.
Ağustos 6, 2025
image_print

Donald Trump ve Vladimir Putin’in dostu olan Viktor Orbán’ı pek çok şeyle suçlayabilirsiniz. Ancak Macar başbakanı, “Trump (Avrupa Komisyonu Başkanı) Ursula von der Leyen’i kahvaltıda yedi” derken haksız sayılmaz. Avrupa Birliği’nin şu anda ABD ile sonuçlandırdığı taslak ticaret anlaşması, Avrupa’dan ABD’ye yapılan ihracatlara %15 gümrük vergisi uygularken, ABD mallarının Avrupa’ya ihracatında gümrük vergisi oranını %0 olarak belirliyor. Maç açıkça Trump’ın: 15’e sıfır.

Bu çarpıcı asimetri, Avrupa’nın talep ettiği şeye, yani iki taraf arasında neredeyse sıfır gümrük vergisine, oldukça uzaktır. Üstelik anlaşma çerçevesi, Avrupa’nın ABD’den zorunlu olarak 750 milyar dolarlık enerji alımı, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım yapması ve Amerikan yapımı askeri teçhizat siparişleri gibi unsurları da içeriyor.

Elbette Avrupa Birliği, %15’in Trump’ın başta talep ettiği %30’a kıyasla daha düşük olduğunu iddia edebilir. Ayrıca enerji ve yatırım taahhütleri hâlâ belirsiz vaatlerden ibaret, çünkü ne Avrupa Komisyonu ne de AB üye devletleri Avrupalı şirketlere ne alacaklarını ya da nerede yatırım yapacaklarını dikte edemez. Avrupalılar ayrıca, bu çerçevenin imzalanmamış taslak bir anlaşma olmasıyla biraz teselli bulabilirler. Hâlâ birçok ayrıntı belirsiz ve bunlar Trump’ın pek ilgisini çekmeyecektir.

Yine de Trump açısından bu sonuç olağanüstü. Avrupa’nın “kazandığını” iddia etmesi mümkün değil. En iyi ihtimalle zararı sınırlayabildi. Von der Leyen İskoçya’ya zayıf ve endişeli geldi; daha da zayıf ama rahatlamış bir şekilde ayrıldı.

AB başka türlü davranabilirdi, çünkü ekonomik veya politik bir cüce değil. Dünyanın önde gelen ticaret güçlerinden biri ve Amerika’nın en önemli ticaret ortağı ve önde gelen tedarikçisidir. Amerika’nın ithalatının yaklaşık %20’si Avrupa’dan geliyor ve bu da Çin’den yaptığı ithalatın payına kabaca eşit. Dahası, bu ticaret akışları Amerikan ekonomik faaliyetinin tüm alanlarını etkiliyor. Trump’ın aşağılayıcı destekçilerinin sandığının aksine, Avrupa’dan yapılan ithalat sadece lüks ürünler ve şarapla sınırlı değildir. ABD sanayisi, Avrupa’daki üretim sektörüne, Avrupa’nın ABD sanayisine bağımlılığından çok daha fazla bağımlıdır.

Avrupa’nın oynayabileceği çok sayıda kart vardı ve ABD’nin zorbalığına maruz kalan diğer iki G7 ülkesi Japonya ve Kanada ile pozisyonunu koordine ederek elini daha da güçlendirebilirdi. AB’nin seçenekleri bunlarla da sınırlı değildi. Kullanılabilecek bir diğer güçlü koz ise, “üçüncü bir ülkenin, ticaret ve yatırımı etkileyecek belirli önlemler alması için Avrupa Birliği’ne veya üye devletlerinden birine baskı uygulamaya çalışacağı” durumlar için tasarlanmış Zorlama Karşıtı Araç (ACI)’tı. İşte Trump’ın yaklaşımında olan şey tam da bu.

Ancak von der Leyen, Komisyon uzmanlarının tavsiyelerini baştan beri görmezden geldi ve ACI’yi caydırıcı bir araç olarak bile kullanmayı reddetti. Eğer öyle yapsaydı, ABD’nin, Çin ile maliyetli bir ticaret savaşı yürüttüğü göz önüne alındığında, bu tehdidi hafife almazdı. Avrupa’nın aksine Çin, Amerika’nın ürettiği her gerilime karşı bir gerilimle cevap verdi ve bu Trump’ın Hazine Bakanı’nın “sürdürülemez” olarak nitelendirdiği bir duruma yol açtı. Von der Leyen’in de gayet iyi bildiği gibi piyasaların baskısıyla Trump çoktan önceki pozisyonundan geri adım atmış durumda.

Fakat Avrupa, Trump’la ilişkilerinde güç dengesi kurmaya dahi çalışmadı. Çin’in yaptığı gibi bir cevap verme iradesi gösterseydi, Trump çok daha zayıf bir pozisyonda olurdu. Ama Avrupa, Çin gibi değil; güvenliğini ABD’ye borçlu olan bir başka büyük ticaret ortağı Japonya gibi davrandı.

Ortaya çıkan anlaşma bir felakettir, çünkü AB’nin nihayetinde günümüzün tehlikeli jeopolitik bağlamında ABD korumasını kaybetme korkusuyla hareket ettiğini teyit etmektedir. Bunun anlamı; ne kadar aşağılayıcı olursa olsun, herhangi bir biçimde devam eden transatlantik uyumun, belirsiz bir bağımsızlıktan daha iyi olduğudur.

Bu açıdan bakıldığında, ortaya çıkan tabloyu yalnızca von der Leyen’in kararlarına bağlamak derin bir haksızlık olur. Onun da aşmaması gereken iki kırmızı çizgisi var: Almanya’nın çıkarlarını ne pahasına olursa olsun korumak ve ABD ile kopuşu önlemek. Ama bir şeyi “ne pahasına olursa olsun” elde etmeye razı olduğunuzda, kabul etmeyeceğiniz aşağılanma kalmaz.

Bu arada, çoğu diğer Avrupalı lider, mevcut duruma karşı çaresiz görünüyor. Günümüz dünyasının karmaşıklığı onları bunaltmış durumda ve bu nedenle kendilerinden ne istenirse onu kabulleniyorlar. Benjamin Franklin’in şu uyarısını unutmuş gibiler: “Biraz güvenlik için biraz özgürlükten vazgeçmeye razı olan bir halk, ne güvenliği ne de özgürlüğü hak eder ve sonunda ikisini de kaybeder.”

 

Zaki Laïdi, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’nin eski özel danışmanı ve Sciences Po’da (Paris School of International Affairs) profesördür.

 

Kaynak: https://www.project-syndicate.org/commentary/eu-trump-trade-deal-confirms-the-worst-by-zaki-laidi-2025-07

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.