Avrupa’nın Kasvetli Geleceği

Ukrayna savaşının yol açtığı felaket ve Amerikan çıkarlarındaki uzun vadeli değişim, daha istikrarlı ve daha müreffeh bir Avrupa olasılığını zayıflatıyor.
Kasım 22, 2025
image_print

Ukrayna savaşının yol açtığı felaket ve Amerikan çıkarlarındaki uzun vadeli değişim, daha istikrarlı ve daha müreffeh bir Avrupa olasılığını zayıflatıyor.

Bu konuşma, 11 Kasım 2025 tarihinde Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda yapılmıştır.

Avrupa bugün büyük bir sıkıntı içinde; bunun başlıca nedeni, daha önce büyük ölçüde barışçıl olan bu bölgenin istikrarını bozan Ukrayna savaşıdır. Ne yazık ki, önümüzdeki yıllarda durumun iyileşmesi olası görünmemektedir. Aslında, Avrupa’nın gelecekte bugünkünden daha az istikrarlı olması muhtemeldir.

Avrupa’daki mevcut durum, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, yaklaşık 1992’den başlayıp 2017’ye kadar süren tek kutupluluk döneminde Avrupa’nın yaşadığı benzeri görülmemiş istikrarla keskin bir tezat oluşturmaktadır. 2017’de Çin ve Rusya’nın büyük güçler olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, bu tek kutupluluk çok kutupluluğa dönüşmüştür. Hepimiz Francis Fukuyama’nın 1989 tarihli meşhur makalesini — Tarihin Sonu mu? — hatırlıyoruz; bu yazıda, liberal demokrasinin dünyaya yayılmaya mahkûm olduğu ve beraberinde barış ile refah getireceği savunuluyordu. Bu argüman açıkça tamamen yanlıştı, ancak Batı’da pek çok kişi yirmi yıldan uzun bir süre boyunca buna inandı. Tek kutupluluk döneminin doruk noktasında, Avrupa’nın bugün bu kadar büyük bir sıkıntı içinde olacağını hayal eden Avrupalı sayısı çok azdı.

Peki, ne ters gitti?

Bugün Avrupa’daki güvensizliğin başlıca nedeni, Batı’nın — özellikle de ABD’nin — kışkırttığını ileri süreceğim Ukrayna savaşıdır. Bununla birlikte, ikinci bir etken daha devreye girmiştir: 2017’de tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçişle küresel güç dengesinde yaşanan kayma, Avrupa’daki güvenlik mimarisini tehdit edeceği muhakkak olan bir gelişmeydi. Yine de, güç dağılımındaki bu değişimin yönetilebilir bir sorun olduğunu düşünmek için geçerli nedenler vardır. Ancak çok kutupluluğun gelişiyle birleşen Ukrayna savaşı, öngörülebilir gelecekte ortadan kalkması muhtemel olmayan ciddi sorunları garanti altına almıştır.

Öncelikle, tek kutupluluğun sona ermesinin Avrupa istikrarının temellerini nasıl tehdit ettiğini açıklamak istiyorum. Ardından, Ukrayna savaşının Avrupa üzerindeki etkilerini ve bunların çok kutupluluğa geçişle nasıl etkileşim içine girerek Avrupa manzarasını derinden değiştirdiğini tartışacağım.

Tek Kutupluluktan Çok Kutupluluğa Geçiş

Soğuk Savaş sırasında Batı Avrupa’da ve tek kutupluluk döneminde tüm Avrupa’da istikrarı korumanın anahtarı, NATO bünyesine entegre olan ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığıydı. Elbette ABD, bu ittifaka en başından beri hâkim olmuştur ve bu durum, Amerikan güvenlik şemsiyesi altındaki üye devletlerin birbirleriyle savaşmasını neredeyse imkânsız kılmıştır. Fiilen, ABD Avrupa’da güçlü bir yatıştırıcı güç olmuştur. Günümüzün Avrupalı elitleri bu basit gerçeği kabul etmekte ve bu da onların Amerikan askerlerinin Avrupa’da kalmasına ve ABD’nin hâkim olduğu NATO’nun sürdürülmesine neden bu kadar bağlı olduklarını açıklamaktadır.

Soğuk Savaş sona erdiğinde ve Sovyetler Birliği Doğu Avrupa’daki askerlerini çekmeye ve Varşova Paktı’nı sona erdirmeye hazırlanırken, Moskova’nın ABD’nin hâkimiyetindeki NATO’nun varlığını sürdürmesine itiraz etmediğini belirtmek gerekir. O dönem Batı Avrupalılar gibi Sovyet liderleri de yatıştırıcı güç mantığını anlıyor ve buna değer veriyorlardı. Ancak NATO’nun genişlemesine kesin bir şekilde karşı çıkıyorlardı; ama buna daha sonra değineceğim.

Bazı kişiler, tek kutupluluk döneminde Avrupa’daki istikrarın asıl nedeninin NATO değil Avrupa Birliği (AB) olduğunu, bu nedenle 2012 yılında Nobel Barış Ödülü’nü NATO değil AB’nin kazandığını iddia edebilir. Ancak bu yanlıştır. AB son derece başarılı bir kurum olsa da, bu başarısı Avrupa’da barışı NATO’nun sağlamasına bağlıdır. Marx’ın görüşünü tersine çevirecek olursak, siyasi-askerî kurum temeli oluşturur; ekonomik kurum ise üstyapıdır. Tüm bunlar, Amerikan yatıştırıcı gücü olmasa yalnızca NATO’nun ortadan kalkmayacağını, aynı zamanda AB’nin de ciddi şekilde zayıflayacağını ifade etmektedir.

1992’den 2017’ye kadar süren tek kutupluluk döneminde ABD, uluslararası sistemde açık ara en güçlü devletti ve Avrupa’da kayda değer bir askerî varlığı kolaylıkla sürdürebiliyordu. Hatta dış politika elitleri yalnızca NATO’yu korumakla kalmayıp, ittifakı Doğu Avrupa’ya doğru genişleterek büyütmek istiyorlardı.

Ancak, çok kutupluluğun gelişiyle birlikte bu tek kutuplu dünya sona erdi. ABD artık dünyadaki tek büyük güç değildi. Çin ve Rusya da büyük güçler hâline gelmişti; bu da Amerikan politika yapıcılarının dünyayı artık farklı şekilde değerlendirmeleri gerektiği anlamına geliyordu.

Çok kutupluluğun Avrupa için ne anlama geldiğini anlamak için, dünyanın üç büyük gücü arasındaki güç dağılımına bakmak gerekir. ABD hâlâ dünyanın en güçlü ülkesidir, ancak Çin arayı hızla kapatmakta ve artık yaygın biçimde denk bir rakip olarak görülmektedir. 1990’ların başından bu yana Çin’in devasa nüfusu ve gerçekten kayda değer ekonomik büyümesi, onu Doğu Asya’da potansiyel bir hegemon hâline getirmiştir. Batı Yarımküre’de zaten bölgesel bir hegemon olan ABD için, başka bir büyük gücün Doğu Asya’da veya Avrupa’da hegemonya kurması son derece endişe verici bir ihtimaldir. ABD’nin, Almanya ve Japonya’nın sırasıyla Avrupa ve Doğu Asya’da bölgesel hegemonlar hâline gelmesini önlemek için her iki dünya savaşına da girdiğini unutmayın. Aynı mantık bugün de geçerlidir.

Rusya, bu üç büyük güç arasında en zayıf olanıdır ve pek çok Avrupalının düşündüğünün aksine, ne Ukrayna’nın tamamını işgal edecek ne de Doğu Avrupa’yı istila edecek bir tehdit oluşturmaktadır. Sonuçta, son üç buçuk yılını Ukrayna’nın doğusundaki beşte birlik kısmı üzerinde kontrol sağlamaya çalışarak geçirmiştir. Rus ordusu Wehrmacht değildir ve Rusya — Soğuk Savaş’taki Sovyetler Birliği’nin veya günümüzde Doğu Asya’daki Çin’in aksine — potansiyel bir bölgesel hegemon değildir.

Bu küresel güç dağılımı göz önüne alındığında, ABD’nin Çin’i dizginlemeye ve Doğu Asya’yı hâkimiyeti altına almasını engellemeye odaklanması stratejik bir zorunluluktur. Öte yandan, Rusya’nın Avrupa’da hegemonya kurma tehdidi oluşturmadığı dikkate alındığında, ABD’nin Avrupa’da önemli bir askerî varlık sürdürmesi için ikna edici bir stratejik gerekçe yoktur. Nitekim savunma kaynaklarını Avrupa’ya tahsis etmek, Doğu Asya için kullanılabilecek kaynakları azaltmaktadır. Bu temel mantık, ABD’nin Asya’ya yönelme (pivot) politikasını açıklamaktadır. Ancak bir ülke bir bölgeye yönelirse, tanımı gereği başka bir bölgeden uzaklaşır ve bu bölge Avrupa’dır.

Küresel güç dengesiyle doğrudan ilgisi olmayan ve ABD’nin Avrupa’daki önemli askerî varlığını sürdürme taahhüdünü daha da zayıflatan başka önemli bir boyut daha vardır. Özellikle, ABD’nin İsrail ile tarihte eşi benzeri olmayan özel bir ilişkisi bulunmaktadır. ABD’deki İsrail lobisinin muazzam gücünün bir sonucu olan bu bağ, Amerikan politika yapıcılarının İsrail’i koşulsuz destekleyeceği anlamına gelmekle kalmaz; aynı zamanda ABD’nin doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail’in savaşlarına dâhil olacağı anlamına da gelir. Kısacası, ABD hem İsrail’e önemli miktarda askerî kaynak tahsis etmeye hem de Orta Doğu’ya kayda değer askerî güçler sevk etmeye devam edecektir. İsrail’e karşı bu yükümlülük, ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerini azaltması ve Avrupa ülkelerini kendi güvenliklerini sağlamaya yöneltmesi için ek bir teşvik yaratmaktadır.

Sonuç olarak, tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçişle ilişkili güçlü yapısal etkenler ile ABD’nin İsrail’le olan sıra dışı ilişkisi bir araya geldiğinde, Avrupa’dan ABD’nin yatıştırıcı rolünü ortadan kaldırma ve NATO’yu felce uğratma potansiyeli taşımaktadır ki bu da Avrupa güvenliği açısından açıkça ciddi olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bununla birlikte, ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini önlemek mümkündür ve bu kuşkusuz neredeyse tüm Avrupalı liderlerin arzusudur. Basitçe söylemek gerekirse, bu sonucun elde edilmesi Atlantik’in her iki yakasında da akıllıca stratejiler ve ustalıklı diplomasi gerektirir. Ancak şimdiye kadar böyle bir tabloyla karşılaşmadık. Bunun yerine, Avrupa ve ABD, Ukrayna’yı NATO’ya katma yönünde akıl almaz bir girişimde bulunarak, Rusya ile kaybedilecek bir savaşı kışkırtmış ve ABD’nin Avrupa’dan ayrılma, NATO’nun ise işlevsiz hâle gelme olasılığını belirgin biçimde artırmıştır. Açıklayayım.

Ukrayna Savaşını Kim Başlattı: Geleneksel Bilgelik

Ukrayna savaşının sonuçlarını tam olarak anlayabilmek için, nedenlerini dikkate almak hayati önem taşır; zira Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin nedeni, hem Rusya’nın savaş hedefleri hem de savaşın uzun vadeli etkileri hakkında çok şey söyler.

Batı’daki geleneksel kanaat, Ukrayna savaşından Vladimir Putin’in sorumlu olduğu yönündedir. Bu görüşe göre, Putin’in amacı Ukrayna’nın tamamını fethetmek ve onu büyük Rusya’nın bir parçası hâline getirmektir. Bu hedefe ulaştığında, Rusya, tıpkı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin yaptığı gibi, Doğu Avrupa’da bir imparatorluk kurmaya yönelecektir. Bu anlatıda Putin, Batı için ölümcül bir tehdit teşkil eder ve kararlı biçimde durdurulmalıdır. Kısacası, Putin, kapsamlı bir ana plana sahip, köklü Rus geleneğine uygun bir emperyalisttir. Ancak bu anlatıyla ilgili çok sayıda sorun vardır. Bunlardan beşini açıklayayım.

İlk olarak, 24 Şubat 2022’den önce, Putin’in Ukrayna’nın tamamını fethedip Rusya’ya katmak istediğine dair hiçbir kanıt yoktur. Geleneksel görüşü savunanlar, Putin’in Ukrayna’yı fethetmenin arzu edilen bir hedef olduğunu düşündüğünü, bu hedefin gerçekleştirilebilir olduğuna inandığını ve bu hedefi gerçekleştirme niyetinde olduğunu gösteren herhangi bir beyanına ya da yazısına işaret edemezler.

Bu noktada sorgulandıklarında, geleneksel görüşün savunucuları Putin’in Ukrayna’nın “yapay” bir devlet olduğu yönündeki iddiasına ve özellikle de Ruslar ile Ukraynalıların “tek bir halk” olduğu görüşüne işaret ederler; bu tema, Putin’in 12 Temmuz 2021 tarihli ünlü makalesinin ana eksenini oluşturur. Ancak bu yorumlar, savaşa girme nedeni hakkında hiçbir şey söylemez. Aslında, söz konusu makale Putin’in Ukrayna’yı bağımsız bir ülke olarak tanıdığını gösteren kayda değer kanıtlar içerir. Örneğin, Ukrayna halkına şöyle seslenir: “Kendi devletinizi kurmak istiyorsunuz: buyurun!” Rusya’nın Ukrayna’ya nasıl yaklaşması gerektiği konusunda ise şöyle yazar: “Tek bir cevap var: saygıyla.” Bu uzun makaleyi şu sözlerle bitirir: “Ukrayna’nın ne olacağına karar vermek, vatandaşlarına kalmış bir meseledir.”

Aynı makalede ve yine 21 Şubat 2022’de yaptığı önemli bir konuşmada Putin, Rusya’nın “SSCB’nin dağılmasından sonra şekillenen yeni jeopolitik gerçekliği” kabul ettiğini vurgulamıştır. Bu noktayı, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldıracaklarını ilan ettiğinde üçüncü kez yinelemiştir. Bu ifadelerin tamamı, Putin’in Ukrayna’yı fethedip büyük Rusya’ya katmak istediği yönündeki iddiayla doğrudan çelişmektedir.

İkinci olarak, Putin’in Ukrayna’yı fethetmek için yeterli sayıda askeri yoktu. Tahminime göre, Rusya Ukrayna’yı en fazla 190.000 askerle işgal etti. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin şu anki başkomutanı General Oleksandr Syrskyi, Rusya’nın işgal gücünün yalnızca 100.000 asker olduğunu belirtmektedir. 100.000 ya da 190.000 askerden oluşan bir kuvvetin Ukrayna’nın tamamını fethedip işgal etmesi ve onu büyük Rusya’ya dahil etmesi mümkün değildir. Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’nın batı yarısını işgal ettiğinde, Wehrmacht’ın yaklaşık 1,5 milyon askeri olduğunu düşünün. Ukrayna, yüzölçümü açısından 1939’daki Polonya’nın batı yarısından üç kat daha büyüktür ve 2022’deki nüfusu, o dönemde Almanların işgal ettiği Polonya’nınkinden neredeyse iki kat fazladır. General Syrskyi’nin 2022’de Ukrayna’ya 100.000 Rus askerinin girdiği yönündeki tahmini doğruysa, bu, Rusya’nın Polonya’ya giren Alman kuvvetlerinin yalnızca on beşte biri büyüklüğünde bir işgal gücüne sahip olduğu anlamına gelir. Ve bu küçük Rus ordusu, yüzölçümü ve nüfus açısından Polonya’nın batı yarısından çok daha büyük bir ülkeyi işgal ediyordu.

Bazıları, Rus liderlerin Ukrayna ordusunun çok küçük ve silah bakımından yetersiz olduğunu düşündükleri için kendi ordularının tüm ülkeyi kolayca fethedebileceğini sandıklarını öne sürebilir. Ancak durum böyle değildir. Aslında, Putin ve yakın çevresi, 22 Şubat 2014’te krizin patlak vermesinden bu yana ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin Ukrayna ordusunu silahlandırıp eğittiğinin farkındaydı. Nitekim Moskova’nın en büyük korkusu, Ukrayna’nın fiilen NATO üyesi hâline gelmesiydi. Ayrıca Rus liderler, işgal kuvvetlerinden daha büyük olan Ukrayna ordusunun 2014’ten beri Donbass’ta etkili şekilde savaştığını biliyorlardı. Özellikle Batı’dan güçlü destek aldığı için, Ukrayna ordusunun hızlı ve kesin biçimde mağlup edilecek bir kâğıttan kaplan olmadığını gayet iyi anlıyorlardı. Putin’in amacı, kısa sürede sınırlı toprak kazanımları elde etmek ve Ukrayna’yı müzakere masasına oturtmaktı — ki bu da gerçekleşti. Bu bizi üçüncü noktaya getiriyor.

Savaş başladıktan hemen sonra, Rusya Ukrayna ile temasa geçerek savaşın sona erdirilmesi ve iki ülke arasında bir modus vivendi (geçici çözüm) oluşturulması için müzakerelere başlamayı teklif etti. Bu hamle, Putin’in Ukrayna’yı fethedip büyük Rusya’nın parçası yapmak istediği iddiasıyla doğrudan çelişmektedir. Kiev ile Moskova arasındaki müzakereler, Rus birliklerinin Ukrayna’ya girmesinden sadece dört gün sonra Belarus’ta başladı. Belarus kanalının yerini zamanla İsrail ve İstanbul kanalları aldı. Mevcut veriler, Rusların müzakerelere ciddi şekilde yaklaştığını ve 2014’te ilhak ettikleri Kırım dışında, muhtemelen Donbass bölgesi haricinde Ukrayna topraklarını ilhak etmekle ilgilenmediklerini göstermektedir. Müzakereler, İngiltere ve ABD’nin teşvikiyle Ukraynalıların masadan kalkmasıyla son buldu. Müzakereler sona erdiğinde önemli ilerleme kaydedilmişti.

Ayrıca, Putin, müzakerelerin devam ettiği ve ilerleme sağlandığı sırada, iyi niyet göstergesi olarak Kiev çevresindeki Rus birliklerinin geri çekilmesinin istendiğini ve kendisinin bunu 29 Mart 2022 tarihinde gerçekleştirdiğini bildirmiştir. Batı’daki hiçbir hükümet ya da eski yetkili, Putin’in bu açıklamasına — yani Ukrayna’nın tamamını fethetmeye kararlı olduğu iddiasıyla doğrudan çelişen bu beyanına — ciddi bir itirazda bulunmamıştır.

Dördüncü olarak, savaş başlamadan önceki aylarda Putin, yaklaşan krize diplomatik bir çözüm bulmaya çalıştı. 17 Aralık 2021 tarihinde, Putin hem Başkan Joe Biden’a hem de NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’e bir mektup göndererek, 1) Ukrayna’nın NATO’ya katılmayacağı, 2) Rusya sınırlarına yakın bölgelere saldırı amaçlı silahların konuşlandırılmayacağı ve 3) 1997’den bu yana Doğu Avrupa’ya konuşlandırılmış NATO askerî birliklerinin ve teçhizatının Batı Avrupa’ya geri çekileceği yönünde yazılı güvenceye dayalı bir çözüm önerdi. Putin’in ilk taleplerine dayanan bir uzlaşının ne kadar uygulanabilir olduğu tartışılabilir, ancak bu girişim onun savaştan kaçınmaya çalıştığını açıkça göstermektedir. Öte yandan, ABD Putin ile müzakere etmeyi reddetti. Görünüşe göre savaştan kaçınma yönünde bir ilgisi yoktu.

Beşinci olarak, Ukrayna bir yana bırakıldığında, Putin’in Doğu Avrupa’daki diğer ülkeleri fethetmeyi düşündüğüne dair en ufak bir kanıt bile yoktur. Bu şaşırtıcı değildir, zira Rus ordusu Ukrayna’nın tamamını işgal etmeye bile yetecek büyüklükte değildir — Baltık ülkeleri, Polonya ve Romanya’yı fethetmeye çalışması ise söz konusu dahi olamaz. Ayrıca, bu ülkelerin tamamı NATO üyesidir ve bu da neredeyse kesinlikle ABD ve müttefikleriyle savaş anlamına gelir.

Özetle, Avrupa’da — ve eminim ki Avrupa Parlamentosu’nda da — Putin’in uzun zamandır Ukrayna’nın tamamını ve ardından onun batısındaki başka ülkeleri fethetmeye kararlı bir emperyalist olduğu yönünde yaygın bir kanaat hâkimdir; ancak mevcut tüm kanıtlar bu bakış açısıyla çelişmektedir.

Ukrayna Savaşının Asıl Nedeni

Aslında, savaşı kışkırtan ABD ve Avrupa’daki müttefikleridir. Elbette bu, Ukrayna’yı işgal ederek savaşı başlatan tarafın Rusya olduğu gerçeğini inkâr etmek değildir. Ancak çatışmanın temelinde yatan neden, NATO’nun Ukrayna’yı ittifaka katma kararıdır — ki neredeyse tüm Rus liderleri bunu ortadan kaldırılması gereken varoluşsal bir tehdit olarak görmüştür.

Ancak NATO’nun genişlemesi sorunun tamamı değildir; bu, Ukrayna’yı Rusya sınırında Batı yanlısı bir karakola dönüştürmeyi amaçlayan daha geniş kapsamlı bir stratejinin parçasıdır. Kiev’i Avrupa Birliği’ne (AB) dahil etmek ve Ukrayna’da bir “renkli devrim” teşvik ederek ülkeyi Batı yanlısı bir liberal demokrasiye dönüştürmek de bu politikanın diğer iki ayağını oluşturmaktadır. Rus liderler bu üç ayaktan da endişe duymaktadır; ancak en çok NATO’nun genişlemesinden korkmaktadırlar. Putin’in ifadesiyle, “Rusya, bugünkü Ukrayna topraklarından gelen kalıcı bir tehdit karşısında kendini güvende hissedemez, gelişemez ve varlığını sürdüremez.” Özünde, Putin’in amacı Ukrayna’yı Rusya’nın bir parçası hâline getirmek değil; Ukrayna’yı, Batı’nın Rusya’ya yönelik saldırganlığı için bir “sıçrama tahtası” hâline gelmekten alıkoymaktı. Bu tehditle başa çıkmak için Putin, 24 Şubat 2022’de önleyici bir savaş başlattı.

Peki, NATO genişlemesinin Ukrayna savaşının başlıca nedeni olduğu iddiasının temeli nedir?

İlk olarak, savaş başlamadan önce, Rus liderler her fırsatta Ukrayna’ya yönelik NATO genişlemesini ortadan kaldırılması gereken bir varoluşsal tehdit olarak gördüklerini defalarca dile getirmiştir. Putin, bu argümanı 24 Şubat 2022’den önce kamuoyuna açık birçok açıklamasında ortaya koymuştur. Savunma bakanı, dışişleri bakanı, dışişleri bakan yardımcısı ve Moskova’nın Washington büyükelçisi gibi diğer Rus yetkililer de Ukrayna krizinin temel nedeninin NATO genişlemesi olduğunu vurgulamıştır. Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 14 Ocak 2022’de bir basın toplantısında bu durumu net bir şekilde ifade etmiştir: “Her şeyin kilidi, NATO’nun doğuya doğru genişlemeyeceği yönünde verilecek bir garantidir.”

İkinci olarak, savaş başladıktan sonra yaşanan gelişmeler, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya katılmasından duyduğu derin korkunun merkezîliğini gözler önüne sermektedir. Örneğin, işgalin hemen ardından gerçekleştirilen İstanbul müzakerelerinde, Rus liderler Ukrayna’nın “kalıcı tarafsızlığı” kabul etmesi ve NATO’ya katılmaması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Ukraynalılar, bu talebe ciddi bir direniş göstermeksizin rıza göstermiştir; çünkü aksi hâlde savaşın sona erdirilmesinin mümkün olmayacağını biliyorlardı. Daha yakın tarihte, 14 Haziran 2024’te, Putin savaşın sona ermesi için Rusya’nın taleplerini açıkladı. Bu taleplerin temel maddelerinden biri, Kiev’in “NATO’ya katılma planlarından resmen vazgeçtiğini” beyan etmesiydi. Bunların hiçbiri şaşırtıcı değildir; zira Rusya, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını daima her ne pahasına olursa olsun engellenmesi gereken bir varoluşsal tehdit olarak görmüştür.

Üçüncü olarak, Batı’da çok sayıda etkili ve saygın kişi, savaş başlamadan önce, özellikle Ukrayna’ya yönelik NATO genişlemesinin Rus liderler tarafından ölümcül bir tehdit olarak algılanacağını ve nihayetinde bir felakete yol açacağını öngörmüştür.

Kısa süre önce CIA Direktörü olan, ancak Nisan 2008’deki Bükreş NATO Zirvesi sırasında ABD’nin Moskova büyükelçisi olan William Burns, o dönem Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a gönderdiği bir notta, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasının Ruslar tarafından nasıl değerlendirildiğini açıkça anlatmıştır. Burns, “Ukrayna’nın NATO üyeliği, Rus elitleri için (sadece Putin için değil) tüm kırmızı çizgilerin en belirgin olanıdır” diye yazmıştır. Kremlin’in karanlık koridorlarındaki “ilkel tiplerden” Putin’in en keskin liberal muhaliflerine kadar, iki buçuk yıl boyunca görüştüğü hiçbir Rus yetkilinin, Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını Rusya’nın çıkarlarına doğrudan bir tehdit olarak görmediğini ifade etmemiş olduğunu belirtmiştir. Burns, NATO’nun bu adımının “stratejik meydan okuma” olarak görüleceğini, bugünün Rusya’sının bu adıma karşılık vereceğini, Rusya-Ukrayna ilişkilerinin “derin bir donma” sürecine gireceğini ve bunun Kırım ile Doğu Ukrayna’ya Rus müdahalesi için verimli bir zemin oluşturacağını öngörmüştür.

Burns, 2008’de NATO’nun Ukrayna’ya açılmasının tehlikelerle dolu olduğunu kavrayan tek Batılı siyasetçi değildi. Örneğin, Bükreş Zirvesi’nde Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Rusya’yı alarma geçireceğini ve öfkelendireceğini bildikleri için Ukrayna’nın NATO üyeliği sürecine ilerlenmesine karşı çıkmışlardı. Merkel, bu karşı çıkışını yakın zamanda şöyle açıklamıştır: “Putin’in buna sadece seyirci kalmayacağından çok emindim… Onun açısından bu, savaş ilanı demekti.”

Ayrıca, NATO’nun eski genel sekreteri Jens Stoltenberg’in, görevden ayrılmadan önce iki kez şu sözleri sarf ettiğini not etmek gerekir: “Başkan Putin bu savaşı, NATO’nun kapısını kapatmak ve Ukrayna’nın kendi yolunu seçme hakkını elinden almak için başlattı.” Bu dikkat çekici itiraza Batı’da neredeyse hiç kimse karşı çıkmamış ve Stoltenberg sözlerini geri almamıştır.

Bunu bir adım daha ileri götürecek olursak, ABD Başkanı Bill Clinton’ın 1990’larda NATO’yu genişletme kararını tartışmaya açtığı dönemde, çok sayıda Amerikalı politika yapıcı ve stratejist bu karara karşı çıkmıştır. Bu muhalifler en başından itibaren, Rus liderlerin bu genişlemeyi hayati çıkarlarına bir tehdit olarak algılayacaklarını ve bu politikanın nihayetinde bir felakete yol açacağını anlamışlardı. Bu muhalifler arasında şu gibi etkili isimler yer almaktadır: George Kennan; Clinton’ın savunma bakanı William Perry ve genelkurmay başkanı General John Shalikashvili; Paul Nitze, Robert Gates, Robert McNamara, Richard Pipes ve Jack Matlock.

Putin’in tutumunun mantığı, uzun süredir Monroe Doktrini’ne bağlı olan Amerikalılar için gayet anlaşılır olmalıdır. Monroe Doktrini, uzak bir büyük gücün Batı Yarımküre’deki bir ülkeyle ittifak kurmasına ve oraya askerî kuvvet konuşlandırmasına izin verilmemesini öngörür. ABD böyle bir hamleyi varoluşsal bir tehdit olarak değerlendirir ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için her yolu dener. Elbette, bu tam olarak 1962’deki Küba Füze Krizi’nde yaşanmıştır; o zaman Başkan John F. Kennedy, Sovyet liderlere, nükleer başlıklı füzelerini Küba’dan çekmeleri gerektiğini açıkça belirtmişti. Putin de aynı mantıktan derinden etkilenmiştir. Nihayetinde, büyük güçler başka büyük güçlerin kendi topraklarına yakın bölgelere askerî kuvvetler konuşlandırmasını istemezler.

Ukrayna’nın NATO’ya alınmasını savunanlar bazen şu iddiayı ortaya atar: “NATO savunma amaçlı bir ittifaktır ve Rusya için tehdit oluşturmaz.” Ancak Rus liderler Ukrayna’nın NATO’da yer almasını bu şekilde görmemektedir ve önemli olan da onların ne düşündüğüdür. Özetle, Putin’in Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını önlenemez bir varoluşsal tehdit olarak gördüğü ve bu durumu engellemek için savaşa girmeye hazır olduğu — ki bunu 24 Şubat 2022’de yaptığı — açıktır.

Savaşın Şu Ana Kadarki Seyri

Şimdi savaşın seyrine değinmek istiyorum. Nisan 2022’de İstanbul müzakerelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, Ukrayna’daki çatışma, Batı Cephesi’nde yaşanan Birinci Dünya Savaşı’na belirgin benzerlikler taşıyan bir yıpratma savaşına dönüştü. Bu savaş, oldukça acımasız ve yıkıcı bir güç mücadelesine sahne oldu ve üç buçuk yılı aşkın süredir devam ediyor. Bu süre zarfında Rusya, 2014’te ilhak ettiği Kırım’a ek olarak dört Ukrayna oblastını daha resmen ilhak etti. Fiilen, Rusya şu ana dek Ukrayna’nın 2014 öncesi topraklarının yaklaşık %22’sini — hepsi ülkenin doğu kesiminde yer alan bölgeleri — ilhak etmiş durumda.

Batı, savaşın 2022’de patlak vermesinden bu yana Ukrayna’ya doğrudan savaşa katılmak dışında her şeyi yaparak muazzam destek sağladı. Bu nedenle, Rus liderlerin ülkelerinin Batı ile savaş halinde olduğunu düşünmeleri tesadüf değildir. Bununla birlikte, Trump, ABD’nin savaşta oynadığı rolü ciddi şekilde sınırlamaya ve Ukrayna’yı destekleme yükünü Avrupa’nın omuzlarına kaydırmaya kararlıdır.

Rusya, savaşta açıkça üstünlük sağlamış durumdadır ve muhtemelen galip gelecektir. Nedeni basit: Yıpratma savaşında taraflar birbirlerini tüketmeye çalışır; bu da daha fazla askere ve daha fazla ateş gücüne sahip olan tarafın galip gelme ihtimalinin yüksek olduğu anlamına gelir. Rusya her iki alanda da önemli bir avantaja sahiptir. Örneğin, Syrskyi, Rusya’nın şu anda savaşa Ukrayna’nın üç katı kadar asker dâhil ettiğini ve cephe hatlarının bazı noktalarında Rusların Ukraynalılara 6:1 oranında üstünlük sağladığını belirtmektedir. Nitekim çeşitli raporlara göre, Ukrayna cephe hatlarının tamamını yeterli askerle tutacak güce sahip değildir; bu da zaman zaman Rus kuvvetlerinin Ukrayna savunmasını kolayca yarabilmesine neden olmaktadır.

Ateş gücü açısından bakıldığında, savaş boyunca çoğu zaman Rusya’nın topçu üstünlüğü — ki yıpratma savaşlarında hayati öneme sahip bir silah türüdür — 3:1, 7:1 ya da 10:1 oranlarında rapor edilmiştir. Rusya ayrıca, Ukrayna savunmalarına karşı ölümcül etkinlikle kullandığı, son derece hassas yönlendirmeli bombalardan oluşan devasa bir envantere sahiptir; buna karşılık Kiev’in yönlendirmeli bomba kapasitesi yok denecek kadar azdır. Ukrayna’nın son derece etkili bir insansız hava aracı (İHA) filosuna sahip olduğu — ki başlangıçta Rusya’nın İHA filosundan daha etkiliydi — kuşkusuzdur; ancak Rusya son bir yılda bu durumu tersine çevirmiş ve şimdi İHA’lar, topçu sistemleri ve yönlendirmeli bombalar bakımından üstünlüğü ele geçirmiştir.

Kiev’in insan gücü sorununa çözüm üretmesi mümkün görünmemektedir; çünkü Ukrayna’nın nüfusu Rusya’dan çok daha küçüktür ve ülke asker kaçağı ve firar vakalarıyla boğuşmaktadır. Ukrayna, silah dengesizliğini de gideremez; zira Rusya, büyük miktarlarda silah üretebilen sağlam bir sanayi altyapısına sahipken, Ukrayna’nın sanayi altyapısı son derece zayıftır. Bu açığı telafi edebilmek için Ukrayna, silah tedarikinde büyük ölçüde Batı’ya bağımlıdır; ancak Batılı ülkeler, Rusya’nın üretim kapasitesiyle yarışabilecek imalat gücünden yoksundur. Üstelik, Trump ABD’nin Ukrayna’ya silah sevkiyatını yavaşlatmaktadır.

Sonuç olarak, Ukrayna hem silah hem de insan gücü bakımından ciddi şekilde yetersizdir ki bu durum yıpratma savaşlarında ölümcüldür. Bu olumsuz duruma ek olarak, Rusya’nın Ukrayna içlerine derinlemesine nüfuz edip kritik altyapı ve silah depolarını hedef alan büyük bir füze ve İHA envanteri bulunmaktadır. Elbette, Kiev’in de Rusya içlerindeki hedefleri vurma kabiliyeti vardır; ancak bu, Moskova’nın sahip olduğu vurucu güçle kıyaslanamaz düzeydedir. Ayrıca, Rusya içlerindeki hedeflerin vurulması, bu savaşın neticeleneceği ana cephelerdeki durumu fazla etkilemeyecektir.

Barışçıl Bir Çözüm Olasılığı

Peki, barışçıl bir çözüm ihtimali nedir? 2025 yılı boyunca, savaşı sona erdirmek için diplomatik bir çözüm bulunabileceği yönünde çokça tartışma yapıldı. Bu tartışmanın önemli bir nedeni, Trump’ın Beyaz Saray’a taşınmadan önce ya da hemen sonrasında savaşı sona erdireceğine dair verdiği sözdü. Ancak Trump bu konuda açıkça başarısız oldu — hatta başarıya yaklaşmayı bile başaramadı. Acı gerçek şu ki, anlamlı bir barış anlaşması müzakere etmek yönünde hiçbir umut yok. Bu savaş, muhtemelen Rusya’nın çirkin bir zafer kazanacağı, bir tarafta Rusya’nın diğer tarafta Ukrayna, Avrupa ve ABD’nin yer alacağı donmuş bir çatışma ile sonuçlanacak şekilde, sahada çözülecek. Açıklayayım.

Savaşı diplomatik yollarla sona erdirmek mümkün değil; çünkü tarafların talepleri uzlaştırılamayacak kadar birbirine zıt. Moskova, Ukrayna’nın tarafsız bir ülke olması gerektiğinde ısrar ediyor — yani Ukrayna ne NATO’da yer alabilir ne de Batı’dan anlamlı bir güvenlik garantisi alabilir. Ruslar ayrıca, Ukrayna ve Batı’nın, 2014’te ilhak edilen Kırım ile doğu Ukrayna’daki dört oblastın ((idari bölge / eyalet) Rusya’ya ait olduğunu tanımasını talep ediyor. Üçüncü temel talepleri ise, Kiev’in ordusunun büyüklüğünü Rusya için askerî bir tehdit oluşturmayacak seviyeye indirmesidir. Beklenildiği gibi, Avrupa — özellikle de Ukrayna — bu talepleri kesin bir dille reddetmektedir. Ukrayna, Rusya’ya hiçbir toprak vermeyi kabul etmiyor; Avrupa ve Ukraynalı liderler ise Ukrayna’yı NATO’ya dâhil etmekte ya da en azından Batı’nın Kiev’e ciddi bir güvenlik garantisi sağlamasında ısrar ediyor. Ukrayna’nın, Moskova’yı tatmin edecek ölçüde silahsızlandırılması da kesinlikle kabul edilebilir bir seçenek değil. Bu karşıt pozisyonların uzlaştırılarak bir barış anlaşmasına varılması imkânsız.

Dolayısıyla, savaş ancak sahada çözülecektir. Her ne kadar Rusya’nın kazanacağını düşünsem de, bu, tüm Ukrayna’yı fethedeceği kesin bir zafer olmayacaktır. Bunun yerine, çirkin bir zafer kazanması muhtemeldir; bu da, Rusya’nın 2014 öncesi Ukrayna topraklarının %20 ila %40’ını işgal ettiği, Ukrayna’nın ise Rusya’nın ele geçirmediği bölgelerden oluşan işlevsiz bir “kalıntı devlet” olarak kaldığı bir senaryo olacaktır. Moskova’nın tüm Ukrayna’yı fethetmeye çalışması muhtemel değildir; çünkü ülkenin batısındaki %60’lık kesim, işgale karşı şiddetle direnecek etnik Ukraynalılarla doludur ve bu da Rus işgal güçleri için tam bir kâbusa dönüşecektir. Tüm bunlar şunu göstermektedir: Ukrayna savaşının muhtemel sonucu, “büyümüş bir Rusya” ile Avrupa destekli “kalıntı bir Ukrayna” arasında süregiden donmuş bir çatışma olacaktır.

Sonuçlar

Şimdi Ukrayna savaşının muhtemel sonuçlarını ele alacağım; önce Ukrayna’nın kendisi açısından, ardından Avrupa-Rusya ilişkileri açısından. Son olarak da, savaşın Avrupa’nın iç dinamiklerine ve transatlantik ilişkilere olası etkilerini tartışacağım.

Her şeyden önce, Ukrayna fiilen harap olmuştur. Ülke, topraklarının önemli bir bölümünü şimdiden kaybetti ve çatışmalar sona ermeden daha fazlasını da kaybetmesi muhtemel. Ekonomisi harap halde ve öngörülebilir gelecekte toparlanma umudu yok. Hesaplamalarıma göre yaklaşık 1 milyon zayiat verdi ki bu, herhangi bir ülke için, ama özellikle de “demografik ölüm sarmalında” olduğu söylenen bir ülke için sarsıcı bir rakamdır. Rusya da kayda değer bedeller ödedi; ancak Ukrayna’nın maruz kaldığı yıkımla kıyaslandığında bu çok daha sınırlıdır.

Avrupa, büyük olasılıkla önümüzdeki dönemde de “kalıntı Ukrayna” ile müttefik kalacaktır; çünkü hem “batık maliyetler” hem de Batı’da hâkim olan derin Rusofobi bunu gerektiriyor. Ancak bu süregelen ilişkinin Kiev’in lehine işlemesi beklenmemelidir; bunun iki nedeni var. Birincisi, bu durum Moskova’yı Ukrayna’nın iç işlerine müdahale etmeye, ülkeyi ekonomik ve siyasi olarak istikrarsızlaştırmaya teşvik eder; böylece Ukrayna, Rusya için tehdit oluşturmaz ve NATO ya da AB’ye katılabilecek bir konumda olamaz. İkincisi, Avrupa’nın ne olursa olsun Kiev’i destekleme kararlılığı, Rusları savaş sürerken mümkün olduğunca fazla Ukrayna toprağını ele geçirmeye itmekte; bu da, savaş donduğunda geriye kalan “kalıntı Ukrayna”nın mümkün olduğunca zayıf olmasını sağlayacaktır.

Peki, Avrupa ile Rusya arasındaki ilişkiler bundan sonra nasıl seyredecek? Öngörülebilir gelecekte son derece zehirli olacakları kesin. Hem Avrupalılar hem de elbette Ukraynalılar, Rusya’nın ilhak ettiği Ukrayna topraklarını “büyümüş Rusya”ya entegre etme çabalarını baltalamaya ve Rusya’ya ekonomik ve siyasi zarar vermek için fırsatlar kollamaya devam edecekler. Rusya ise Avrupa’nın içini karıştırmak ve Avrupa ile ABD arasındaki ilişkileri zedelemek için fırsatlar arayacaktır. Batı’nın neredeyse kesin biçimde Rusya’ya nişan almış durumda olması nedeniyle, Rus liderlerin Batı’yı olabildiğince parçalamaya dönük güçlü bir teşviği olacaktır. Ayrıca unutulmamalı ki, Rusya Ukrayna’yı işlevsiz tutmaya çalışırken Avrupa onu işlevsel kılmaya çalışacaktır.

Avrupa ile Rusya arasındaki ilişkiler yalnızca zehirli olmakla kalmayacak, aynı zamanda tehlikeli de olacaktır. Savaş ihtimali sürekli varlığını sürdürecektir. Ukrayna ile Rusya arasında savaşın yeniden alevlenmesi olasılığı dışında — sonuçta Ukrayna kaybettiği toprakları geri almak isteyecektir — Rusya ile bir veya daha fazla Avrupa ülkesi arasında savaş çıkabilecek altı başka sıcak nokta daha vardır.

Birinci sıcak nokta, eriyen buzların yeni geçitler ve kaynaklar için rekabeti tetiklediği Kuzey Kutbu’dur. Kuzey Kutbu’nda yer alan sekiz ülkeden yedisi NATO üyesidir; sekizinci ülke Rusya’dır. Bu da, bu stratejik öneme sahip bölgede Rusya’nın 7:1 oranında sayıca az olduğu anlamına gelir.

İkinci sıcak nokta Baltık Denizi’dir; burası bazen “NATO gölü” olarak anılır çünkü çevresinin büyük kısmı ittifak üyeleriyle çevrilidir. Ancak bu su yolu, Kaliningrad gibi — ki bu da NATO ülkeleriyle çevrili bir Rus yerleşkesidir — Rusya için stratejik açıdan hayati önemdedir. Dördüncü sıcak nokta Belarus’tur; hem büyüklüğü hem de konumu itibarıyla Ukrayna kadar stratejik öneme sahiptir. Avrupa ve ABD, Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko’nun görevden ayrılmasının ardından Minsk’te Batı yanlısı bir hükümet kurmak ve ülkeyi Rusya sınırında Batı’ya yakın bir kale hâline getirmek isteyecektir.

Batı, zaten hem Ukrayna’ya sınırı olan hem de Transdinyester adlı ayrılıkçı bölgesinde Rus askerleri bulunan Moldova siyasetinde derin bir şekilde yer almaktadır. Son sıcak nokta ise Karadeniz’dir; bu bölge hem Rusya hem de Ukrayna için, aynı zamanda Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Türkiye gibi bazı NATO ülkeleri için büyük stratejik öneme sahiptir. Tıpkı Baltık Denizi gibi, Karadeniz’de de büyük sorunlar yaşanma potansiyeli yüksektir.

Tüm bunlar, Ukrayna savaşı “donmuş çatışma”ya dönüştükten sonra bile Avrupa ile Rusya arasında düşmanca ilişkilerin süreceğini, jeopolitik olarak istikrarsız sıcak bölgelerle çevrili bir ortamda gerçekleşeceğini göstermektedir. Başka bir deyişle, Ukrayna’daki çatışmalar sona erse bile büyük bir Avrupa savaşı ihtimali ortadan kalkmayacaktır.

Şimdi de Ukrayna savaşının Avrupa içindeki sonuçlarına ve transatlantik ilişkiler üzerindeki muhtemel etkilerine değinelim. Öncelikle, Rusya’nın Ukrayna’da kazanacağı bir zafer — ki bu zafer çirkin bir zafer olsa bile — Avrupa için şaşırtıcı ve yıkıcı bir yenilgi olacaktır. Bir başka ifadeyle, bu durum, 2014 Şubat’ından bu yana Ukrayna çatışmasına derinlemesine dâhil olmuş olan NATO için şaşırtıcı bir yenilgi anlamına gelecektir. Nitekim, ittifak, Şubat 2022’de çatışmanın tam ölçekli savaşa dönüşmesinden itibaren Rusya’nın mağlup edilmesine kendini adamış durumdadır.

NATO’nun yenilgisi, hem üye ülkeler arasında hem de her bir ülke içinde suçlamalara yol açacaktır. Bu felaketten kimin sorumlu olduğu sorusu, Avrupa’daki yönetici elitler için büyük önem arz edecek ve sorumluluğu üstlenmektense başkalarını suçlama eğilimi baskın olacaktır. “Ukrayna’yı kim kaybetti?” tartışması, ülkeler arası ve ülkelerin kendi içinde zaten parçalanmış olan Avrupa siyasetinde yankı bulacaktır. Bu siyasi çatışmalara ek olarak, NATO’nun Rusya’yı — Avrupa’daki çoğu liderin varoluşsal tehdit olarak tanımladığı ülkeyi — durduramamış olması nedeniyle, bazı kesimler NATO’nun geleceğini de sorgulayacaktır. Nitekim, savaş sona erdiğinde NATO’nun, savaştan önceki haline kıyasla çok daha zayıf olması neredeyse kesindir.

NATO’nun zayıflaması, Avrupa Birliği için de olumsuz sonuçlar doğuracaktır; çünkü AB’nin gelişebilmesi için istikrarlı bir güvenlik ortamı şarttır ve Avrupa’daki istikrarın anahtarı NATO’dur. AB’ye yönelik tehditlerin ötesinde, savaşın başlamasından bu yana Avrupa’ya ulaşan gaz ve petrol akışının büyük ölçüde azalması, Avrupa’nın büyük ekonomilerini ciddi biçimde sarsmış ve Euro Bölgesi genelinde büyümeyi yavaşlatmıştır. Ukrayna fiyaskosunun ardından Avrupa genelinde ekonomik büyümenin tamamen toparlanmasının uzun zaman alacağına dair güçlü gerekçeler mevcuttur.

NATO’nun Ukrayna’daki yenilgisi, aynı zamanda transatlantik ilişkilerde karşılıklı suçlamalara yol açacaktır. Özellikle Trump yönetimi, Biden yönetimine kıyasla Kiev’e çok daha az destek vermiş ve bunun yerine Avrupa’nın Ukrayna’yı destekleme sorumluluğunu üstlenmesini istemiştir. Dolayısıyla, savaş nihayet Rusya’nın zaferiyle sona erdiğinde, Trump Avrupalıları gerekli çabayı göstermemekle suçlayacak; Avrupalı liderler ise, Ukrayna’nın en çok desteğe ihtiyaç duyduğu anda Trump’ın onu yüzüstü bıraktığını ileri sürecektir. Elbette, Trump’ın Avrupa’yla olan ilişkileri zaten öteden beri gergindir; dolayısıyla bu karşılıklı suçlamalar, kötü olan durumu daha da kötüleştirecektir.

Burada, ABD’nin Avrupa’daki askerî varlığını önemli ölçüde azaltıp azaltmayacağı ya da belki de tüm muharip birliklerini Avrupa’dan tamamen çekip çekmeyeceği sorusu önem kazanmaktadır. Konuşmamın başında da vurguladığım gibi, Ukrayna savaşından bağımsız olarak, tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçiş gibi tarihsel bir dönüşüm, ABD’nin Asya’ya yönelmesi için güçlü bir teşvik yaratmıştır; bu da, Avrupa’dan uzaklaşmak anlamına gelir. Bu hamlenin tek başına bile NATO’nun sonunu getirme potansiyeli vardır; bu da, Avrupa’daki Amerikan “yatıştırıcı” etkisinin sonu demektir.

2022’den bu yana Ukrayna’da yaşananlar, bu olasılığı daha da güçlendirmiştir. Tekrarlamak gerekirse: Trump, özellikle Avrupa liderlerine karşı derin bir husumet beslemektedir ve Ukrayna’nın kaybedilmesi nedeniyle onları suçlayacaktır. NATO’ya büyük bir sevgi beslememektedir; Avrupa Birliği’ni ise ABD’yi “kandırmak” için kurulmuş bir düşman olarak tanımlamıştır. Dahası, NATO’dan gelen muazzam desteğe rağmen Ukrayna’nın savaşı kaybetmiş olması, onu NATO’yu “etkisiz ve işe yaramaz” olarak küçümsemeye yöneltecektir. Bu argüman, Trump’a Avrupa’nın kendi güvenliğini kendisinin sağlaması ve ABD’ye sırtını yaslamaması gerektiğini söyleme zemini yaratacaktır. Kısacası, Ukrayna savaşının sonuçları ve Çin’in olağanüstü yükselişi, önümüzdeki yıllarda transatlantik ilişkilerin dokusunu aşındıracak gibi görünmektedir — bu da Avrupa açısından büyük bir kayıp olacaktır.

Sonuç

Konuşmamı birkaç genel gözlemle sonlandırmak istiyorum. Öncelikle, Ukrayna savaşı tam anlamıyla bir felakettir. Üstelik, önümüzdeki yıllarda da felaket olmaya devam etmesi neredeyse kesin gibi görünmektedir. Savaş, Ukrayna açısından yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Avrupa ile Rusya arasındaki ilişkileri öngörülebilir gelecekte zehirlemiş, Avrupa’yı daha tehlikeli bir yer hâline getirmiştir. Aynı zamanda, Avrupa içinde ciddi ekonomik ve siyasi zararlara yol açmış ve transatlantik ilişkilere büyük darbe vurmuştur. Bu felaket şu kaçınılmaz soruyu gündeme getiriyor: Bu savaşın sorumluluğu kimde? Bu soru yakın zamanda ortadan kalkmayacak; tam tersine, zamanla zararın boyutu daha fazla kişi tarafından fark edildikçe çok daha görünür hâle gelecektir.

Bu sorunun yanıtı ise açıktır: Savaşın başlıca sorumluluğu ABD ve Avrupa’daki müttefiklerindedir. Ukrayna’yı NATO’ya dâhil etme yönündeki 2008 Nisan tarihli karar — ki Batı o tarihten bu yana bu hedefi amansızca sürdürmüş ve bu kararlılığı defalarca pekiştirmiştir — Ukrayna savaşının başlıca itici gücüdür.

Bununla birlikte, Avrupa’daki çoğu lider savaşın ve yol açtığı korkunç sonuçların sorumluluğunu Putin’e yükleyecektir. Ancak bu, hatalı bir değerlendirmedir. Eğer Batı, Ukrayna’yı NATO’ya alma kararını vermemiş olsaydı ya da Rusya’nın bu konudaki muhalefeti netleştiğinde bu taahhüdünden geri adım atsaydı, savaş muhtemelen engellenebilirdi. Böyle bir durumda, Ukrayna bugün büyük olasılıkla 2014 öncesi sınırları içinde hâlâ bütünlüğünü koruyor olurdu ve Avrupa daha istikrarlı ve daha müreffeh bir yer olurdu. Ne var ki, bu fırsat artık kaçırıldı ve Avrupa, bir dizi önlenebilir hatanın felaket sonuçlarıyla yüzleşmek zorundadır.

* John J. Mearsheimer, Chicago Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörüdür ve The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitabın eşyazarlarından biridir.

 

Kaynak: https://www.theamericanconservative.com/mearsheimer-europes-bleak-future/