Ateşkes Barış Değil: Netanyahu ve AIPAC İsrail’in Savaşını Trump’a Nasıl Dış Kaynak Olarak Verdi?
Rusya’nın Kiev ile olan anlaşmazlığı ya da Çin’in Tayvan üzerindeki hak iddiasından farklı olarak, Washington’un İran’la savaşı ABD’nin ulusal bir anlaşmazlığına dayanmıyor. Bu savaş, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve onun lobi grubu olan Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi (AIPAC) tarafından dış kaynak olarak yürütülen bir projedir. Övgüye ve dramatikliğe bağımlı bir başkan olan Donald Trump, abartılı övgülerle şişirilerek İsrail için ideal bir taşeron olduğunu kanıtladı.
Netanyahu, ABD siyasetini manipüle etme becerisini onlarca yıl boyunca ustalıkla geliştirdi. 2002 yılında Kongre’ye hitaben, Amerika Birleşik Devletleri Saddam Hüseyin’i devirdiği takdirde, “size garanti ederim” demişti, genç İranlılar kendi din adamlarını devirecek. Irak’ta “rejim değişikliği” gerçekleşti, ardından kaos geldi, ancak İran’da bir ayaklanma yaşanmadı. Yirmi üç yıl sonra Netanyahu, ABD’yi “Orta Doğu’nun yüzünü yeniden şekillendirme” fantezisine bir kez daha sürüklemeyi başardı. Şeytani bir başarıydı bu: Amerika İsrail’in savaşlarını sürdürürken, bölge kaosa sürükleniyor—bu da İsrail’in, bölgesel üstünlüğüne meydan okuyamayacak başarısız devletleri teşvik eden güvenlik doktrinini güçlendiriyor.
İran ile İsrail arasındaki ateşkes bozulurken, İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşın bölgede rakip bir nükleer gücün ortaya çıkmasını engellemeye yönelik olmadığı giderek daha net hale geliyor. Daha derin amaç; kaos (rejim değişikliği) ve bölünmüşlük tohumları ekerek, sonsuza dek parçalanmış bir Orta Doğu’da tekelci hâkimiyetini sürdürmektir. İsrail için kaos, politikanın bir yan ürünü değil—bizzat politikanın kendisidir. Anarşi, stratejinin başarısızlığı değil; stratejinin ta kendisidir. Bu, İsrail’in iş modelidir.
İstikrarsızlaştırılmış bir Orta Doğu, 1982’de İbranice yayımlanan Yinon Planı’nda özetlenen, hesaplı bir Siyonist hedeftir. Bu hedef, bugünkü Gazze’de yaşanan soykırım, Batı Şeria’nın işgali, yalnızca Yahudilere açık yerleşim birimlerinin genişlemesi ve İsrail Yahudi apartheid rejiminin sistematik olarak kökleşmesi gibi savaş suçlarından küresel dikkatleri başka yöne çekmeye hizmet eder.
Bu plana göre, Orta Doğu’daki istikrarsızlık, İsrail’in varoluşsal tehdit söylemini güçlendirir—bu söylem de uyumlu ABD’li politika yapıcılar tarafından hevesle benimsenir. Bu anlatı, Amerikan vergi mükelleflerinden milyarlarca doların çekilmesini ve saldırgan bir İsrail önleyici savaş, militarizasyon ve sonsuz çatışma politikasının finanse edilmesini meşrulaştırmak için kullanılır.
Komşu başarısız devletler bölünme, iç savaş, ekonomik çöküş ya da mezhepsel şiddetle boğuşurken, küresel manşetler İsrail’in zulmünden uzaklaşıp bölgesel istikrarsızlığa yönelir. Bu da, Filistinlilerin çektiği acıların yalnızca “zorlu” bir mahallede yaşamanın “talihsiz” bir sonucu olarak arka planda kalmasını sağlar ve İsrail’in cezasızlıkla hareket etmesine olanak tanır—ki bu, kötü niyetli bir devlet politikasının doğrudan sonucudur.
Bu nedenle, Lübnan, Suriye, Irak, Libya, Sudan ve şimdi de İran gibi ülkelerde sürekli kaosun körüklenmesi, uzun vadeli bir stratejik hedefe hizmet etmektedir: İsrail’in bölgesel hegemonyasına meydan okuyabilecek herhangi bir birleşik cephenin yükselişini önlemek. Parçalanmış bir Orta Doğu yalnızca hâkimiyet kurmayı kolaylaştırmaz—aynı zamanda dünyanın göz ardı etmesini ve görmezden gelmesini de kolaylaştırır.
Örneğin Gazze’de, dünya soykırımı, uzun süredir onarılamaz biçimde kaotik olarak görülen bir bölgede yaşanan sıradan bir olaymış gibi omuz silkip geçiyor. Trump yönetimi, açlığı ve soykırımı normalleştirirken dünya sessizce izliyor. ABD tarafından finanse edilen sözde Gazze İnsani Yardım Vakfı’nın dağıtım merkezleri ölüm bölgelerine dönüşmüş durumda; İsrail askerleri her gün şafaktan önce sıraya giren binlerce çaresiz insana ateş açıyor ve yüzlerce Filistinli hayatını kaybediyor. Her gün aç insanlar öldürülüyor ve çoğu, un çuvalı yerine ölü bir akrabasını omzunda taşıyarak evine dönüyor. Bu manzara, bu açlık, bu soykırım; İsrail’in bir başka kaos savaşının içinde kaybolup gidiyor.
Şimdi Netanyahu, soykırımını sürdürmek için zaman kazanabilir ve Amerika’nın bir kez daha İsrail’in savaşlarını üstlenmiş olmasını bir “başarı” olarak görüp bundan zevk alabilir. Ancak bu coşku Pyrrhus zaferiyle sonuçlanacaktır.
Tüm bunlar, Amerikan halkı arasında yabancı savaşlara karşı artan direnişe rağmen gerçekleşti. Washington çevresinin dışında halkın tutumu değişiyor. Amerikalıların çoğunluğu, İsrail için kurgulanmış bir başka savaşa ABD’nin müdahil olmasına karşı çıkıyor. Kamuoyu ile AIPAC’ın kontrolündeki elit karar alıcılar arasındaki uçurum giderek büyüyor ve bu durum, zaten eşitsizlik ve partizanlık nedeniyle zayıflamış olan kurumlara duyulan güveni daha da aşındırıyor.
ABD’nin İran’a yönelik son saldırısı, Tahran’daki liderleri mevcut dünya düzenine meydan okumak üzere küresel bir yeniden hizalanmayı ilerletmeye itebilir. İran’ın merkezinde yer aldığı ve Rusya ile Çin tarafından desteklenen yeni bir ittifak şekillenmeye başlayabilir; bu ittifak, önümüzdeki on yıllar boyunca jeopolitik manzarayı yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. ABD ve İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının boyutu henüz netlik kazanmamış olsa da, kesin olan bir gerçek var: Ne Washington ne de Tel Aviv, İran’ın nükleer bilgi birikimini ortadan kaldıramaz.
Bu sırada uluslararası toplum dikkat çekici bir şekilde sessiz kaldı. İsrail’in, nükleer tesislere yönelik saldırıları yasaklayan uluslararası hukuku ihlal etmesini kınamak yerine, “İran asla bomba sahibi olmamalı” şeklindeki ezberi tekrarlamaya devam etti. Bu retorik sapma, kritik bir gerçeği görmezden gelmektedir: İsrail’in aksine, İran’ın sivil nükleer programı Şah döneminden bu yana Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) tam denetimi altındadır.
Sessiz kalınması yalnızca IAEA’nın güvenilirliğini zedelemekle kalmaz, aynı zamanda İran’ın bu çerçeve içinde kalma motivasyonunu da azaltır ve Tahran’ın uluslararası denetim taahhütlerini tamamen terk etme olasılığını artırır. İran’ın bir sonraki hamlesini tahmin etmek zor olsa da, Tahran’ın ABD’ye, nükleer tesisleri yok edildikten sonra müzakere edecek hiçbir şey kalmadığını söylemesi tamamen olasıdır.
Bu bağlamda Trump, İsrail’in “kurtarıcısı” olarak değil, İran’ı küresel denetim rejimlerinin erişemeyeceği gizli bir nükleer programa yönelten katalizör olarak hatırlanabilir.
Bu hesaplaşma anı geldiğinde, tarihçiler Netanyahu’nun Trump’ın saf egosunu okşamak için yaptığı telefon görüşmelerinden, AIPAC’ın seçilmiş yetkililere akıttığı paralara kadar olan süreci takip edecekler—ve dünyanın en güçlü ülkesinin nasıl olur da askeri gücünü ve dış politikasını dış kaynaklara devrettiğini gösterecekler. Kaybedilen hayatları ve boşa harcanan iyi niyeti sayacaklar ve Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in sürekli kaos politikasının bir aracı olmak yerine kendi çıkarlarını gözeterek hareket etseydi, hikâyenin ne kadar farklı olabileceğini merak edecekler.
*Jamal Kanj, Children of Catastrophe: Journey from a Palestinian Refugee Camp to America (Felaketin Çocukları: Filistinli Bir Mülteci Kampından Amerika’ya Yolculuk) ve diğer kitapların yazarıdır. Arap dünyasına ilişkin konularda çeşitli ulusal ve uluslararası yayınlarda sık sık yazılar kaleme almaktadır.