Asparagas’tan Post-Truth’a O “Özgül Türk Tuhaflığı”

31 January 2017 tarihli opendemocracy.net’teki bir yazısında Julian de Medeiros, artık küreselleştiğine inanılan bir post-truth’un Türkiye’deki mahiyetinden birşeyler öğrenilebileceği iddiasıyla yola çıkar. İlk bakışta yazısı, müzakereci demokrasinin içine girdiği çıkmazları göstermekmiş gibi görünür, ancak örneğin müzakereci demokrasiye hasım bir agonistik demokrasiye de taraftar değildir; post-truth çağında, ona göre, liberalizm de, sol Schmittçi bir duruşu olan agonizm de çare değildir. Çare artık artık hakikate başka bir gözle bakılması gerektiğinde aranmalıdır. Medeiros’a göre Türkiye örneği işte bunu gösterir.
Eylül 6, 2025
image_print

“Asparagas” kelimesi, Şarkiyatçı Andreas Tietze’nin Tarihi ve Etmolojik Türkiye Türkçesi Lugati’nde “argo” olarak sunulur ve karşılığı olarak da “yalan haber” verilir. Tietze’nin kelimeye verdiği anlam ve onun “argo” oluşu için gösterdiği kaynak, muhtemelen kelimenin ilk kez bir sözlükte yer aldığı Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’dür. Ancak Tietze, Eren’in yapmadığı bir şey yaparak, kuşkulu da olsa kelimenin Yunanca’dan geçmiş olabileceğini ileri sürer. Oysa Eren, “asparagas”ı “Kökenini bilmiyoruz” diye sunar. Yaşar Çağbayır ise Orhun Yazıtlarından günümüze Türkiye Türkçesinin söz varlığına yer verdiği Büyük Türkçe Sözlük’te “asparagas”ın kökenini Tietze’ye dayanarak -yine kuşkuyla- Yunanca olarak sunsa da İngilizcesinin de “aspargus” olduğunu belirtir. Ancak İngilizcede “kuşkunmaz” anlamında “asparagus” diye bir kelime varsa da “aspargus”a rastlanmaz. Dolayısıyla Çağbayır’ın “asparagas”ın İngilizcesinin “aspargus” olduğuna dair iddiası doğru değildir. İddiasına kaynak göstermediğinden onu neye dayandırdığını tespit etmemiz de mümkün değildir. Ancak Çağbayır, TDK’nin online sözlüğünde, hayret verici bir biçimde İngilizce (olmayan bir “aspargus”tan değil) “asparagus”tan (yani “kuşkunmaz”dan) türeterek “şişirme haber”; Kubbealtı’nın online lugatinde ise “kökeni belli değildir” diyerek “Yalan haber, şişirme haber” karşılığını verdiği “asparagas”a en ayrıntılı karşılığı sunar: “Gazetecilikte olmamış fakat olmuş gibi yayınlanan haber; düzmece/şişirme haber”. Yani, asparagas, olmamışı olmuş gibi sunan haber demektir. Asparagas haberin olgusal herhangi bir karşılığı yoktur, uydurulmuştur.

Ancak asparagas’ın ilk ortaya çıkışı, şaşırtıcı derecede komiktir, şaka gibidir. Uzun yıllar yurtdışında görev yapan gazeteci Doğan Uluç’un 2009 yılında yayınlandığı Kupa Ası: Olaylar İçinde Olaylar adlı eserinde “Yalan Haberi Tanımlamakta Kullanılan ‘Asparagas’ın Aslı Nedir?” diye bir bölümde anlattığına göre, asparagas, aslında “para az, gerisi gaz” kelimelerinden müştakmış. İşin arkasındaki hikaye de şu: Haziran 1963’te Hürriyet’te “Amerikalı Kız Türk Sevgilisiyle Gecekonduda Yaşıyor” başlıklı fotoğraflı bir haber yayınlanır. Haberde Betty adında zengin bir Amerikalı kızın, babasının evlenmelerine izin vermemesi üzerine Yaşar adlı sevgilisi Türk’le Türkiye’ye kaçarak Bebek sırtlarında bir gecekonduda yaşamaya başlamaları anlatılır. Habere eşlik eden fotoğraflara bakıldığında “çift”in yaşadığı gecekondunun üzerinde “Azparagas” diye bir duvar yazısı yer almaktadır. Haber fotoğraflarıyla önüne konulduğunda haber müdürü, “Azparagas”ın ne anlama geldiğini sorar. Haberi yazan ve fotoğraflayan”acar” muhabirler “Bunlarda para az, gerisi gaz” cevabını verir. Haberin uydurma olduğu çabuk anlaşılır, ancak şimdilerde unutulmuş olsa da uzunca bir dönem yaygın olarak kullanılan asparagas’ın sadece o haber müdürünün masasıyla sınırlı kalmayarak sözlüklere girecek kadar nasıl yaygınlaştığı, hala bir muammadır.

Öte yandan, işin aslı gerçekten böyle midir, bundan emin olamayız; ancak şundan emin olabiliriz ki -şahitliklerden biliyorum- örneğin 80 sonrasının ciddi haftalık haber dergilerinden ilki olan Nokta’nın kapaklarının arasında kaç tanesinin, fotoğrafları dahil, asparagas olup olmadığı araştırılmaya muhtaçtır. Üstelik 6-7 Eylül olaylarının Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığına dair doğru olmayan bir haberle başlaması, 4 Haziran 1960 tarihli Akşam’ın manşetini oluşturan Menderes iktidarı muhalifi birtakım kayıp öğrencilerin yem makinalarından geçirilerek toz haline getirildiğine dair haberlerin 27 Mayıs sonrasının yaygın uygulamalarından olması gibi asparagas öncesi asparagasların (genelde yapıldığı gibi) sadece basın tarihi açısından değil, sosyolojik, hatta siyasal tarih açısından da bugüne etkileri itibarıyla incelenmesi de gereklidir. Aynı şekilde asparagasla mücadele tarihi de: Meşum örgütün eline geçmeden önceki kısa hayatında Zaman gazetesinin, yalan haberlerin takibi için muhabirler görevlendirmeye başlaması; Ahmet Tezcan’ın önce televizyon kanallarında, sonra internet yaygınlaşmaya başladığında online olarak yayınladığı Dördüncü Kuvvet Medya’sı bu kısa tarihin nadir örneklerinden (Tezcan, on yıl kadar süren gazetecilik hayatımda kısa süreliğine içerden, sonrasında dışardan izlediğim bu kısa tarihe dair herhalde muazzam bir dosyaya sahiptir). Gazetelerin kendi içlerinde, İsveççe “halkın temsilcisi” anlamına gelen, şimdilerde “kamu denetçiliği” olarak kavramsallaştırılan ombudsmanlık oluşumları ise maalesef çok işe yaramadı. “Balon haber” veya “şişirme haber” de denilen asparagas, giderek yerini “masa başı haberciliği” gibi bir ifadeye bıraktı; post-truth ifadesiyle birlikte “yalan haber” yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Ama haberin (yani maddi veya şahsi tanıklığa muhtaç bir rivayetin veya hikayenin) arkasındaki gerçekle ilgili felsefi, sosyolojik, siyasal, toplumsal vesaire boyutlarını birden kucaklayan ciddi bir uğraş maalesef hiç yok. Bizde olabildiği kadarıyla bir haberin doğruluğu “teyit”le sınırlı kaldı. Ötesine hiç geçemedi. “Teyit” de, sonrasında ortaya çıkan “dezenformasyon” da sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla olgu tespitinden ziyade bazen etkili ve yetkili isimlerin de doğruluğunu araştırmadan paylaştıkları sosyal medya dedikodularını takip eden bir işe evrildi.

Yine de asıl konumuz post-truth ve Türkiye olduğundan, asparagas meseleye girmek için bir başlangıç noktası olarak alınabilir. Ancak ilk elden söylenmesi gereken şey, post-truth ifadesinin ve onun etrafındaki tartışmalarının Türkiye gündemine burada oldukça silüet bir şekilde sunmaya çalıştığım bu arkaplana hiç dikkat edilmeden girivermesinin dikkat çekici olmasıdır. Bu da post-truth’a tıpkı Trump veya Brexit gibi bir kırılma noktasının bulunması ihtiyacını doğurur. Elbette bu ihtiyaç, altını çize çize belirtilmesi gereken bir husus olarak, post-truth’un Amerikan politikasına içkin olduğuna hiç dikkat edilmeden; Amerikan dış politikasının iç politikasına yansıma biçiminin siyaset mekanizmalarına vurduğu bir darbe, Amerikan dış politikasının içine düştüğü bir bataklığın iç politikadaki izleri olarak hiç okunmadan, bir küreselleşme işareti olarak da giderilmelidir. Ötesi suya-sabuna dokunmak olur çünkü.

Bu durumda siyaset, hakikat, olgu, gerçeklik, örgütlü yalan gibi “büyük anlatılar” (!) üzerine ciddi bir fikriyat geliştirilmeden post-truth gibi Amerikan siyasetine içkin bir olgunun birden Türkiye gündemine hem de küreselleşmiş bir durum olarak girivermesiyle ne oldu? Post-truth ve Türkiye konusunda bulabildiğim çalışmalar, Gezi’den 15 Temmuz darbe girişimine, neo-Osmancılıktan siyasette komplo teorilerinin yaygınlığına, pandemi sürecinde üretilen yalanlardan 2023 Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki post-truth unsurlara kadar muazzam bir alana yayılmış olarak karşımıza çıkar. Bunların birçoğu akademik dergilerde yayınlatılmak amacıyla yazılmış birtakım makaleler hüviyetindedir ve aslında analitik olarak çok da bir kıymet taşımazlar. Kemal Kılıçdaroğlu ile Ümit Özdağ arasında imzalanan protokolün mahiyetine dair tarafların birbirini inkar eden iddiaları veya tıp fakültelerine Katarlı öğrencilerin sınavsız alınacağı iddiası gibi açık örneklere hiç yer verilmeden, asparagas’ın tarihine de hiç girilmeden, post-truth (varsa eğer Türkiye’de) hükümet üzerinden izah edilmeye çalışılır. Ancak bir tanesi var ki ister bilinçli olarak olsun, ister hiç farketmeden, burada Arendt üzerinden geliştirerek yapmaya çalıştığımız siyaset-hakikat-olgusal gerçeklik üçgenine oturtabileceğimiz bir özelliği haizdir ve bu nedenle ilgi çekicidir.

31 January 2017 tarihli opendemocracy.net’teki bir yazısında Julian de Medeiros, artık küreselleştiğine inanılan bir post-truth’un Türkiye’deki mahiyetinden birşeyler öğrenilebileceği iddiasıyla yola çıkar. İlk bakışta yazısı, müzakereci demokrasinin içine girdiği çıkmazları göstermekmiş gibi görünür, ancak örneğin müzakereci demokrasiye hasım bir agonistik demokrasiye de taraftar değildir; post-truth çağında, ona göre, liberalizm de, sol Schmittçi bir duruşu olan agonizm de çare değildir. Çare artık artık hakikate başka bir gözle bakılması gerektiğinde aranmalıdır. Medeiros’a göre Türkiye örneği işte bunu gösterir.

Elbette Türkiye’nin bu örnek alınması, post-truth’un küreselleşmesi bağlamında gerçekleşir. Medeiros, bu bağlamı, “ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’da post-truth siyaseti fikrine yakın zamanlardaki kamusal ilgi patlaması, beni hem şaşırttı, hem de kuşkularımı teyit etti. Özellikle özgül Türk tuhaflığı [eccentricity] olarak görülen şeyin, aslında, sözde rasyonel ve müzakereci siyasetin küresel bir reddinin bir parçası olduğunu teyit etti” diye açıklar. Bu açıklamada dikkat çekici olan, (her neyse o) “özgül Türk tuhaflığı”dır. Ancak ona geçmeden önce Medeiros, post-truth’a yol açan nedenleri sıralar.

Medeiros’a göre post-truth’u doğuran birtakım nedenler vardır. Örneğin, en sağlıklı bir demokrasi için bile özgürlük ile eşitlik arasındaki dengeyi bulmak kolay değildir; eşitlik özgürlüğü bozar, özgürlük de eşitliği ortadan kaldırabilir. Kısacası üstü örtülü bir biçimde demokrasinin havass’ı (özgürleri) ile avam’ı (eşitleri) arasındaki dengenin nasıl sağlanacağı, hep ciddi bir sorundur ve eşitlik popülizme, özgürlük de totalitarizme kapı açabilir. Öte yandan, “Demokrasi deneyiminin ta kendisinde gömülü olan, demokrasi uğruna asla tam olarak uzlaştırılamaması gereken bir hakikat(ler) müzakeresi” de post-truth’un ortaya çıkış nedenlerinden birisidir ve bu da, zımni olarak, aslında varsa bir hakikat iddiası demokratik olarak müzakereye açık olmamalıdır demenin başka bir yoludur.

Böylece Trump ve Brexit öncesi post-truth için başka öncüllerle karşılaşırız: Bunlardan birisi, değişik versiyonlarıyla 1980’lerden 2010’lara kadar geliştirilen liberal ve sosyal demokrat siyasetin birleştirilmesi önerileri, kısacası merkez sağ ile merkez solu kaynaştıran “üçüncü yol”dur (Medeiros, Tony Blair’in adını hiç anmaz). Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin tezlerinin en iyi taraflarını alarak bu iyi yanlardan bunları da aşan üçüncü bir müzakere tarzı geliştirmek anlamındaki “Bill Clinton’ın 1990’lardaki üçgenleme stratejisi” (“triangulation strategy”) de böyle başka bir örnektir. Böylece Medeiros, mevcut post-truth durumuna yol açan şeyin, “Trump’ın popüler kişiliğinin tuhaf maskaralıkları” değil, “üçüncü yol” veya “üçgenleme stratejisi” olduğunu iddia eder. Bu nedenle zaten, post-truth’tan kurtulmak için bir pre-post-truth (hakikat sonrası öncesi) duruma geri dönüşü savunmak yeterli değildir. Bunu (her neyse o) “özgül Türk tuhaflığı” zaten göstermektedir.

O zaman (her neyse o) “özgül Türk tuhaflığı”, nasıl öğretici olabilir? Medeiros gayet nettir: “Türkler ve Türk siyasetini takip edenler için, post-gerçek terimi, uzun zaman önce öğrenilmiş bir dersi tanımlamak için kullanılan cafcaflı bir adlandırma listesinden [nomenclature] başka bir şey olamaz: Herhangi bir hegemonik sistemde, herhangi bir konunun hakikati, güçlü adam siyasi projesinin kapsayıcı kaprislerine tamamen ikincildir. Kendi retorik entrikalarının derinliklerinden türetilen hakikat, tam da kendi gerekçelendirmesinin öncülünü içinde barındırdığı için bir post-gerçek oluşturur. Başka bir deyişle, saf bir pre-post-truth [hakikat sonrası öncesi] tarafsızlık [impartiality] arayarak post-truth’la mücadele edilemez. Bu, yalnızca post-truth siyaseti denen tuzağın sağlamlaşmasına yol açacaktır”.

Bu pragraf birkaç nedenden dolayı çarpıcıdır: Öncelikle artık (her neyse o) “özgül Türk tuhaflığı”nın nasıl tanımlandığını görürüz: “Özgül Türk tuhaflığı”, bizatihi post-truth’dur. Üstelik, Gramsci’ninkiyle uzaktan bile alakası olmayan “Özgül Türk tuhaflığı”na özgü bir hegemonya, kendisini inşa etmeyi “yalnızca güç kullanarak değil, demokratik kurumları hegemonik bir şekilde ele geçirerek” gerçekleştirmekle ve ardından kendini meşru bir popülist demokrasi olma gibi rahatlatıcı bir mefhumla rahatlıkla” örtmekle gerçekleştirdiğinden kurumsal temellere dayanmak da yeterli görülmez. Sanki onlar da derinden post-truth’tur. (Tuhaf olanı, Clinton’ın “üçgenleme stratejisi” veya Blair’inki gibi üçüncü yolcuların tercihleri her ne kadar sonradan post-truth’a yol açacaksa da, hegemonik olarak sunulmaz; sanki Clinton’ınki ya da Blair’inki salt siyasal tercih iken, Türkiye’nin o “özgül Türk tuhaflığı” bir mecburiyet üretir.) Bu tanımlamalar, küreselleştirilmiş bir post-truth tartışmasında Türkiye’yi aslında ikincilleştirdiği için çarpıcıdır.

İkincisi, siyasal alana illa ki “tarafsızlık” gibi bir yanılsama içeren bir bakış açısıyla bakılmasına izin verilmemesi gerektiğinin iddia edilmesidir. Üstelik, sadece liberaller değil, “hakikat”i elinde tuttuğunu düşünen “güçlü adam ve destekçiler”i de aslında post-truth’tan rahatsızdırlar. Oysa ne post-truth’un “hakikat”i vardır ve ne de post-truth öncesinin veya sonrasının. İşte bu nedenle zaten “saf bir hakikat sonrası öncesi [pre-post-truth] tarafsızlık arayarak post-truth ile mücadele edilemez”. Bu da “hakikat”in başka türlü tanımlanmasını gerektirirdiği için çarpıcıdır.

O zaman ne yapılmalıdır? İşte Türkiye’den öğrenilecek ders, bu soruya verilecek cevapta yatar. Çünkü Türkiye’de “hakikat”in yeri, hegemonyanın “şahsi” temsilcilerinin sahipliği altında olsa da, zaten boştur. Bu durumda yapılması gereken, o meşhur kamusal entelektüel mottosuyla, “iktidara gerçeği söyleme” çabasında, ne “bilimsel” ve ne de “entelektüel” bir karşılığı olan “gerçeği ortaya koyma gücüne sahip olmak için can atmak”tan vazgeçmektir. Bu durumda örneğin Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı için yöneltilen teoride iyiler de pratikte hiç yoklar türü bir eleştiriye konu olan “feda” (resignation) ile mi yetinmek gerekir? Adorno’nun 68 olayları esnasında sınıfını basarak isyanlarının başına geçmesini isteyen çığırtkan öğrenci kalabalığı karşısında kendisini çantasıyla koruyarak “ama benim teorilerim molotof kokteyli değil ki” demesi gibi bir tavır mı gösterilmelidir? (Geçerken belirtelim, Adorno, son yazılarından olan “Resignation”da, bizde birtakım akademisyenlerin arada bir yayınladıkları bildirilerde görülen “imzanız gerekiyor” taleplerini, “Kantçı kategorik emperatifin aşikar bir kalıntısı” olarak değerlendirerek, bunu “ego”nun “kolektifin kaderine ortak olma” isteğiyle “kendini feda etmesi” biçiminde değerlendirir. Böylece elde edilen “yeni güvenlik hissi” de, “özerk düşüncenin feda edilmesiyle kazanılır”. Oysa Adorno, eylemin mutlaklaştırılması karşısında feda edilebilecek bir düşünceye razı gelmez. Çünkü “düşüncenin kendisinden alınmasına izin vermeyen kişi vazgeçmemiştir” Ancak burada “düşünce” derken kastedilenin ne anlama geldiğini görebilmek için Arendt’in Zihnin Yaşamı’nın ilk bölümününü teşkil eden “düşünce” bahsine bakılabilir. Arendt’e göre “düşünce” esnasında “görünür”ün alanından uzaklaşılır; oysa eyleme dönük “irade”, yanılsamadan başka bir şey değildir.)

Aslında Medeiros, çok da “düşünce”ye çağırmaz; ama eylem adına “düşünce”ye bir çağrısı vardır. Ancak bu çağrı için önce liberal bir naiflikten kurtulmak gerekmektedir: “Liberalizmin mevcut tarzı, özünde ilerici bir hakikatin teminatı olarak bütün umudunu demokratik kurumlarımıza bağlayan, aslında demokrasiyi tehdit eden tehlikeli bir naifliktir”. İşte küreselleşmiş bir post-truth çağında o “özgül Türk tuhaflığı”nın yararı da burada ortaya çıkar. Türkler, özellikle muhalif Türkler ve daha özelde de Türk akademisyenler, “güçlü bir adam”la veya genel olarak post-truth’la mücadele ederken, iddialarını “hakikat” ve “bilim” temelinde sunmaktadırlar (Geçerken belirtelim: Bu elbette kuşkuludur. Türkiye’de hala büyük bir kesim “bilim” deyince pozitivist bir şeyi akla getirmektedir. Ama söylenende şöyle de bir hakikat payı vardır: “Bilim ışıktır”. “Işık” da aydınlanma ve hakikate erme.)

Böylece Medeiros küreselleşmiş bir post-truth çağında genel bir ne yapmalı mottosu oluşturmaya çalışır: “Akademisyenlerin kabul edilebilir derecede tehlikeli olan post-truth alanına meydan okumaları, akademinin sözde saf bir ampirizm tarzında öncelikli olarak ‘bilimsel’ bir özdeşleşmeden ziyade entelektüel bir sorumluluk olarak anlaşılmasını gerektirir”. Bu ifadelerde dikkat çekici olan da “saf bir ampirizm”dir. Medeiros aslında saf ampirizmi olgusal gerçeklikle neredeyse aynı anlamda kullanır. Ona göre, nasıl ki “hakikat” alanı boştur, olgusal gerçeklik peşinde koşmak da post-truth’a özgü bir hali süreklileştirmek anlamına gelebilir. Bu nedenle kamusal entelektüellerin, herhangi bir konunun “uzman”ı imiş gibi konuşmak, böylece de “olgu kontrolü” (fact-checking) yapmak yerine “düşünce kontrolü” (thought-checking) yapmaları gerekmektedir: “Çalışmalarımızı düşünce kontrolü yerine gerçekleri kontrol etme olarak görme fikrine karşı koyun”. Hatta Medeiros, “Akademisyenlerinden kendisine daha güçlü bir dozda ‘hakikat’ sunmasını isteyen millete yazıklar olsun” bile der.

O zaman “hakikat”e ne olmuştur? Medeiros post-truth çağında pre-post-truth’a geri dönüş anlamı da taşıyacak bir olgusal gerçekliğe tabi olmak yerine Muhammed Ali’den ilhamla, şaka anlayışının her zaman gerçeği söylemek olduğunu şaka yollu söylemeyi tercih etmek gibi bir cevap verir: Olgusal gerçeklik aramak veya olgu kontrolü yapmak yerine, “efsanevi boksör Muhammed Ali’nin muhabirlerle şaka anlayışının her zaman doğruyu söylemek olduğunu söyleyerek nasıl dalga geçtiğini kendimize hatırlatsak daha iyi olabilir. Sonuçta, saf ve yalın bir gerçek fikri, aslında dünyanın en komik şakasından başka bir şey değil midir?”

Daha ilginci yazının kapanış cümlelerinde gelir ve o “özgül Türk tuhaflığı”nın altını bir kez daha çizer: “Post-truth siyasetinin gerçek panzehirinin, tescilli bir ampirik hakikat talebini ciddiye almamak olduğunu kabul etmek, yalnızca olguya veya akla dayalı bir söylem fikrinden uzun zaman önce vazgeçmiş Türk meslektaşlarımızdan öğrenebileceğimiz bir şeydir”. O zaman “olguya veya akla dayalı bir söylem fikrinden uzun zaman önce vazgeçmiş Türk meslektaşlar” ne yapmaktadır? Muhammed Ali gibi mi davranmakta; kendisine bir soru sorulduğunda dalga geçmenin gerçeği söylemek olduğunu söyleyerek dalga mı geçmektedir? Yoksa aslında sadece “güçlü adam” siyaseti değil, ona muhalif kamusal entelektüeller de derinden post-truth siyaseti mi içindedir? Muğlaktır elbette ama asıl dersi o özgül Türk tuhaflığı” olmayan Medeiros ekler: “Eğer böyle bir farkındalıkta alçakgönüllülük varsa, o da belki de post-truth deneyiminin bize daha darbeye dayalıklı ve umut edilir ki daha bilgece bir demokrasi inşa edebileceğimiz bir temel sağlayabileceğidir”. Gerçekten şaka gibi. Türk entelektüellerinin gerçeklikten kopuk olduklarını temel alarak gerçekliğin yerinin boş olduğunu; bu nedenle sadece Türklerin değil arz üzerindeki bütün entelektüellerin boşu boşuna olgusal gerçeklikle uğraşılmaması gerektiğini; bu boşluktan daha bilgece bir inşa başlatılabileceğini iddia etmeye şaka denmez de ne denir? Herşey yalan, gelin gerçeği o yalana bakarak inşa edelim!

Ancak işin bir de ciddi tarafı var. Medeiros o “özgül Türk tuhaflığı”nı tarif ederken “Türkler ve Türk siyasetini takip edenler için, post-gerçek terimi, uzun zaman önce öğrenilmiş bir dersi tanımlamak için kullanılan cafcaflı bir adlandırma listesinden [nomenclature] başka bir şey olamaz” demiyor muydu? Ya Amerikan dış politikasına ayarlı kamusal entelektüellerin dilinden düşmeyen “tek adam”, “rejim”, “otoriterlik”, “totaliterlik”, hatta “millet”, “sandık”, “seçim” vesaire de birer “cafcaflı bir adlandırma listesinden [nomenclature] başka bir şey” değilse?

(Eğer varsa Türkiye’de) bir post-truth siyaseti, biraz buralarda aranmalı. Siyasal bir rakibinden kuşku uyandırmaya çalışmak için onu bir parantez olarak “hakikat”i veya olgusal gerçekliği o parantez dışına konumlandırmak, Medeiros’un bahsettiğinden farklı da olsa, bir boşluk üretir. Ama o boşluk boş kalmaz, sizi trajediye de, ama en çok farsa da sürükleyebilir. Zaten asparagas da sanki bir şaka gibi ortaya çıkmamış mıydı? Sayısız örnek verilebilir ama yakınlardaki birini vermekle yetinirsek, Sinop’taki test merkezinde denenen füzelerin seslerinin turistleri ve balıkları ürküttüğü türü iddialar o boşluğun ürünü değil mi?

 

 

Ahmet Demirhan

Ahmet Demirhan: Ankara’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Konya Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Yüksek lisans ve Doktorasını tamamladı. Modernlik ve postmodernlik ekseninde teolojinin aldığı biçimler üzerine çeşitli derlemeler hazırladı. halen batı da vatan fikrinin gelişimi ile doğu’da hakimiyet telakkilerinin teşekkülü üzerinde çalışıyor.
Bazı eserleri: Modernlik (2004), İslamcı ve Puriten (2012), Kuruluş sarmalından kurtulmak; Osmanlı ve hakimiyet telakkileri(2019), Göbeğini kaşıyan adamın psikanalizi (2019)adlı çalışmaları var.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA