Arap ve İslam Ülkeleri Yeni Bir Askerî İttifak Kurabilir mi?

Gerçek soru şudur: İsrail’in saldırıları devam ettikçe Arap ve İslam ülkeleri dağınık kalmayı mı tercih edecek, yoksa tarihlerinde ilk kez gerçek bir ortak askerî ittifaka mı yönelecek? Bu sorunun cevabı, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’nun güvenlik haritasını belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacaktır.
Eylül 22, 2025
image_print

İsrail’in Doha’ya yönelik saldırısı, bölgesel dengelerde sıradan bir gelişme değil, aksine güvenlik mimarisinin kırılganlığını gözler önüne seren ve yeni bir dönemin işaretlerini veren bir dönüm noktası oldu. Bu saldırı yalnızca Katar’ı değil, tüm bölgeyi sarstı ve Arap-İslam dünyasında ortak bir güvenlik çerçevesi kurma ihtiyacı konusunda yeni bir tartışmayı tetikledi. Hemen ardından Doha’da olağanüstü bir zirve düzenlendi ve İslam ülkelerinin liderleri bu zirvede bir araya gelerek ortak bir tutum sergilemeye çalıştı. Zirve, İsrail’in artık sadece Filistin’i değil, bölgedeki başkentleri de doğrudan hedef aldığı gerçeğini teyit etti.

Doha zirvesinin en dikkat çekici sonuçlarından biri, Körfez İşbirliği Konseyi’nin Askerî Ortak Komitesi’nin toplantısı oldu. Komite, saldırının ardından bölgesel savunmayı güçlendirmek üzere bir dizi karar aldı. Bunların başında, Körfez ülkelerinin radar ve erken uyarı ağlarını birbirine bağlayarak herhangi bir füze veya hava tehdidine karşı hızlı tepki verebilmesi geldi. Ayrıca ortak askerî tatbikatların başlatılması kararlaştırıldı; kara, hava ve deniz kuvvetlerinin birlikte hareket edebilmesi için operasyonel koordinasyonun artırılmasına vurgu yapıldı. Komite ayrıca kriz anlarında ortak operasyonları yönetmek için bir komuta-kontrol merkezi kurulmasına, istihbarat paylaşımının genişletilmesine ve savunma sanayiinde ortak projelerin hayata geçirilmesine karar verdi. En dikkat çeken madde ise, Körfez ülkelerinin kolektif savunma ilkesine bağlılığını vurgulaması oldu. Yani herhangi bir Körfez ülkesine saldırı, tüm ülkelere yapılmış sayılacak.

Bu gelişmelerin hemen ardından, Suudi Arabistan ile Pakistan arasında imzalanan stratejik savunma anlaşması bölgesel denklemde yeni bir boyut yarattı. Anlaşma, iki ülkeden birine yapılacak herhangi bir saldırının diğerine yapılmış kabul edileceğini açıkça ifade etti. Daha da dikkat çekici olan, nükleer caydırıcılığın da bu anlaşmaya dahil edilmesiydi. Böylece Pakistan’ın nükleer kapasitesi, ilk kez bölgesel savunma konseptine entegre edilmiş oldu. Bu durum İsrail’e doğrudan bir mesaj niteliğindeydi: Ortadoğu’daki caydırıcılık dengesi artık sınırlı aktörlere bağlı değil, küresel düzeyde etki yaratabilecek İslam ülkeleri de bu denklemin içinde.

Suudi Arabistan bu süreçte yalnızca Pakistan’la değil, Türkiye ile de ilişkilerini derinleştirmeye yöneldi. Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey heyetler Ankara’ya giderek işbirliğini genişletme yollarını görüştü. Bu temaslar, aynı dönemde Mısır ve Türkiye arasında başlayan ortak askerî tatbikatlarla aynı zamana denk geldi. Geçmişte ilişkilerinde gerginlik yaşayan Kahire ve Ankara’nın sahada işbirliğine yönelmesi, İsrail tehdidinin iki ülkeyi yeniden yakınlaştırdığı şeklinde yorumlandı. Tatbikatlar, yalnızca bir askerî gösteri değil, aynı zamanda bölgesel güvenlik mimarisinde yeni bir sayfanın açıldığını da gösteriyordu.

Ancak tüm bu gelişmeler, İslam dünyasında güçlü ve birleşik bir askerî ittifakın hemen doğacağı anlamına gelmiyor. Öncelikle Körfez’de İsrail tehdidi konusunda farklı yaklaşımlar bulunuyor. Katar, Kuveyt ve kısmen Suudi Arabistan İsrail’i doğrudan güvenlik tehdidi olarak görürken, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn aynı sertliği göstermedi. Doha’ya saldırının ardından dahi, bu iki ülke İsrail büyükelçilerini geri çağırma yoluna gitmedi. Bu da Körfez içinde ortak bir tehdit algısının eksikliğini ortaya koyuyor ve birleşik bir askerî cephe kurulmasını zorlaştırıyor.

Bir diğer engel ise liderlik mücadelesi. Geçmişte Mısır’ın önerdiği “Arap NATO’su” fikri, Suudi Arabistan ve Kahire arasındaki rekabet yüzünden hayata geçirilemedi. Riyad, ekonomik ve dini ağırlığını öne sürerken, Kahire tarihsel askerî kapasitesini öne çıkardı. Sonuçta uzlaşı sağlanamayınca Suudi Arabistan Pakistan’la ittifak yoluna gitti, Mısır ise Türkiye ile yeni bir işbirliği başlattı. Böylece ortak bir şemsiye altında birleşmek yerine ikili ve üçlü eksenler ortaya çıktı. Bu da bölgesel caydırıcılığın dağınık kalmasına yol açıyor.

ABD’nin tutumu da tabloyu daha karmaşık hale getiriyor. Saldırının hemen ardından ABD Dışişleri Bakanı önce İsrail’i, sonra Katar’ı ziyaret etti. Ancak yaptığı açıklamalarda İsrail’i kınamak yerine, Katar’ın müzakerelere nasıl katkı sunabileceğine odaklandı. Bu durum, Washington’un İsrail’e koşulsuz desteğini bir kez daha gösterdi. ABD’nin bu tavrı, İslam ülkelerinin bağımsız bir askerî ittifak kurma ihtimalini zorlaştırıyor, zira bölge ülkelerinin büyük kısmı askerî teknoloji ve silah sistemlerinde hâlâ ABD’ye bağımlı.

İsrail tarafı ise saldırının ardından tehdit dilini sürdürdü. Birleşmiş Milletler’de İsrail temsilcisi, Katar’ı açıkça hedef alarak, Hamas liderlerinin Doha’da korunmaya devam etmesi halinde yeniden saldırabileceklerini söyledi. Bu açıklama, İsrail’in yalnızca Gazze ile sınırlı kalmayan, bölgesel çapta bir güvenlik sorunu haline geldiğini gözler önüne serdi. Bununla birlikte, Arap dünyasının tepkisi hâlâ parçalı bir şekilde ilerliyor: kimileri sert askerî yanıtı savunurken, kimileri diplomatik kanallara ağırlık vermekten yana.

Sonuç olarak, bölgede yaşanan gelişmeler bir “askerî blok” fikrinin giderek daha yüksek sesle konuşulmasına yol açtı. Doha’daki olağanüstü zirve, Körfez Askerî Komitesi’nin aldığı kararlar, Suudi Arabistan–Pakistan stratejik anlaşması, Mısır–Türkiye tatbikatları ve Riyad–Ankara temasları, hepsi birlikte düşünüldüğünde bir stratejik uyanışın işaretlerini veriyor. Ancak bu uyanış henüz bir bütünlüğe kavuşmuş değil. Ortak tehdit algısındaki farklılıklar, liderlik rekabeti ve ABD’nin İsrail’e verdiği açık destek, önümüzdeki dönemde böyle bir ittifakın kurulmasını zorlaştırıyor. Yine de İsrail’in saldırganlığı devam ettikçe, İslam dünyasında ortak bir güvenlik çerçevesi oluşturma fikri daha da güç kazanacak. Bugün atılan adımlar, gelecekte bölgesel caydırıcılık mekanizmalarının temeli olabilir; ama şu an için bu girişimler, büyük ölçüde niyet beyanı ve sınırlı işbirlikleri düzeyinde kalmaktadır.

Gerçek soru şudur: İsrail’in saldırıları devam ettikçe Arap ve İslam ülkeleri dağınık kalmayı mı tercih edecek, yoksa tarihlerinde ilk kez gerçek bir ortak askerî ittifaka mı yönelecek? Bu sorunun cevabı, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’nun güvenlik haritasını belirleyecek en önemli faktörlerden biri olacaktır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA