Köken bakımından “Semitik halklara karşıtlık” çağrışımı yapan antisemitizm, modern kullanımında neredeyse bütünüyle Yahudilere yönelen nefret ve ayrımcılığı ifade eder. Bu anlam daralması, salt etimolojik bir tesadüf değil; Avrupa’nın uzun yüzyıllara yayılan dinsel mirası, demografik gerçeklikleri ve siyasal dönüşümleriyle iç içe gelişmiş bir süreçtir. Avrupa tarihinde Yahudiler, gündelik hayatın içinde, hukuk düzeninin ve kentsel ekonomilerin merkezinde yer alan “içsel öteki” olarak var olurken; Müslüman topluluklar çoğunlukla Avrupa mekânının dışında tahayyül edilmiş, siyasî-askerî rekabetin veya oryantalist tahayyülün nesnesi olan “dışsal öteki” konumunda kalmıştır. Bu asimetri, “antisemitizm”in Semitik genişliğini kaybedip Yahudi karşıtlığına özgüleşmesini belirlemiştir.
“Antisemitizm” terimi, 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da ortaya çıkmış, günümüzde ise neredeyse evrensel düzeyde Yahudilere yönelik önyargı, nefret ve ayrımcılığı tanımlamak üzere yerleşmiş bir kavramdır. Bu kavramsal sabitleşmenin arkasında yalnız dilbilimsel veya etimolojik gerekçeler değil, Avrupa’nın sosyopolitik yapısı, demografik dengeleri ve tarihsel tecrübeleri yatmaktadır. Özellikle modern döneme kadar Avrupa’da Müslüman nüfusun yaygın biçimde yaşamamış olması, “antisemitizm” teriminin yalnız Yahudilere yönelik düşmanlıkla özdeşleşmesinde dolaylı ama belirleyici bir rol oynamıştır.
Terim, köken itibarıyla “Semitik halklara karşı düşmanlık” anlamına gelebilecek biçimde türetilmiş olsa da, dilbilimsel kökeniyle toplumsal kullanımı arasında belirgin bir kopukluk vardır. “Semitik” kavramı 18. yüzyılda dilbilimsel bir sınıflandırma olarak kullanılmaya başlanmış, Arapça, İbranice ve Amharca gibi dilleri konuşan halkları tanımlamak için geliştirilmişti. Ancak 19. yüzyılda Avrupa’da “ırk bilimi”nin yükselişiyle birlikte dilsel kategoriler ırksal kategorilere dönüştürüldü. Bu dönemde “Semitik ırk” kavramı teorik olarak Arapları, Yahudileri ve diğer bazı Ortadoğu halklarını kapsıyor olsa da, Avrupa bağlamında “Semit” sözcüğü neredeyse tamamen “Yahudi” ile eşanlamlı hale geldi. Wilhelm Marr’ın 1879 tarihli “Der Sieg des Judenthums über das Germanenthum” adlı broşüründe ilk kez “Antisemitismus” terimini kullanması da bu eğilimin sonucudur. Marr’ın “Semit” derken kastettiği doğrudan Yahudilerdi. Aynı yüzyılda şehirli ekonomilerde görünür ve etkili bir azınlık olan Yahudiler, sosyal kıskançlık, millî homojenlik beklentileri ve modernleşmenin yarattığı sarsıntılarla birlikte ideolojik bir hedefe dönüştüler; “antisemitizm” yalnız duygusal bir önyargı değil, örgütlü bir siyaset biçimi halini aldı. Buna karşılık Batı Avrupa’da Müslüman nüfus, Endülüs’ün tasfiyesinden sonra neredeyse yoktu; Balkanlar’daki Müslüman varlık ise Avrupa düşüncesinde merkezî bir toplumsal mesele değil, sınır bölgesinin olağan gerçekliği olarak görüldü. Oryantalizm bu uzaklığı kalıcılaştırdı. Müslümanlar “medenileştirilmesi gereken” dış toplumlar olarak kodlanırken, Yahudiler “içeride ama yabancı” figürü üzerinden tartışıldı.
Bu daralmayı hazırlayan tarihsel koşullar çok katmanlıdır. Avrupa’da Orta Çağ’dan itibaren Yahudiler, Hristiyan teolojisinin içsel “ötekisi” olarak konumlanmıştı. Hristiyanlık, kendisini Yahudilikten türeyen ama onu aşan bir hakikat olarak gördüğünden, Yahudiler teolojik olarak hem “Tanrı’nın eski halkı” hem de “İsa’yı reddetmiş olan sapkın topluluk” olarak algılandı. Bu dinsel miras, Avrupa toplumlarında Yahudilere karşı kalıcı bir kuşku, düşmanlık ve dışlama kültürünü yerleştirdi. Yahudiler ekonomik işlevleriyle (tefecilik, ticaret, finans) ve kültürel kapalı yapılarıyla farklılaşan, fakat tamamen dışarı atılamayan bir azınlık olarak Avrupa şehirlerinin “içerideki ötekisi” konumuna yerleşti.
Buna karşın Müslümanlar Avrupa tarihinde uzun süre “dışarıdaki öteki” olarak algılandı. Endülüs’ün 1492’de düşüşünden sonra Batı Avrupa’da Müslüman nüfus neredeyse tamamen ortadan kalktı. Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Balkan bölgelerinde Müslümanlar bulunsa da, bunlar Avrupa kültür coğrafyasının merkezinde değil, sınır bölgelerinde yer alıyordu. Dolayısıyla Avrupa toplumlarının gündelik hayatında Müslümanlar somut bir azınlık olarak bulunmadı; bu da Müslüman karşıtlığının içsel bir toplumsal refleks yerine, dışsal bir siyasî ve kültürel rekabet biçiminde yaşanmasına yol açtı. Oryantalist söylem bu farkı pekiştirdi: Müslümanlar geri kalmış, egzotik veya irrasyonel “Doğu”nun temsilcileri olarak konumlandırılırken, Yahudiler modernleşen Avrupa içinde asimile olmaya çalışan ama “yabancı” kabul edilen bir topluluk olarak görülüyordu.
Bu sosyolojik fark, terim düzeyinde de belirleyici oldu. 19. yüzyıl sonlarında Avrupa şehirlerinde görünür bir azınlık olarak Yahudiler, ekonomik rekabetin, ulusal homojenlik ideallerinin ve sosyal dönüşümlerin odağına yerleştiler. “Antisemitizm” bu dönemde yalnızca bir duygusal önyargı değil, aynı zamanda ideolojik bir hareketin adı haline geldi. Almanya ve Avusturya’daki antisemitik partiler, Yahudi karşıtlığını ırk temelli bir siyaset biçimine dönüştürdü. Bu esnada Avrupa’da Müslüman toplulukların bulunmayışı, terimin “Semitik halklara karşı nefret” anlamında genişlemesini fiilen imkânsız kıldı.
İkinci Dünya Savaşı bu kavramsal süreci kalıcı biçimde sabitledi. Nazi Almanyası’nın Yahudilere yönelik soykırımı, antisemitizmi insanlık tarihinin en dramatik nefret biçimlerinden biri olarak tarihe kazıdı. Holokost sonrası dönemde terim, yalnızca tarihsel bir olguyu değil, aynı zamanda etik ve politik bir duyarlılığı ifade eder hale geldi. Uluslararası kurumlar, akademik çevreler ve medya dilinde “antisemitizm” artık yalnız Yahudilere yönelmiş nefretin adıydı. Bu bağlamda, kavramın “Semitik” köküne rağmen Arapları ya da diğer halkları kapsamadığı genel kabul gördü. Bu kavramsal sabitleşmenin sürdürülmesinde yalnız tarihsel miras değil, savaş sonrası dönemin kültürel ve hukuksal yapısı da belirleyici olmuştur. 1945 sonrası Avrupa, hem kendi suç hafızasıyla yüzleşmek hem de yeni bir ahlaki düzen kurmak amacıyla antisemitizme özel bir dikkat geliştirdi. Yahudi soykırımı, nefretin ve ırkçılığın nihai uç noktasını temsil ettiğinden, antisemitizmin yalnız Yahudilere özgü bir nefret biçimi olarak tanımlanması uluslararası kurumlar tarafından da norm haline getirildi. Birleşmiş Milletler, UNESCO ve daha sonra kurulan Avrupa Konseyi gibi kuruluşların belgelerinde antisemitizm terimi, sistematik biçimde Yahudilere yönelik düşmanlıkla özdeşleştirildi. Bu durum, terimin tarihsel olarak daralmasının ahlaki bir meşruiyet kazanmasına yol açtı.
Avrupa’da Müslüman nüfusun anlamlı ölçekte artışı ise 1950’lerden sonra, sömürge sonrası göç dalgalarıyla gerçekleşti. Fransa’ya Cezayirli, Almanya’ya Türk, İngiltere’ye Pakistanlı işçilerin gelişiyle birlikte Müslüman karşıtlığı yeni bir toplumsal mesele haline geldi. Ancak bu dönemde “antisemitizm” kavramı çoktan Yahudilerle özdeşleşmişti. Müslümanlara yönelik önyargı ve nefret için “Islamophobia” terimi kullanılmaya başlandı; böylece her iki olgu ayrı kavramsal ve tarihsel kategorilere ayrıldı.
Günümüzde bu ayrım, kimi zaman kavramsal tartışmalara yol açmaktadır. Bazı araştırmacılar, “antisemitizm” teriminin yalnız Yahudilere özgülenmesinin, Arap veya diğer Semitik halklara yönelik ırkçılığın görünmezleşmesine neden olduğunu savunur. Buna karşın çoğu tarihçi, antisemitizmin özel olarak Yahudilere odaklanmasının tarihsel bağlamının vazgeçilmez olduğunu vurgular. Zira terim, sıradan bir etimolojik alanı değil, modern Avrupa’nın kendi iç travmasını temsil eder. Holokost’tan sonra antisemitizm yalnız bir nefret biçimi değil, aynı zamanda ahlaki bir uyarı, toplumsal belleğin korunması gereken bir sembolü hâline gelmiştir.
Sonuç olarak, “antisemitizm” teriminin yalnız Yahudilere yönelik düşmanlığı simgeleyen bir anlama kavuşması, dilbilimsel bir rastlantıdan ziyade, Avrupa tarihinin özgül dinî, demografik ve ideolojik koşullarının ürünüdür. Müslümanların Avrupa içindeki yokluğu, Yahudilerin ise hem “içerideki öteki” hem de “modernitenin sınır figürü” olarak konumlanması, kavramın anlamını belirleyen temel etken olmuştur. Holokost sonrası dönemde ise bu anlam hem etik hem de politik düzlemde sabitlenmiş, “antisemitizm” kelimesi artık tarihsel olarak ve normatif olarak yalnız Yahudi karşıtlığını ifade eden bir terim haline gelmiştir. Avrupa’nın iç dinamikleri, dinsel mirası, demografik geçmişi ve Holokost sonrası oluşturduğu değer sistemi, bu terimi Yahudi karşıtlığına indirgemekle kalmamış; onu Batı uygarlığının kendi kendine verdiği ahlaki bir dersin adı hâline getirmiştir.
