Final Görevimiz Tehlike filminin ilk bölümünde unutulmaz bir sahne var: Binlerce devlet memuru, devasa bir salonda, dijital dosyaları eski tip daktilolarla sade beyaz kâğıtlara aktarıyor. “Varlık” (the Entity) adıyla bilinen süper akıllı bir algoritma—her şeyi bilen, her yerde olan bir yapay zekâ formu—kendi sınırlarının dışına taşmayı başarmış (teşekkürler, Ruslar), dünyanın bilgisayar ağlarını delik deşik etmiş ve gezegeni yönetmeye hazırlanıyor. Onu yavaşlatmanın tek yolu hükümet bilgisayarlarını fişten çekip analog sisteme geçmek. Ama bu da işe yaramıyor. İkinci bölüm başladığında Varlık, nükleer silahların neredeyse tamamını ele geçirmiş ve onları bize çevirmiş durumda.
İnsanlık kıyametle burun buruna. Onu durdurabilecek tek bir adam var. Zaman daralıyor. Lalo Schifrin’in o meşhur müziği devreye giriyor…
Mission: Impossible – Final Reckoning, çok iyi bir aksiyon filmi olduğu inkâr edilemez. Yavaş başlayan temposu, biraz abartılı diyalogları ve gereksizce uzun süresi var ama dublör sahneleri olağanüstü (ki bu kadar pahalıya mal olmuş bir film için bu da beklenir). Tom Cruise’un okyanusun dibinde “o bildik Tom Cruise şeyini” yaptığı bir sahne montajı var ki, kelimenin tam anlamıyla koltuğumun ucuna geldim. (Spoiler vermeyeceğim.) Büyük final, insan direncine adanmış bir marş gibi adeta.
Ama filmi asıl ilginç kılan şey, değişim içindeki dünyanın ruh hâlini bu kadar iyi yakalıyor olması. Böyle yüksek tempolu bir casusluk serisinin son filminin, durdurulamaz bir teknolojik devrim karşısındaki derin korkularımızı bu kadar etkili biçimde işleyebileceğini hiç beklemiyordum. Oscar ödüllü senarist ve yönetmen Christopher McQuarrie, adeta gazetelerin manşetlerinden ve kutsal metinlerden kopup gelen bir hikâyeyi bize sunduğu için övgüyü hak ediyor.
+++
Filmin her köşesine sinmiş dinsel sembolleri kısaca gözden geçirmeme izin verin.
Her şeyin üzerine çöken yaklaşan bir kıyamet var: Bu, Varlık tarafından tetiklenen küresel bir nükleer felaket olarak, ileriye dönük bir sahnede tasvir ediliyor. İyilikle kötülüğün savaşı anlatılıyor ve Tom Cruise’un canlandırdığı Ethan Hunt—bariz bir Mesih figürü—insanlığı görünmez, kötü niyetli bir düşmandan kurtarmakla görevlendiriliyor. Hunt’ın görevi, kayıp bir anahtarın iki yarısını bulup birleştirmek (diğer bir deyişle, gökle yeri uzlaştırmak) ve böylece evrende barışı yeniden sağlamak. Ancak önce çöle kaçmalı, mutlak gücün ayartılarına direnmeli, Sheol’un (ölüler diyarının) derinliklerine inmeli ve göğün zirvesine yükselmelidir. Acısı ne olursa olsun, bedeli neye mal olursa olsun, arkadaşları uğruna hayatını feda etmeye hazırdır.
Bir de dünyanın liderleri var: Düşkün ve zavallı bir ırkın kabile reisleri… Felaket kapıya dayanmışken bile güce tutunmaktan vazgeçmeyen beceriksiz yöneticiler. Varlık hepsini tehdit ediyor ama hiçbiri nükleer cephaneliklerini devre dışı bırakmaya yanaşmıyor; çünkü diğerlerinin avantaj elde edeceğinden korkuyorlar. Tam da bu güvensizlikleri ve hırsları, Varlık’ın planını mümkün kılıyor. Yine de Hunt’ın kurtarmaya geldiği günahkârlar bunlar.
Sonra Varlık’ın ta kendisi geliyor sahneye: “Tanrısız, devletsiz, ahlaksız bir düşman”; insanlığı yok etmek istiyor ama bunu neden yaptığı tam olarak belli değil. Karakterler onun hakkında “Anti-Tanrı” olarak konuşuyor ve onun “seçilmiş elçisi” Gabriel’i (Hunt’ın şık giyimli ve daha görünür düşmanı) “karanlık bir mesih” olarak nitelendiriyor. Şeytan gibi, Varlık da mücadelesini hakikate saldırarak yürütüyor. Ve çok geçmeden, onu taparcasına takip eden fanatik bir tarikat ortaya çıkıyor. Hunt’ın üstleri Varlık’ı kontrol etmek istiyor ama yalnızca Hunt, gücün baştan çıkarıcılığına kapılmadan, gerçeği net şekilde görebiliyor: İyilikle kötülüğün bilgisine kimse sahip olmamalı. Varlık yok edilmelidir. Ve destansı bir savaşın ardından Hunt bunu başarır: Deccal karakterini öldürür ve Anti-Tanrı’yı dijital bir dipsiz kuyuya hapseder.
Lastik maskeleri ve göz kamaştırıcı dublör sahneleri bir kenara bırakıldığında, son Görevimiz Tehlike filmi 2025’in en derin sorularından bazılarını sorguluyor. Hepimiz, yapay zekânın dünyayı bildiğimiz hâliyle altüst edeceğini içten içe hissediyoruz. Bize çok şey kazandıracağını biliyoruz; ama aynı zamanda insanın doğası gereği onu kötüye kullanacağından da eminiz. Aden Bahçesi’nde açığa çıkan o iki karşıt güç—insanın dünyaya egemen olma hakkı ile kötülüğe duyduğu inatçı eğilim—yeterince zaman tanındığında her şeyi yok edecekmiş gibi görünüyor.
Filmdeki bazı anlarda bu karamsar içgörü karakterlerin zihninde beliriyor gibi oluyor; yüzlerinde şok, kabulleniş ve yenilmişlik ifadeleri okunuyor. “Yazılmış olan yazılmıştır,” diye sırıtarak söyleniyor Gabriel; efendisinin (Varlık’ın) tüm olası gelecekleri hesaplayıp kontrol etme kabiliyetinden emin. Bazı iyilerse durumu daha sade bir ifadeyle özetliyor: “Şah mat.” Bu devasa ve çirkin güç karşısında, sarsılmazlığıyla bilinen Ethan Hunt bile pes etmeye meyilli görünüyor. Varlık çok güçlü. Kazanmanın hiçbir yolu yok.
Filmin bu melankolik ruh hâli yalnızca kıyamet temalı olay örgüsünden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda, kökleri Bill Clinton döneminin naif günlerine uzanan, çok sevilen 30 yıllık bir serinin sona erme süreci de bu ruh hâline katkı sağlıyor. McQuarrie geçmiş karakterleri yeniden canlandırmak, yeni olayları eskilere bağlamak ve seriye daha derin bir anlam kazandırmak için yoğun çaba sarf ediyor (belki biraz fazla). Verdiği mesaj şu: Bu sadece bir aksiyon dizisi değildi. Bu, insanlığın kaderine dair bir anlatıydı.
Elbette, serinin esas işlevi çoğunlukla Tom Cruise’a bir araç olmaktı. “Son film yıldızı” olarak anılan Cruise, Jackie Chan’e benzer şekilde tüm tehlikeli sahneleri kendi yapan biri olarak Görevimiz Tehlike’yi Paramount için bir nakit makinesine dönüştürdü. Ama artık 62 yaşındaki Cruise yorgun görünüyor. Akranlarına kıyasla çok daha uzun süre dinç kalmayı başardı ama yıpranmanın izleri sonunda ortaya çıkmaya başladı. Bedenin bir sınırı var. Yaşamının alacakaranlığında Cruise—kendi içinde bir Scientology mesih figürü olan bu adam—artık kendisinin bile kazanamayacağının farkında gibi duruyor.
Sonuç olarak, film eski bir dünyanın yavaşça elden kayıp gitmesinin nostaljik huzursuzluğuyla dolu. Bu huzursuzluk, gerçek dünyamızı tehdit eden bir kötü karakterle bağlantılı olduğu için de izleyiciyi derinden etkiliyor. Finaldeki montaj sahnesinde iyiler Londra’daki bir meydanda garip bir buluşma gerçekleştiriyor; birbirlerine kelimesiz gülümseyip farklı yönlere doğru uzaklaşıyorlar. Bu sahne seyirciye bir kapanış hissi vermek üzere tasarlanmış, ama o gülümsemeler yorgun ve huzursuz. Karakterler de bunun bir Pirus zaferi olduğunun farkında gibiler.
+++
Ben de herkes kadar yapay zekâ devrimi konusunda endişeliyim. Ulusal güvenlik tehditlerini bir kenara koysak bile, milyonlarca işin ortadan kalkmasıyla birlikte ortaya çıkacak amaçsızlık duygusu, medyadaki gerçeklik algısının bozulması ve insanların AI’yı yeni bir vahiy kaynağı olarak görmeye başlaması gibi riskler söz konusu. Binlerce yıl boyunca çok daha saçma şeylerin önünde eğildiğimizi düşünürsek, bazılarımızın bir noktada yapay zekâya tapmaya başlaması hiç de uzak bir ihtimal değil.
Bu, tam anlamıyla bir “Frankenstein canavarı” ve liderlerimiz bu riskleri azaltmak için cesurca adımlar atmak zorunda. Ama bilge olmamız gerektiği kadar, korkmamıza da gerek yok. Bu filmi daha önce izledik.
Pek çok Hristiyan, havarilerin tarihin iki yönlü bir akışa sahip olduğunu düşündüğünü unutuyor: Onlara göre, her şey aynı anda hem daha iyiye hem de daha kötüye gidecekti, ta ki tarihin doruk noktasına ulaşana kadar. Yapay zekâ ne kadar zeki olursa olsun, nükleer silahlar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, Mesih sonunda zaferle geri dönecek ve her şeyi çözecek. Bu, aslında gerçekten de yazılmış bir şey. Biz zaten bizi yok etmek isteyen kötü niyetli, görünmez bir süper zekânın varlığına inanıyoruz; ama aynı zamanda kazanacağımıza da inanıyoruz. İşte bu güvenle hareket eden biri olarak, en son bizim paniğe kapılmamız gerekir.
Yapay zekâ devrimi, felakete dönüşebilecek her özelliğe sahip. Ama Hristiyan için felaketler yeni değil; o, yatağa giderken ertesi sabah güneşin doğacağından emindir—çünkü tarihin Tanrısı bunu garanti eder. Her felaket, bir sonraki mucizenin tohumlarını taşır.
Sinemadan çıkarken, aklımda yüzlerce memurun daktilolara hırsla vurarak çalıştığı o sahneyle gülümsedim. Belki bana özgüdür ama eğer süper zeki AI’nın gelişi bizi sonunda 1990’ların analog dünyasına geri götürecekse, bu o kadar da korkutucu gelmiyor. Daktilolar, VHF telsizler, kâğıt ve kalemler—işte bu, yaşayabileceğim bir kıyamet senaryosu.
Kaynak: https://providencemag.com/2025/06/whos-afraid-of-the-anti-god /