Amerika’nın Krizi Manevidir

Sadece kim olduğunu bilen bir halk kendini gerçekten yönetebilir. Bizim görevimiz, Kurucuların bildiği gerçeği hatırlamaktır: Bizler evrimin kazara oluşmuş ürünleri, yalnızca ekonomik birimler ya da yönetilecek kimlik kategorileri değiliz. Bizler, Yaratıcımız tarafından haysiyet, amaç ve devredilemez haklarla donatılmış, ilahi surette yaratılmış varlıklarız. Yeterince Amerikalı bu gerçeğe uyandığında, Cumhuriyetimizin yeniden tesisi için yasa çıkarmaya gerek kalmayacaktır.
Ekim 29, 2025
image_print

Amerika’nın krizi öncelikle politika ile ilgili değildir. Kimlikle ilgilidir. Kim olduğumuzu unuttuk.

Bir zamanlar hakları Tanrı vergisi olarak gören bir ulus, artık onları hükümetin verdiği ayrıcalıklar olarak değerlendiriyor. Çocuklarımıza nasıl düşünecekleri değil, ne düşünecekleri öğretiliyor. Siyasetimiz, parti sadakatini aşan ahlaki düzeni terk ettiğimiz için kabile savaşına dönüştü. Ve hükümet, manevi yoksulluğumuzla doğru orantılı olarak büyüyor.

Çözüm Washington’dan gelmeyecek. Kurucularımızın bildiği, fakat bizim unuttuğumuz üç temel hakikati yeniden hatırlamamız gerekiyor.

Birincisi: Eğitim, İndoktrinasyon Değil, Özgürleştirme Olmalıdır

Bugün çoğu Amerikan devlet okuluna adım attığınızda karşınıza çıkan şey eğitim değil, şartlandırmadır. Eleştirel Irk Teorisi, çocukları ten renklerine göre yeniden paketler. Cinsiyet ideolojisi, beş yaşındaki çocuklara bedenlerinin onlara yalan söylediğini söyler. Amerikan tarihi, düzenli özgürlüğün en büyük zaferinin öyküsü olarak değil, kesintisiz bir baskı anlatısı olarak öğretilir.

Bu, ideolojik bir kuşatmadır. Genç kalpler ve zihinler bir kez ideoloji tarafından ele geçirildi mi, katılaşırlar. Aklın yerini sloganlar alır. Diyalog imkânsız hale gelir.

Gerçek eğitim, şu ebedi soruları sorar: Ben kimim? Gerçek nedir? İyi bir yaşamı oluşturan nedir? Bunlar tarafsız, insani sorulardır. Ancak okullarımız bu soruları sormayı reddediyor; onun yerine nihilizme sürükleniyor ve oluşan boşluğu kin ve şikâyetle dolduruyor. Bilgelikle değil, ideolojiyle yetiştirilen bir nesil, kendi kendini yönetemez.

Çözüm açıktır: okul seçme özgürlüğü, klasik eğitim ve Büyük Kitaplara dönüş. Çocuklarının nerede eğitim alacağına ebeveynler karar versin. Öğrencileri Platon, Shakespeare ve Federalist Makalelerle yüzleşmeye zorlayan müfredatı geri getirin. Onlara aktivizmden önce felsefeyi, ideolojiden önce mantığı öğretin. Eğitim; yalnızca itaat eden bireyler değil, düşünebilen yurttaşlar yetiştirmelidir.

İkincisi: Evrensel Ahlak Yeniden Ortak Değer Haline Gelmelidir

“Başkalarına, onların sana yapmasını istediğin gibi davran” şeklindeki Altın Kural, tüm büyük medeniyetlerde ve dinlerde yer alır; çünkü bu kural, gerçekliğin dokusuna işlenmiş bir hakikati yansıtır. Hristiyanlık bunu öğretir. Yahudilik bunu öğretir. Hatta Hindistan’ın kadim Vedik geleneği bile senin içindeki ilahi kıvılcımla benim içimdeki ilahi kıvılcımın en derin düzeyde aynı olduğunu kabul eder. Başkasına zarar vermek, nihayetinde kendine zarar vermektir.

Bu, insan görüşlerinin üzerinde var olan nesnel bir ahlaki yasanın kabulüdür. Kurucular, buna “Doğa ve Doğanın Tanrısı”ndan türeyen doğal yasa adını verdiler. Bu aşkın ahlaki temel olmadan siyasetin, daha yüksek bir otorite tanımayan hizipler arasında güç mücadelesine dönüşeceğini kavramışlardı.

Günümüzün sol çevreleri bu çerçeveyi büyük ölçüde terk etmiş; aşkın ahlakı, toplumsal baskıyla dayatılan değişken kültürel tercihlerle değiştirmiştir. Haklar, hükümetin söylediği her şeye dönüşmüştür. Erkekler beyan yoluyla kadın olur. Hayat, bir armağan olmaktan çıkıp bir tercihe dönüşür. Sabit bir ahlaki yasa olmadığında her şey pazarlığa açık hale gelir ve eninde sonunda hiçbir şey kutsal kalmaz.

Muhafazakârlar bu kaosa yalnızca karşı çıkmamalıdır. Alternatifi açıkça ifade etmeliyiz. Amerika’ya, ahlakın inşa edilmediğini, keşfedildiğini hatırlatmalıyız. Cinayeti yasaklayan aynı ahlaki yasa, Tanrı’nın emriyle başkalarına onurla davranmamızı da zorunlu kılar.

Üçüncüsü: Transandantal Olanın Önünde Alçakgönüllülüğü Geri Getirmeliyiz

Kurucular “Doğa ve Doğanın Tanrısı”ndan söz ettiklerinde, bir gerçeği kabul ediyorlardı: ahlaki bir düzen, hükümetin, demokrasinin ve insan iradesinin üzerinde var olur. Anayasamız, haklarımızın hükümetten değil, Yaratıcımızdan geldiğini kabul eder.

Bu anlayış bir zamanlar hem devleti hem de insan egosunu dizginliyordu. Eğer Tanrı egemense, Sezar değildir. Eğer haklar ilahi kaynaktan geliyorsa, hiçbir yasama organı bunları meşru biçimde ilga edemez. Eğer hepimiz Tanrı’nın suretinde yaratılmışsak, hiçbir insan harcanabilir değildir, hiçbir sınıf doğası gereği zalim değildir ve hiçbir kimlik kategorisi ahlaki üstünlük iddia edemez.

Ama Tanrı’yı unuttuğumuzda —ya da O’nu siyasi bir süs eşyasına indirgediğimizde— bu sınır da ortadan kalkar. Devlet Tanrı olur. Siyaset din olur. Ve devlet kıskanç bir tanrı olduğundan, evlilik, aile, cinsiyet ve gerçeğin kendisi gibi tanımlara mutlak sadakat talep eder.

Bunun panzehiri sahici bir inançtır — kültürel kimlik ya da siyasi kabilecilik biçiminde değil; aşkın olanla yaşanan bir karşılaşma olarak inanç. Tanrı’yı tanıyan bir yurttaş topluluğu, hükümet tarafından yönetilmeye daha az ihtiyaç duyar. Kendini daha yüce bir yasaya karşı sorumlu gören bir halk, en gerçek anlamda zaten kendi kendini yönetmektedir.

Tocqueville’in gözlemlediği gibi: “Despotizm inançsız yönetebilir, ama özgürlük yönetemez.” Özgürlük erdem gerektirir; erdem ise benliğin ötesinde bir şeye inancı. İşte bu yüzden, ateist rejimler kaçınılmaz biçimde totaliter hale gelir. Tanrı olmadan, boşluğu doldurmak için devlet devreye girer.

Meselenin Özü

Amerika’nın Kurucuları, ahlaklı ve dindar bir halk için bir sistem yarattılar. Bu temelin yokluğunda sistemin çökeceğini biliyorlardı. John Adams bunu açıkça ifade etmiştir: “Anayasamız yalnızca ahlaklı ve dindar bir halk için yapılmıştır. Başka herhangi bir halkın yönetimi için tamamen yetersizdir.”

Bu kehanetin gerçekleştiğine tanıklık ediyoruz. İnanç geriledikçe, hükümet ilerliyor. Aşkın ahlak zayıfladıkça, bürokratik denetim genişliyor. Eğitim indoktrinasyona dönüştükçe, özgürlük imkânsız hale geliyor.

Ama umut var: Siyasi restorasyon, ruhani uyanışın ardından gelir — tersi değil. Yeni bir Anayasa’ya ihtiyacımız yok. Eskisini anlayan yeni bir nesle ihtiyacımız var. Daha iyi politikacılara değil, daha iyi vatandaşlara ihtiyacımız var. Daha fazla yasaya değil, daha fazla bilgelik ve ferasete ihtiyacımız var.

İlerlemenin yolu, çocuklarının zihinleri için mücadele edecek ebeveynlerden, kültürümüzün unuttuğu ahlaki kelime dağarcığını yeniden kazanacak vatandaşlardan ve nihai otoritenin hükümet değil Tanrı olduğuna göre yaşayacak inananlardan geçiyor.

Sadece kim olduğunu bilen bir halk kendini gerçekten yönetebilir. Bizim görevimiz, Kurucuların bildiği gerçeği hatırlamaktır: Bizler evrimin kazara oluşmuş ürünleri, yalnızca ekonomik birimler ya da yönetilecek kimlik kategorileri değiliz. Bizler, Yaratıcımız tarafından haysiyet, amaç ve devredilemez haklarla donatılmış, ilahi surette yaratılmış varlıklarız.

Yeterince Amerikalı bu gerçeğe uyandığında, Cumhuriyetimizin yeniden tesisi için yasa çıkarmaya gerek kalmayacaktır. Bu, kimliğini ve Tanrı’sını yeniden keşfeden bir halkın içinden kendiliğinden doğacaktır.

O zamana dek görevimiz açıktır: Bilgelik için eğitim vermek, zamana direnen ahlakı savunmak ve hükümete tek meşru otoritesini veren O’nun önünde eğilmek. Çünkü ancak Tanrı’nın önünde alçakgönüllülükle, insanların zulmüne direnme gücünü bulabiliriz.

Kaynak: https://www.americanthinker.com/articles/2025/10/america_s_crisis_is_spiritual.html

SOSYAL MEDYA