Ahlat Şehri Ve Ahlatşahlar

Ahlatşahlar zamanında Ahlat halkı Türkçe, Farsça ve başka bir dil konuşuyordu. Çok canlı bir ticaret şehri olan Ahlat, aynı zamanda Bağdat'ı aratmayacak kadar bir eğlence merkeziydi. Sık sık yapılan şenliklere tüm halk katılırdı. Halkının yabancılardan hoşlanmadığı da kaynaklarda belirtilir. Esnaf ve sanatkarlarının çokluğundan dolayı şehirde, sosyal ve siyasi hayatta etkisini kuvvetle hissettiren bir Ahi teşkilatı meydana gelmişti.
Ağustos 25, 2025
image_print

Belleten, sayı 197-1986

Prof. Dr. FARUK SÜMER

  1. BÖLÜM

Van gölünün kuzey batı kıyısında bulunan bu tarihî şehir, İslâm devrinde büyük, küçük on iki devlet veya hânedanın idaresi altında kalmıştır: Emeviler, Abbasiler, Kaysiler veya Süleymoğulları, Mervaniler, Ahlatşahlar, Eyyubiler, Selçuklular, Moğollar, Rûzegiler veya Bidlis hâkimleri hânedanı, Ak Koyunlular, Safeviler ve Osmanlılar. Fakat bu makalede Ahlat’ın tarihi Emeviler-Abbâsiler, Selçuklular, Moğollar-Türkmenler ve Osmanlılar olmak üzere dört devre ayrılarak incelenecektir.

  1. EMEVİLER-ABBASİLER DEVRİ:

Ahlat’ın adının, bölgenin bilinen en eski sâkinleri olan Urartular’dan geldiği ve bu kavmin şehre “Halads” dediği kabul edilmiştir. Urartular’ın dillerinin incelenmesi, bu kavmin ne Hind-Avrupalı ne de Sâmi soylarına mensup olmadığını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Urartular’ın dilleri de Türkçe gibi, eklemeli bir dildir. Ermeniler şehrin adını Şaleat (Şaliat), Süryaniler Kelath, Arablar Hilât, İranlılar ve Türkler Ahlât şeklinde ifade etmişlerdir. Ahlat. Hazret-i Ömer devrinde büyük kumandanlardan Cezîre fatihi İyâd B. Ganm tarafından Bidlis ve diğer bazı şehirler ile birlikte İslâm devletinin hâkimiyeti altına sokulmuştu (H. 20 = M. 640-641). Yapılan andlaşmaya göre Ahlat beyi (batrik, patriçi) de, Bidlis beyi gibi, İslâm devletinin himâyesinde olacak ve buna karşılık kararlaştırılan vergiyi ödeyecektir. Hazret-i Osmân devrinde (644-656) yine meşhur kumandanlardan Habib b. Mesleme el-Fihri Doğu Anadolu’da harekâtda bulunurken İyâd ile Ahlat beyi arasında yapılan andlaşmayı tasdik etti. Muaviye’nin ölümünden sonra başlayan dahili mücadeleler esnasında Van gölü çevresindeki halk da isyan ederek Bizans imparatorluğuna tâbi oldular ise de Abdülmelik’in kardeşi Cezîre vâlisi Muhammed b. Mervân tarafından şiddetli bir şekilde cezalandırıldılar. Bu bölge de Cezîre vâliliğine bağlandı ve gönderilen âmillerce idare edildi. Habîb b. Mesleme Van gölündeki “et-tirrîh” adı verilen balığın tutulması işi ile ilgilenmemişti. Muhammed b. Mervân ise gölde balık tutulmasını artırma yolu ile sattırmış ve oğlu Mervân da böyle hareket etmişti. Osmanlı devrinde de aynı şey yapılıyordu. Aradaki fark Muhammed ile oğlunun balığın satışından elde edilen meblağı şahsî gelirleri arasına dahil etmiş olmaları idi. Halbuki Osmanlı devrinde bu para Van gölü çevresindeki şehir ve kalelerde vazife gören askerin maaşına tahsis edilmişti. 112 (730-731) yılında Azerbaycan vâlisi, el-Cerrah b. Abdullah’ın Erdebîl çayırlığında Hazarlar’a yenilip şehid düşmesi üzerine Hazarlar akınlarını Musul yakınlarına kadar uzattıkları gibi, bir çok yerlerde de karışıklıklar ve başkaldırmalar çıkmasına sebebiyet verdiler. Halife Hişâm, Âzerbaycan vâliliğini vererek Saîd el-Haraşî’yi Hazarlar ile mücadeleye memur etti. Erzen’den Ahlat’a gelen el-Haraşı kapılarının kendisine açılmadığını görünce, şehri muhasara ve zapt etti. Ahlat’ta eline geçirdiği ganimeti askerlerine dağıttıktan sonra el-Haraşi, Er-Rân’a doğru yollandı. Abbâsiler devrinde de Ahlat ve daha geniş bir ifade ile Van gölü çevresinde mahallî hânedanlar mevkilerinde bırakıldıkları gibi Emevîler zamanındaki idarî teşkilât da aynen muhafaza edildi. Hatta Musul ve Diyarbekir bölgesindeki haricilik faaliyetleri de Abbâsiler devrinde yeniden baş göstermiş ve bu faaliyetler vakit vakit Ahlat’a kadar yayılmıştı. Nitekim 176 (792-793) yılında Nusaybin’de zuhur eden el-Fazl el-Hâricî bura halkından harac aldıktan sonra Dârâ, Âmid (Diyarbakır) ve Erzen ile Ahlatlıları da para vermeye mecbur bırakmıştı. İki yıl sonra (178=794) yine el-Cezîre bölgesinden çıkan el-Velid b. Tarîf et-Tağlibî adlı diğer bir haricî de Ahlat’ı kuşatıp halkından otuz bin dinar para almıştı. 826-851 yılları arısında Ahlat beyinin (patriçi) Aşot oğlu Bakrat olduğu bildiriliyor. Fakat bu beyin Abbasiler’in o bölgedeki välilerine tâbi olduğu ve onlara vergi verdiği şüphesizdir. 237 (851) yılında Diyarbekir ve Van gölü çevresinde çıkan karışıklıkları mahalli idareciler bastıramadıklarından âsilerin üzerine Samarra’dan Büyük Boğa gönderildi. Büyük Boğa buyruğundaki Türk askerleri ile Mûsa b. Zurrâra’yı yakalayıp Van gölü çevresinde dirlik ve düzenliği yeniden kurdu. Halife el-Müsta’în devrinde Doğu Anadolu vâlisi Ali b. Yahya el-Ermenî 249 (863) yılında Ahlat’dan Meyyâfärikîn’e gelirken Zü’l-Karneyn mağarası civarında Bizanslılar’ın hücumlarına uğrayarak şehid olmuştu. Gerek Ali b. Yahya el-Ermenî’nin, gerek ondan bir kaç ay önce de Malatya emîri Ömer b. Ubeydullah’ın şehadetleri ve Bizans baskısının artması, başta Bağdad olmak üzere, birçok İslâm şehirlerinde üzüntü ve heyecan yaratmış ve halk ciddî tedbirler alınması için şikâyette bulunmuş, gürültü ve hatta karışıklıklar çıkarmıştı. IX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Abbâsî imparatorluğunun zayıflamaya başlaması ve parçalanmaya doğru gitmesi her yerde olduğu gibi, Doğu Anadolu’da da tesirini gösterdi. Ermeni Bagratunî hânedanının ehemmiyet kazanması ve nüfuz sahasını genişletmesi bu husus ile ilgilidir. Hatta şehirlerde yerleşmiş olan Arablar ile âmil ve emîrler Ermenî kırallarını veya Bizans imparatorlarını metbu tanımak zorunda kaldılar. Bu Arab âmil veya emîrlerinden biri olan Ebûl-Verd (Bizans kaynağında Apelbart) Bagratuni Ermeni kıralı Aşot’u (862-890) metbu tanıyor, Malazgird’den başka Ahlat (Ehliat), Erciş (Ardacès) ve Bargiri (Perkri) şehirlerine de hâkim bulunuyordu. Kays Arabları’nın Süleym boyuna mensup olan Ebû’l-Verd öldükten (867) sonra yerine oğlu Abdu’l-Hamid geçti. Ona da oğlu EbûSevâde halef oldu. Ebû Sevâde kıral Sembatın ölümü (914) üzerine adı geçen yerleri müstakil olarak idare etti. 316 (928) yılında Bizans imparatoru Romanus Lecapenus’un meşhur doğu “domestik’i” J. Kurcuas Ahlat ve Bidlis’i zapt etti. Her iki yerde de câmilerdeki minberleri kaldırtıp yerlerine birer haç koydurdu. Bunun üzerine Erzen ve diğer yerlerin halkı büyük bir korkuya kapılarak oturdukları yerlerden göç ettiler. ileri gelenleri Bağdad’a gidip yardım istediler ise de kendilerine ümid verici bir va’dda bile bulunulmadı. Üç yıl sonra (319=931) Bizanslılar Ermeni kıralı el-Dirânî yani Gagik’in ve diğerlerinin tahriki üzerine yeniden bölgede göründüler. Ahlat ile Bargiri yörelerini korkunç bir şekilde yağmaladılar. çok Müslüman öldürdüler ve bir çoğunu da tutsak aldılar. Bu hücumlar üzerine Ebû Sevâde ve kardeşleri vergi vererek Bizans imparatorunu metbu tanımak zorunda kaldılar. Ebû Sevâde’nin kardeşlerinden Ebû’l-Esved ve amcası Abdurrahman’ın oğlu ve aynı zamanda manevî evlâdı Ebû’l-Muizz Ahmed de Ahlat, Erciş ve Adilcevaz (=Zâtü’l-Cevz=Altzike) şehirlerine sahip olarak imparatorun tâbileri arasında yer almışlardı. Bu arada Hamdânî Seyfüddevle de 940 baharında Erzen’e gelip Van gölü çevresindeki bütün beyleri yanına çağırdı ve onlara kuvvet de kullanarak metbûluğunu kabul ettirdi. Bu beylerden biri de Ahlat, Erciş ve Bargiri hâkimi Ebû’l-Muizz Ahmed idi. Bu ise Ebû Sâlim’in oğlu II. Ebû’l-Verd tarafından öldürülüp (940 tan sonra ve 952 den önce) öldürülenin hâkim olduğu yerler onun eline geçti. Fakat II. Ebû’l-Verd de 353 (964) yılında aynı âkibete uğratıldı. Filhakika Hamdânî Seyfüd-devle’nin memlükü ve kumandanı Çerkes Necâ, buyruğundaki dört bin asker ile Ebû’l-Verd’in üzerine yürüyüp onu öldürmüş (335=954), Ahlat ile Malazgird ve Muş gibi diğer şehirleri de eline geçirmişti. Necâ’nın maksadı Van gölü havzasında kendi adına bir beylik kurmak idi. Fakat o bu gayesinde muvaffak olamadı. birçok güçlükler ile karşılaştıktan sonra 965 yılında öldürüldü. Seyfüd-devle Necâ’nın eline geçirdiği Ahlat, Malazgird ve diğer yerlere askeri birlikler koyarak idaresi altına aldı ise de bu, çok devam etmedi. ölümü üzerine halefleri Van gölü çevresindeki yerleri ve hatta Diyarbekir bölgesini tahliye etmek zorunda kaldılar. Bununla beraber 359 (968-969) da Bizanslılar Malazgird’e hücum ettikleri zaman gerek bu şehrin, gerek Ahlat ve diğer yerlerin kimin elinde bulunduğu bilinemiyor. 356 (967) yılında Hamdân oğlu Seyfüddevle’nin ölümü üzerine Bizans seferleri daha tesirli neticeler vermeye başladı. Çünkü onun ölümü ile ortada Bizans hücumlarına durabilecek bir kuvvet de kalmamıştı. Ekrâd oymaklarından Humeydiye boyunun Harbuntî (?) obasından Bâz (Ebû Abdullah b. Dâstek) Hamdan oğullarının çok zayıf bir duruma düşmelerinden faydalanıp sahip olduğu meziyetler sayesinde, 374 (984) yılından itibaren faaliyete geçerek Meyyafarikîn (= Silvan), Âmid (= Diyarbakır), Nusaybin ve Ahlat yörelerine hâkim oldu. Bâz’ın 380 (990) yılında ölümü üzerine kız kardeşinin oğlu Ebû Ali el-Hasan b. Mervân, adı geçen şehirleri içine alan bölgede Mervân oğulları beyliğini kurdu. 382 (992) yılında Bizanslılar Malazgird, Ahlat ve Erciş şehirlerini kuşatmışlar ve halkı âciz bir duruma düşürmüşlerdi. Mamafih Ebû Ali el-Hasan b. Mervân on yıllık bir barış andlaşması imzalamaya muvaffak oldu. Mervân oğullarının Bizans ile mücadele etmeye kuvvetleri kâfi gelmediğinden onlar Bizans imparatorlarının metbuluğunu tanımak mecburiyetinde kaldılar. Bununla beraber gösterdikleri dirâyet sâyesinde Âmîd, Meyyafarikîn, Bidlis ve Ahlat’ın doğrudan doğruya bu devletin idaresine geçmesini önlediler. X. yüzyıl coğrafyacılarının Ahlat ve Van gölü çevresi hakkında verdikleri bilgiler ehemmiyetsiz sayılabilecek kayıtlardır. Bu husus Van gölü çevresinin diğer yerlere nisbetle gelişmemiş olması ile ilgilidir. Çünkü daha sonraki zamanlarda verilen bilgiler, beklenildiği gibi, bu coğrafyacıların kayıtlarından çok farklıdır. İbn Hurdâdbih, Ahlat’ın (Hilāt), Şimşât, Erciş, Kalikala (= Erzurum) ve Bâcuneys (?) ile birlikte ayrı bir bölge teşkil ettiklerini yazar ve Kudâma da Ahlat ile Bidlis arasındaki mesafenin dört “sekek” olduğunu bildirir. El-Mukaddesi, Ahlat’ın düzlük bir yerde kurulduğunu, kalesinin topraktan olduğunu ve câmiinin de çarşılarının ortasında bulunduğunu ve bahçelerinin güzelliğini ve içinden bir ırmak veya çay geçtiğini kaydeder. X. yüzyıl coğrafyacıları arasında, şehrin adını Ahlat şeklinde yazan biricik müellif de yine el-Mukaddesi’dir. El-İstahri ve ondan faydalanan İbn Havķal’a gelince, onlar Bargiri, Ahlat (=Hilât), Malazgird (Menâzcird), Bidlîs, Kalikala (Erzurum) ve Meyyâfārikîn şehirleri arasında büyüklük bakımından fazla bir fark olmadığını bildirirler. Yalnız İbn Havkal’daki XII. yüzyıla ait olduğu anlaşılan ilâvede asıl Ahlat’ın dışında onun iki katı büyüklüğünde meskûn ve mamur bir yerin bulunduğu kayd edildikten sonra insanlarının müreffeh ve zengin olduğu, çarşılarının caddeler üzerinde bulunduğu ve alış veriş yerleri görüldüğü, tâcirlerin gelip gittikleri haber veriliyor ve halkının da kavgacı olduğu ve yabancılara karşı da dostça davranmadıkları söyleniyor. İbn Havkal’ın eserindeki bu haberlerin XII. yüzyıl, yani Türk devrine ait olduğunu yeniden, fakat açıkça belirtmek yerindedir. Bu haber Ahlat şehrinin de, Türkler devrinde Anadolu’nun diğer şehir ve kasabaları gibi büyük bir gelişme gösterdiğini pek açık bir şekilde meydana koyar. XII-XIII. yüzyıllardaki diğer müellifler de Ahlat’daki bu medeni gelişmeyi doğrulayan bilgiler verirler. Hatta bu müelliflerden biri Ahlat ve bölgesindeki gelirin Mısır’ın gelirine denk sayıldığını kaydederek Ahlat ve bölgesinin inanılmayacak derecede muazzam bir inkişafa mazhar olduğunu ifade eder. İbn Havkal göl ve çevresi hakkında bazı dikkate değer malumat da veriyor. Ona göre Van gölü (Buhayratu Hilât) aşağı yukarı on bir fersah uzunluğunda (bir fersah 5,5-6 km.) bir göldür. Bu gölden et-tarrîh yahut et-tirrîh denilen bir karış büyüklüğünde balık tutulur ve tuzlanan bu balıklar Musul, Cezîre, Irak ve Kuzey Suriye yörelerine gönderilir. Yine gölün çevresinde bulunan boraks (milhu’l-bevrak) da ekmekçiler tarafından kullanılmak üzere Irak’a ve diğer yerlere yollanıyordu. Gölün güneyindeki dağda ise zırnık yatakları vardı. Buradan çıkarılan kırmızı ve sarı zırnık da başka yerlere ihraç ediliyordu. Yine orada altın ve gümüşü lehimlemek için kuyumcu “bevrak”ı da vardı. Bu, oradaki bazı sularda taşlaşmış bir halde görülüyordu. Bu “bevrak” ise dünyanın her tarafına götürülüyor ve tâcirler bundan çok para kazanıyorlardı. Göldeki et-tirrîh adlı balık hakkında diğer coğrafyacılar da bilgi verirler. Onlar yılın on ayında gölde balık, kurbağa ve yengeç görülmediği ve ancak iki ayda balığın meydana çıktığına dair İbnü’l-Kelbî’nin ifadesini naklederler. Bu coğrafyacılardan Zekeriyā el-Ķazvînî yılın iki ayı içinde balığın el ile tutulabilecek derecede çok olduğunu ve Hindistan dahil olmak üzere her tarafa ihraç edildiğini yazar. Yāķūt da bu balığın Belh de satıldığını gördüğünü söyler. Gölde on ay balık görülmemesi İran şâhinşahı Büyük Kubâd’ın emriyle hakîm Belînâs’ın göle tılsım yapmasından ileri geldiği yine İbnü’l-Kelbî’den nakl sureti ile Yâkût ve Zekeriyâ el-Kazvînî tarafından rivâyet edilir. Mervân oğullarından, Nasrü’d-devle Ebû Nasr Ahmed’in Diyarbekir ve Ahlat bölgelerindeki elli yıldan fazla (402-453=1011-1062) süren hükümdarlık devrinin mühim bir kısmı, huzur ve sükûn içinde geçti. Siyasî zekâ sahibi olan bu zât, hayır eserleri yaptırıyor, ilim adamlarını ve şairleri himâye ediyordu. ülkesi, umumiyetle, mamur ve bolluk içinde idi. 427, (1035-1036) yılındaki hâdiseyi arada sırada vukubulan olaylardan saymak mümkündür. Adı geçen yılda Horasan, Taberistan ve Azerbaycan’dan pek çok kimseler hacc için Ahlat yolundan gitmek istemişler ise de Vestân’da Ermeniler’in hücumuna uğramışlar, Ahlât bölgesinde berkitilmiş kaleleri olan, Ermeni asıllı Sasunlular (sēnâsine), barışa rağmen, kavimdaşlarına yardım etmişlerdi. Ancak bu devirde de Ahlat’ın pek o kadar gelişmemiş olduğu anlaşılıyor. Gerçekten 438 yılı Cemâziyelevveli’nde (= Kasım 1046) Ahlat’a uğrayan şair ve bürokrat Nasir-i Hüsrev Ahlat hakkında: “bu şehir bir sınır şehridir; burada Arabça, Farsça ve diğer bir dil konuşulur. Şehre Ahlat adının verilmesi sanırım buradan geliyor. Ahlat da akça (pul) ile alış veriş edilir; okkaları üçyüz dirhemdir” sözlerinden başka birşey söyleyemiyor. Halbuki seyahatına devam eden Nâsir-i Hüsrev, Bidlis’den sonra Erzen (Meyyafarikîn-Siirt arasında idi) ile Meyyâfärikîn ve Amid şehirlerini mamur şehirler şeklinde tasvir eder. Aynı yılda Ahlat ve Diyârbekr bölgelerinde korkunç bir yer sarsıntısı meydana gelmiş ve bu sarsıntı pek çok insan kaybına, geniş çapta hasara sebeb olmuştu.

  1. SELÇUKLULAR DEVRİ:

Türkler geldikleri esnada Ahlat şehri müstesna olmak üzere, Malazgird, Erciş, Bargiri, Van, Vestan gibi Van gölü çevresinde bulunan diğer bütün şehirler Bizans imparatorluğuna ait bulunuyordu. 1054 yılında Anadolu’ya giren Tuğrul Beg Bargiri’yi aldı ise de Ahlat’dan giderek kuşattığı Malazgird’i, iyice berkitilmiş olduğundan, fethedemedi. Sultan Alp Arslan devrinden (1063) itibaren Ahlat Anadolu’ya yapılan akın ve fetihlerde hareket üssü haline getirilmişti. 458 (1066) de büyük kumandan Afşin memlûk asıllı emîrlerinden Gümüş Tigin’i, aralarında baş göstermiş olan bir ihtilaf yüzünden öldürmüştü. Fakat Afşin Beg Alp Arslan tarafından affedildikten sonra tekrar Ahlat’a dönerek buradan Anadolu içlerine akınlar düzenlemeye başladı. 1071 yılında Van gölü çevresine gelen Sultan Alp Arslan Ahlat’tan Malazgird üzerine yürüyüp bu şehri kolayca feth etti. Aynı yılda Ahlat şehrinin ünlü kumandanlardan Sunduk (?) Beg’in idaresinde olduğunu biliyoruz. Hatta Sunduk Beg, Bizans İmparatorunun Ahlat üzerine gönderdiği yirmi bin kişilik öncü kuvvetini yenmek sureti ile (4 Zilkade 463=3 Ağustos 1071) muktedir bir kumandan olduğunu isbat etmiştir. İbnü’l-Ezrak’a göre, Malazgird savaşına katılan Ahlat ve Malazgirdliler elde ettikleri ganimet ile zengin insanlar haline gelmişlerdi. Yine aynı müellif Alp Arslan’ın bu tarihten itibaren Ahlat’a ve Malazgird’e vâliler tayin ettiğini, ondan sonra gelen sultanların da aynı şekilde hareket ettiklerini yazar. Fakat Ahlat’ın Malazgird savaşından önce Selçuklular’ın idaresine geçtiği şüphesizdir. Ebû’l-Fîdâ’nın mahalli bir kaynağa dayanarak bildirdiğine göre Ahlat Mervân oğullarının idaresinde iken onların zulmünden bıkmış ve usanmış olan halk 493 (=1099-1100) yılında dirâyet ve aynı zamanda adâletini duydukları Türk emîrlerinden Sökmen el-Ķutbi’yi çağırıp şehri ona teslim etmiş, bunun üzerine Mervân oğulları da Ahlat’dan uzaklaşmışlardır. Eğer Ebû’l-Fida’nın bu kaydı doğru ise şehir Malazgird savaşından sonra Mervân oğullarının yeniden ellerine geçmiş bulunuyor. Ancak bu haberin doğru olması şüphelidir. Böylece Ahlat, XII. yüzyılın başından itibaren Ahlatşahlar hånedanının başşehri olmuş ve tarihinin altın devrini, diğer bir söyleyiş ile en mutlu zamanını yaşamıştır. Ahlatşahlar devrinde Ahlat İslâm âleminin en büyük şehirlerinden biri haline gelmiştir. Yâkût’un, Ahlat’ın Van gölü havzasının merkezi ve onun mamur, meşhur bir beldesi olduğunu söylemesi, şehrin Ahlatşahlar devrinde eriştiği büyük gelişmenin bir ifadesidir. Yâkut aynı zamanda Ahlat’ın geniş “hayrât” a sahip, meyvesi bol, suları tatlı bir şehir olduğunu da kaydediyor ve soğuğunun “darb-ı mesel” halinde söylendiğini bildiriyor. Zekeriyâ el-Kazvinî’nin sözleri de bu devirle ilgili olup verdiği bilgilerin çoğu Yakut’unkilerin aynıdır. Yalnız bu müellif şehirde Türkçe, Farsça ve başka birdil konuşulduğunu da bildirir. Buna göre XI. yüzyılın ortalarında Ahlat’da konuşulan Arabça’nın yerini zamanla Türkçe almış bulunuyor. Yakut ve Kazvinli Zekeriyâ gibi XIII. yüzyıl müelliflerinden olan İbn Saîd, Ahlat tüccarının zengin ve halkının eğlence düşkünü olduğunu haber verir. İbn Saîd de, el-İstahri gibi, Van gölünü Ahlat gölü olarak zikreder. Yukarıda İbn Havkal’daki ilâvelerin bu devre ait olduğuna işaret edilmişti. Ahlat’ın gelişmesinde, her yerde ve her zaman görüldüğü gibi, ticaretin pek mühim bir âmil olduğu şüphesizdir. Gerçekten coğrafyacıların bununla ilgili olan yukarıdaki kayıtlarından başka, 501 (1112-1113) yılında Ahlatlılar’a ait gemilerin “Konstantiniyye” denizinde (her halde Karadeniz) battığına ve gemilerdeki Ahlatlılar’dan bir topluluğun boğulduğuna dair haber, Ahlatlılar’ın ticarete ne kadar büyük bir ehemmiyet verdiklerini açıkça gösterir. Coğrafyacıların Ahlat’ı “tâcirlerin gelip gittikleri bir yer” olarak vasıflandırdıkları yukarıda görülmüştü. Gerçekten Cürcan (= Gürgen) gibi doğu ülkelerinden Ahlat’a tâcirlerin geldiğini başka bir vesile ile biliyoruz. Bütün bunlar Ahlat’ın doğu-batı ticaretinde bir mübadele merkezi durumuna yükseldiğini gösteriyor. Siyasî istikrar ve ticaretin çok gelişmiş olması, ilim, sanat ve kültürün de ilerlemesine yol açtı. Bilhassa hal tercümesine dâir kitaplarda XII. ve XIII. yüzyıllarda yaşamış Ahlatlı ilim ve din adamlarına sık sık rastgelinir. Anadolu’nun bir çok yerlerinde yapılar meydana getirmiş Ahlatlı sanatkâr ve mimarlar görülür. Teşkilatlı ve kuvvetli esnaf ve sanatkâr birlikleri (fityân) de Anadolu’da ilk önce Ahlat’da görülüyor. Bu birlikler daha sonra Anadolu şehirlerinde olduğu gibi Ahlat’ın siyasî hayatında rol oynuyor ve bu münasebetle, hücuma uğradığı zaman şehrin müdafaasına da katılıyorlardı. Hatta İbnü’l-Esîr ve ondan naklen İbn Vâsıl’a göre Ahlat’ın hakimiyeti onların elinde idi. Bu müelliflere göre onlar, idaresinden hoşnut olmadıkları hükümdarları öldürürler yerlerine başkalarını geçirirlerdi. Ahlat’ın Ahlatşahlar devrinde ulaştığı zenginlik, büyük küçük bütün komşu hükümdarlarda oraya sahip olmak arzusunu uyandırmıştı. İl Deñîz’in oğlu Atabey Cihân Pehlivan, Selahaddin Eyyübi, yeğeni Takiyyeddîn Ömer, Selahaddin’in kardeşi el-Adil’in oğlu el-Evhad ve Erzurum meliki Selçuklu Tuğrul Şah bunların başlıcalarını teşkil ederler. Tuğrul Şah’ın Ahlat Şah Balaban’ın hayatına son vermesi, şehrin Eyyubi, el-Melikü’l-Evhad b. el-Adil’in eline geçmesine sebep oldu. (600=1203-1204). Böylece Ahlatşahlar devleti sona erdi. El-Melikü’l-Adil’in halktan pek mühim bir kısmını öldürmesi, ileri gelenleri Meyyafarikin’e sürmesi, Ahiler birliğinin dağıtılması, şüphesiz Ahlat’ın gelişmiş hayatına vurulmuş büyük bir darbedir. Müverrih İbnü’l-Esîr ve ona dayanarak İbn Vâsıl, Eyyûbî hânedanına karşı derin bir saygı besledikleri halde el-Melikü’l Evhad’ın acımasızca katliamları yüzünden halktan pek az kimsenin kurtulduğunu Ahlatlılar’ın zillete düştüklerini yazarlar. Hatta el-Evhad, diğer bir müellife göre sadece ileri gelenlerden (el-havâss) onsekiz bin kişi öldürtmüştür. Bu durumdan faydalanan Gürcüler Erciş’i birden bire ellerine geçirip oradaki “herşeye” sahip olmuşlar, halkını tutsak aldıktan sonra şehri yakmış ve yıkmışlardır. El-Melikü’l-Evhad hem Gürcüler’in çokluğundan çekindiği için, hem de öldürdüğü ve eziyet ettiği Ahlatlılar’ın öcalmaları korkusundan hisarı terk edememişti. Gürcüler’in Ahlat yörelerini yağmalamaya başlamaları üzerine el-Evhad babası Eyyûbiler’in başı el-Adil’e “feryadnâmeler” göndermek zorunda kalmıştı. El-Adil Harran’a geldiğinde Gürcüler’in ülkelerine döndüklerini öğrenip başka işleri ile meşgul oldu. 607 (1210-1211) yılında Gürcü ordusu başkumandanı İvane’nin bir tesadüf neticesinde tutsak alınması, Ahlat ve yörelerine karşı yapılan Gürcü akınlarına son verdirdi. Fakat aynı yılda el-Melikü’l-Evhad Necmeddîn Eyyüb da öldü. El-Evhad pek kan dökücü bir insandı. Öyleki az yukarıda kayd edildiği üzere Müverrih Abdullatif el-Bağdadî, el-Evhad’ın kısa bir zaman içinde, Ahlatlar’ın ileri gelenlerinden on sekiz bin kişiyi öldürttüğünü onun bir adamından işitmişti. O bu katliâm işini geceleyin gözü önünde yaptırıyor ve öldürülen zavallıların cesetlerini kuyulara doldurtuyordu. Bu yüzden Ahlat’da çok az kimse kalmıştı. Akli muvazenesini kaybetmiş olan El-Melikü’l-Evhad’ın, babası el-Adil, oğlunun tedavisi için meşhur bir tabibi Ahlat’a göndermişti. El-Evhad’ın yaptığı bu toptan öldürmelerin Ahlat’ın medenî hayatında mühim bir gerileme meydana getirdiği şüphesizdir. Bu, şehir halkının o zamana kadar görmediği ilk mühim felâket olmalıdır. El-Evhad’ın oğlu olmadığından Ahlat ve ona bağlı yerler kardeşi el-Melikü’l-Eşref’in idaresine geçti. Bu sonuncusu âdil, halîm bir kelime ile dirâyetli bir hükümdar idi. O da “Ahlat Şah” ünvanını almakla beraber çok defa Ahlat’da oturmadı. Sonra 617 (1220) de Ahlat’ı Meyyâfärikîn ve Hânı ile birlikte veliahd edindiği kardeşlerinden Şihâbeddîn Gâzi’ye verdi. Fakat bu çok sürmedi. isyan etmesi üzerine el-Eşref Ahlat’ı, Şihâbeddîn Gâzi’nin elinden aldı. Bu tarihten itibaren şehir ve ona bağlı yerler El-Eşrefin gönderdiği vâliler tarafından idare edildi. Bu vâlilerden ilki olan Hüsâmeddin Ali, dirayetli bir emîr idi. İşte bu emîr’in vâliliği esnasında Celâleddîn Harizim Şah’ın birinci Ahlat kuşatması vuku buldu (623 yılının sonlarında = 1226 güzü). Harizimşah şehrin dış mahallelerini ele geçirdi ise de Hüsâmeddîn Ali’nin kumandasındaki Ahlatlı askerler cesaretle savaşarak hisarı korudular. Az sonra soğukların çıkması hatta kar yağması, Yıva Türkmenleri’nin yağmacılık hareketlerini artırdıklarını haber alması üzerine Celâleddîn, muhasarayı kaldırıp ülkesine döndü. El-Eşref 626 (1229)’da Ahlat’a büyük emîrlerinden İzzeddîn Ay Beg’i tayin edip eski vâli Hüsâmeddîn Ali’yi ona öldürttü. Halbuki Hüsâmeddin Ali şu son hadiseden de anlaşılacağı üzere dirayetli bir emîr olduğu gibi pek hayırsever bir insandı. Filhakika bu emîr, Ahlat’da bir câmi ve bir hastahâne (bîmâristan) meydana getirdiği gibi, çok yol yaptırmış ve ıslah etmişti. O başka şehirlerde de içtimaî tesisler kurmuştu. Aynı yılda (Şevval 626 = Ağustos-Eylül 1229) Celâleddîn Harizimşah yeniden Ahlat önlerinde göründü. Şiddetli kış soğuklarına rağmen kuşatmayı bırakmadı; şehri bu defa almaya azmetmişti. Kuşatma sekiz ay sürdü. Şehrin kumandanı İzzeddîn Ay Bey ve askerleri ellerinden geleni yaptılar. Yiyecek sıkıntısından halk kedi, köpek ve hatta fare yediler. Korkunç açlık sebebi ile Ahlatlılar’dan yirmi bin kişiye yakın insan dışarı çıktı. Açlıktan bu insanların yüzleri, baba oğlunu, oğlu babasını tanıyamayacak şekilde değişmişti. Celaleddin’in veziri Şerefü’l-Mülk, her gün bir kaç sığır kestirip onların açlıklarını gidermek istedi ise de bu zavallıların çoğu hayata veda ettikleri gibi, geri kalanları da sağa sola dağıldılar. Nihayet şehir sekiz aylık bir kuşatmadan sonra zapt edildi (22 Cumâdel ulâ 527=2 Nisan 1230). Celaleddîn, Ahlat’ı yağmadan korumak istedi ise de kumandanlarının itirazları yüzünden muvaffak olamadı ve şehir üç gün Harizimliler tarafından, görülmemiş bir şekilde, yağmalandı. Pek çok kimseler işkenceden öldüler. Celaleddîn bu güzel şehrin askerleri tarafından bir hârabe haline getirilmesine üzülmüş ve hatta şehri imar etmek için harekete geçmiş ise de bunda da başarı gösterememişti. Ahlat’ın Celaleddîn Harizimşah tarafından zaptı ve yağmalanması bu şehrin geçirdiği en büyük felâketlerden biridir. Şehir uğradığı bu felâkete rağmen yeniden eski halini alabilirdi. Fakat Moğol istila ve hakimiyeti Ahlat’a böyle bir fırsatı kullanmak imkânını da vermedi.

III. MOĞOL-TÜRKMEN DEVRİ:

Celâleddîn Harizimşah’ın faaliyetlerine son veren Moğollar (628=1231), Van gölü bölgesine de sık sık akınlarda bulunuyorlardı. 628 (1231) yılında Bidlis’den Ahlat’a gelen Moğollar burada yağmalayacak bir şey bulamamış olacaklar ki, Bargiri’yi ansızın ellerine geçirip orada bulunanların hepsini öldürmüşler, büyük bir şehir olan Erciş’e de aynı şeyi yapmışlardı. Moğol akınları yüzünden vaktiyle bütün hükümdarların göz diktikleri Ahlat şehri ve bölgesine başta oranın eski hükümdarı el-Eşref olmak üzere kimse sahip çıkmak istemiyordu. Nihayet Türkiye Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubâd muhtemelen 630 (1232-1233) tarihinde vezir Ziyaeddin Kara Arslan ile diğer bazı yüksek devlet adamlarını gönderip terkedilmiş bir şehir halinde bulunan Ahlat’da dirlik ve düzenliği kurdurdu. yani orayı yeniden imar etti. Dağılmış olan halk çağırılıp mülkleri kendilerine verildi ve yardımlar yapıldı. Sübaşlığına yani vâliliğine Sinâneddin Kaymaz getirildi. Ahlat sübaşılığının en az Kösedağ mağlubiyetine kadar (1243) devam ettiği biliniyor. Bu harbten sonra Moğollar Ahlat, Âmid (Diyarbakır) şehirleri ile yörelerini zapt ettiler. Ermeni müverrihlerine göre Moğollar çok geçmeden Ahlat’ı Gürcü kumandanı Prens Avak’ın kızkardeşi Tamtam’a vermişlerdir. Tamtam Eyyübi el-Melikü’l-Eşrefin zevcesi olup Celâleddîn Harizimşah’ın eline geçmiş, sonra da Moğollar tutsak almışlar ve Moğolistan’a, Ögedey Kağan’a göndermişlerdi. 644 (1246) yılında korkunç bir yer sarsıntısı olmuş ve bu, güzel Ahlat’ı bir harâbe haline getirmişti. Kâtib Çelebi’nin bu haberi hangi kaynaktan aldığını şimdilik tesbit etmek mümkün olmadı. Bu korkunç hadiseden sonra da Ahlat’ın Doğu Anadolu şehirleri arasındaki ehemmiyetini sürdürdüğü şüphesizdir. Hülegü Suriye seferine giderken ilk önce Van gölü’nün kuzeyindeki Ala Dağ’a uğramış, burada gördüğü otlaklar pek hoşuna gittiğinden oraya “L.b. nâ Sâgût” adını vermişti. Yoluna devam eden Hülegü dönüşünde de Ahlat’a uğradı. Hülegü’nun oğlu ve halefi Abaka babası gibi, Ala Dağ’ı sevmiş ve hatta orada bazı binalar yaptırmıştı. Fakat Abaka’nın Ala Dağ’a yaylağa çıkmasının Ahlat’ın iktisadî hayatında kayda değer müsbet bir tesir yaptığı bilinemiyor. Buna mukabil şehir 674 (1275-1276) yılında öyle dehşet verici bir yer sarsıntısına daha uğradı ki evler, hanlar, çarşılar yıkılmış ve halkın ezici çokluğu enkaz altında kalarak hayata veda etmişti. Bu fēlâketten pek az kimse kurtulmuştur. Aynı kaynaklara göre zelzele Erciş’i de harap etmiş ve bazı çöküntüler meydana getirmiştir. Bu zelzele Meyyafarikîn ve Mardin’de de kuvvetle hissedilmişti. Ebû’l-Ferec depremin Erciş’de daha fazla tahribat yaptığını söylüyor. Hamdullah Müstevfi ise şiddetli zelzelenin Ahlat ve Erçiş’de sağlam yapılmış binaların (imârât) çoğunu harab ettiğini bildirir. Birbirinden müstakil ve birbirinden ayrı yerlerde yazılmış üç kaynakta bu zelzeleden bahs edilmesi, bu âfetin ne kadar felâket verici olduğuna ayrıca bir delil teşkil eder. Buraya kadar kaydedilen hadiseler, Ahlat’da neden Ahlatşahlar ve hatta Eyyübîler devirlerine ait mühim hâtıraların görülmediğini bize izah edebilir. Mamafih Ahlat’ın yine de ehemmiyetini devam ettirdiği anlaşılıyor. Şehrin bu esnada Inal oğlu Boğatay Aka tarafından idare edilmiş olması muhtemeldir. Bilindiği üzere Ahlat’taki iki türbeden birinde 680 Receb’inde (Ekim-Kasım 1281) ölen Boğatay Aka ile zevcesi Şîrîn Hâtun yatmakta, öbüründe de Boğatay Aka’nın daha önce öldürülerek vefat eden (Receb 678=Kasım Aralık 1279) oğlu Hasan Timur ve aynı yılda (Şevval 678=Şubat 1280) ebediyete göçen eşi Hüseyin Hüsâmeddin Aka’nın kızı Esen Tiğin Hâtun gömülü bulunmaktadır. Gerek Boğatay Aka, gerek oğlu Hasan (Esen) Timur “Emîrü’l-Kebîr” şeklinde anılıyorlar. Uygur asıllı olmaları kuvvetle muhtemel bulunan Boğatay ailesinin ne gibi bir felâket sonucunda bu âkibete uğradığını pek emin bir şekilde izah etmek, şüphesiz, mümkün değildir. Ancak bazı tahminler ileri sürülebilir. 672 (1273) de ölen Şâdi ile ondan bir yıl sonra vefat eden Mahmud oğlu Hüsâmeddin Hasan Aka’ların şehrin daha eski idarecileri (baskak = daruga) oldukları şüphesizdir. Bu sonuncusu “Hasan Padişah” adı verilen türbede yatmaktadır. Şâdi Aka’nın türbesi ise bu asrın başlarında yıkılmış bulunmakta idi. 690 (1281) yılında Geyhatu’nun Ahlat yöresinde ilhanlık tahtına geçirilmesi oranın şenlikli, yani oldukça mamur bir yer vasfını koruduğunu ifade eder. Nitekim Ahlat’ın daha sonra yani Olcaytu (Ölceytü) devrinde bir eyâlet merkezi olduğu görülüyor; Olcaytu’nun oğlu Ebû Saîd tahta geçirildikten sonra Irincin Noyan Diyarbekir, Sutay Noyan da Ahlat vâliliklerine getirilmişlerdi. Esasen kitâbeli mezar taşları Ahlat’ın bilhassa Olcaytu ve Ebû Saîd Bahadur Han devirlerinde daha mâmur, nüfusu az olmayan, bir şehir olduğu fikrini veriyor. Ahlat da, Moğol devrinde basılan paralar da daha ziyade bu hanlara aittir. Hamdullah-ı Müstevfi, merkezi Ahlat olan eyâletin eski zamandaki gelirinin Ebû Said Bahadur Han devrinin (1316-1335) râyici ile iki yüz tümene yakın olduğu, anılan devirde ise bu gelirin ancak otuz dokuz tümene ulaştığını bildirir ve şehrin havasının mutedil, bahçelerinin çok, meyvesinin bol, güzel, dayanıklı olduğunu ve elli bir bin beş yüz dinar vergi tahsil edildiğini yazar. İlhanlı veziri ve müverrîhi Reşîdeddîn’in (ölümü: 1318) Ahlat’da elma bahçeleri olduğunu biliyoruz. Ahlat, geçirdiği yeni birçok felâketlere rağmen elması şöhretini asırlar boyunca muhafaza etmiştir. İlhanlı hükümdarı Ebû Saîd Bahadur Han’ın ölümünden (736=1335) sonra Moğollar arasında başlayan şiddetli dahili mücadelelerden Ahlat bölgesi de geniş ölçüde zarar gördü. Moğollar’ın Anadolu’daki umûmi vâlisi Celâyir Şeyh Hasan, Hülegü soyundan Muhammed’i han ilân edip, iktidarı ele geçirmiş olan Uyrat Ali Padişah’ı Ala Dağ civarındaki Kara Dere’de yendi (736=1336). Şeyh Hasan Muhammed’i tahta geçirdi ve kendisi de iktidarı eline aldı. Müttefiki Sutay Noyan’ın oğlu Hacı Tuğay da Diyârbekr ve Ahlat bölgelerine hâkim oldu. Ahlat’da Muhammed Han adına 738 (1337-1338) de para basılması, bu husus ile ilgilidir. Fakat aynı yılda ortaya çıkan Çobanlı Küçük Şeyh Hasan, iktidarı Celâyir Büyük Şeyh Hasan’ın elinden almak başarısını gösterdi. hatta hasmını Bağdad’a kapanmaya mecbur etti. En son olarak Hülegü soyundan, Süleyman’ı hanlık makamına geçirdi. Küçük Şeyh Hasan, Hacı Tuğay’ı itaat ettirmek veya saf dışı bırakmak için Sutaylılar’ın yurdu olan Ahlat’ın kuzeyindeki Bulanık ve Muş yörelerinde görülmemiş yağma ve tahriblerde bulundu (741-742=1340-1342). 741 (1340-1341) yılında Ahlat’da Süleyman Han’ın adına para kesilmiş olması şehrin bu tarihte yapılan sefer ile Çobanlı Küçük Şeyh Hasan’ın hakimiyetine geçtiğini gösterir. 743 (1342-1343) yılında da Ahlat’ın Kara Hasan tarafından yağmalanması şehrin Çobanlı Küçük Şeyh Hasan’ın elinde bulunmasından ileri gelmiştir. Çünkü Kara Hasan Celâyir Büyük Şeyh Hasan’ın en yakın emîrlerinden biri idi. 744 yılında (Muharrem = Haziran 1343) Hacı Tuğay ile onun korkunç düşmanı Çobanlı Küçük Şeyh Hasan’ın (Receb 744=Aralık 1343) öldürülmeleri Doğu Anadolu’da esasen çok bozulmuş olan dirlik ve düzenliği büsbütün ortadan kaldırdı. Mahalli reisler bu durumdan faydalanıp birçok yerleri ellerine geçirdiler. Ahlat’ın 750 de (1350) Bidlis hâkimi Ziyaeddin’in kardeşi Bahâeddin’in elinde olması, bu husus ile ilgilidir. Ahlat’da Ziyaeddin’in torunu Emîr Süleyman’a ait tarihi okunamayan bir mezar kitâbesi keşfedilmiştir. Ancak Ahlat’ın 761 (1360) yılında Moğol beylerinden Hızır Şah’ın idaresinde olduğu haber veriliyor. Bu tarihte Hızır Şah, götürüldüğü Kıpçak ülkesinden kaçarak kendisine sığınan Çobanlı Melik Eşrefin oğlu Timur Taş’ı Celayîr Şeyh Üveys’e teslim ettiği için ondan “koç’lakabını almıştı. Yine bu devrin emîrlerinden Çobanlı Küçük Şeyh Hasan’ın amcasının oğlu Hüseyin’e Koç Hüseyin, daha sonraları Ak Koyunlu Uzun Hasan Bey’in akrabasından Bayındur (Bayındır) Beg’e de Koç Bayundur Beg denildiğini görüyoruz. Bu misaller “koç” kelimesinin bir kahramanlık ünvanı veya lakabı olduğunu gösteriyor. Bu ünvan veya lakabı taşıyanların da mezar taşlarının koç şeklinde yapılması pek tabiîdir. Az yukarıda Hızır Şah’a “koç” ünvan veya lakabını veren Celâyir hükümdarı Üveys’in mezartaşı da arslan şeklinde idi. Demek ki, esasen eskiden beri bir kahramanlık sembolü olan arslan da en büyük emîrler ve hükümdarlar için mezar taşı olarak kullanılmıştır. Buna göre şimdi Doğu Anadolu, Azerbaycan ve İran’ın diğer yerlerinde görülen koç ve arslan şeklindeki mezar taşlarının Moğol devrinde ve XIV. yüzyıldan itibaren ortaya çıktığı ileri sürülebilir. Hızır Şah’ın 786 (Muharrem = Mart 1384) yılında Adilcevaz’da vefat ettiğini gösteren bir kitâbe zamanımıza kadar gelmiştir. Bu kitâbe Hızır Şah’ın Ahlat’ı sonra Bidlis hâkimlerine kaptırıp Adilcevaz’a çekildiğini ve oranın hâkimi iken öldüğünü akla getiriyor. Yukarıda Ziyaeddin’in torunu Emîr Süleyman’a ait kitâbe de bunu teyid edebilir. Ancak, bu hususta, şüphesiz, kesin bir şey söylenemez. Bidlis hakimi ve akrabaları olan Muş ve Ahlat hâkimleri Erciş’i ellerinde tutan Kara Koyunlular’ın aksine, Timur’a baş eğmeyi siyâsetlerine daha uygun bulmuşlardı. Filhakika Timur 789 (1389) yılında Kara Koyunlular üzerine ılgar birlikleri gönderdiği gibi kendisi de Muş ovasındaki oymakları talan ettikten sonra Ahlat ve Adilcevâz’ı geçerek Ala Dağ’a gitmişti. Timur’un bu esnada katına gelen ve kendisine sadakatle bağlanmış olan Adilcevaz hakimi Hâkân’a Ahlat şehri ve yöresinin idaresine verdiğini (suyurgål fermûde) biliyoruz. Fakat Adilcevâz hakimi Hâkân’ın hüviyeti hakkında şimdilik hiçbir bilgiye sahip değiliz. Timur’un oğlu Şahruh Mirza 1421 yılında Kara Koyunlular’ı takib ederken Erciş, Adilcevaz ve Ahlat şehirlerinden geçmişti. Adilcevaz’ın zapt edilmesine gönderdiği emîrlerinden Ginâşîrîn şehri aldıktan sonra buranın kumandanları Kuddüs ile Zâhid’i hükümdarın katına getirdiği gibi, Ahlat’ı idare eden Emîr Muhammed de Şahruh’un huzuruna geldi. Bu Emîr Muhammed’in Bidlis hâkimleri hânedanına mensup bulunduğu veya şehri Bidlis hâkimi Şemseddin adına idare eden bir emîr olduğu şüphesizdir. Adilcevaz ise, Erciş gibi doğrudan doğruya Kara Koyunlular’ın idaresi altında idi. Böylece Kara Yusuf Beg’in 820 (1417) tarihinde bir “hükümnâme” sinde de belirtildiği üzere Bidlis hâkimleri hânedanın Bidlis’den başka Ahlat, Muş ve hatta Hınûs (Hınıs) şehirlerini idareleri altında bulundurdukları da anlaşılmış oluyor. Şahruh’un Ahlat yöresine yakın bir yerdeki Meriktü (?) konağında iken Bidlis hâkimi Şemseddîn, Muş kalesini Çağataylar’a teslim eden oranın sahibi Emîr Abdurrahman, Hâkkarî-Van hâkimi İzzeddin Şîr’in oğlu Melik Muhammed huzuruna geldiler. Çağatay hükümdarı hil’atler giydirerek bu emîrleri ülkelerine gönderdi. Bu emirlerin metbuları Kara Koyunlular’ın kudretlerinin kırılmasını istedikleri görülüyor. Bu tahakkuk ettiği takdirde daha geniş toprakları daha rahat bir şekilde idare edeceklerdi. Ak Koyunlu tehlikesi de Şahruh’a sadakatle bağlı kalınarak önlenebilirdi. Şahruh, bilhassa Kara Yülük Osman Bey’in telkinleri ile Kara Yusuf Bey’in oğullarına karşı muharebeye karar verdi ve onları, bilindiği üzere, Eleşgird ovasında yendi. (824=1421). Fakat bu mağlubiyete rağmen Kara Koyunlular’ın kuvveti kırılmamıştı. Kara Koyunlu İskender Mirza, Şahruh ülkesine döndükten sonra, Bidlis, Ahlat ve diğer bazı yerlerin hâkimi Emîr Şemseddîn ile Hakkari-Van hâkimi İzzeddin Şîr’in oğlu Melik Muhammed’i yakalattı (1422). Bunun sebebi onların Kara Koyunlu tâbiiyetini atıp Şahruh’a itaat etmeleri ve onu metbu tanımaları idi. Bidlis hâkimi Şemseddin’in aynı zamanda İskender’in eniştesi olduğu biliniyor. Kara Koyunlu hükümdarı Ahlat hisarının teslim edilmemesi üzerine Şemseddin’i şehrin önünde öldürttü (1423). Fakat buna rağmen hisar ele geçirilemedi. Talihsiz şehir ise bu esnada yanmış, Ahlat yöresindeki Aguvan kalesi ise açılmıştı. Bidlis de üç yıl kuşatıldığı halde fetholunamadı. Buna karşılık Kara Koyunlu İskender Bey 1425 yılında Van, Vestan ile diğer bazı kaleleri zapt etmeye muvaffak oldu. Bu yazılanlardan anlaşılacağı üzere, Kara Koyunlular’ın Van’a sahip olmaları yani orayı doğrudan doğruya idare etmeye başlamaları ancak bu tarihten (1425) itibaren bahis mevzuu edilebilir. Ahlat’a gelince, bu şehir hiç bir zaman doğrudan doğruya onların yani Kara Koyunlular’ın elinde olmamıştır. Böylece Kara Koyunlular’ın Ahlat’a hâkim oldukları şeklindeki ifadelerin ve onlara dayanılarak ortaya atılan görüşlerin bir değeri kalmamış bulunuyor. 1441 yılında Ahlat’ın yakınındaki Nemrud yanardağı yeniden faaliyete geçmiş, eriyen buzların altında meydana gelen yarıklardan dumanlar, alevler çıkmış, şiddetli gürültülerden sonra iri taşların havaya yükseldikleri görülmüş ve halk: “şehir yıkılacak” diye derin bir korkuya kapılmıştı. Kara Koyunlu Cihan Şah Mirza’nın 1451 yılında Ahlat ve Bidlis bölgelerinde yağma ve tahribler yaptırdığı ve halktan birçok kimseleri tutsaklığa sürüklediği bildiriliyor. Aynı hükümdarın 1457 yılında Bidlis, Muş ve Ahlat’a hücum edip buraları aldığı, yağmalarda bulunduğu ve bin beş yüz kadın, çocuk ve diğer kimselerin tutsak edildikten sonra satıldığı yazıldığı gibi, 1462 de de dört kumandanın idaresinde on iki bin kişilik bir kuvvet gönderip Ahlat’ı muhasara altına aldırdığı da haber verilmektedir. Bunun Bidlis hâkiminin Kara Koyunlu hükümdarını kızdırmış olduğundan ileri geldiği söyleniyor. Cihanşah’ın kumandanları Ahlat’a gelip yağma ve tahriplerde bulunduktan ve çok ganimet topladıktan sonra hisarın fethine girişmişlerdir. Durumun ciddiyetini anlayan Ermeni Patriki Zakarya Cihanşah Mirza ile Hatunu (Can Begüm) vergi karşılığında muhasarayı kaldırmaya ikna etmişti. Şâyet bu hadise, Bidlis hâkimlerinin Kara Koyunlular ile Ak Koyunlular arasındaki mücadelede tarafsız kalmak siyâseti ile ilgili ise bu siyaset onlar ve diğer birçok emirler için hiç de faydalı olmayan neticeler vermiştir. Gerçekten Cihânşah Mirza’nın yerini alan Ak Koyunlu Uzun Hasan Beg 873 (1468-1469) yılında Biçen oğlu Süleyman Beg kumandasında mühim bir kuvveti Bidlis’e sevk ettiği gibi, diğer bir kuvveti de başka beylerin idaresinde Ahlat üzerine göndermişti. Bidlis hâkimi İbrahim Beg’in, annesini yollaması üzerine barış yapıldı. Fakat üç dört yıl sonra (1472’de) hânedandan Bayındur Beg (b. Rüstem b. Murad b. Kara Yülük) altı ay kuşatmadan sonra Ahlat’ı ve Ahlat yöresindeki Bilecan (Blicayn)’ı ele geçirmeye muvaffak oldu. Kaynağa göre Koç Bayundır Beg Ahlat kalesini yıktıktan sonra, kalenin muhafızlarını alarak Cezîre ve Bohtan suyu yöresini de fethetmiştir. Bayundur (Bayındır) Beg’in Ahlat’da mescit yaptırması ve türbesinin orada bulunmasının sebebi budur. Büyük bir kumandan olan Bayundur Beg’in ölümünden (Ramazan 866=1481) sonra Ahlat, oğlu Muhammed Beg tarafından idare edilmişti. Muhammed Beg de 894 (1488)’de ölmüştür. Bu esnada (1472-1473) Bidlis, Muş ve diğer bir çok yerler de, Ahlat gibi, doğrudan doğruya Ak Koyunlular’ın idaresi altına girmişti.

 

  1. OSMANLI DEVRİ: Ahlat ve Van gölü bölgesi, Akkoyunlular’dan sonra Safevîler’in eline geçti, ancak bu döneme ait neredeyse hiç bilgi bulunmuyor. Bu şehirler (Ahlat, Adilcevaz ve Erciş), Irakeyn seferi sonucunda (940-942/1533-1535) Osmanlı idaresine girdi. Kanunî, seferden dönerken Erciş ve Adilcevaz’dan sonra Ahlat’a uğradı ve oradan Diyarbakır’a geçti. Ancak Safevîler, fethedilen Van ve Erciş’i geri aldı. Şah Tahmasb, bu şehirlerin yönetimini Ustacalu’dan Sofu oğlu Ahmed Sultan’a verdi.

 

 

 

 

 

Vekayinâmelere göre, 942 (1535-1536) ile 955 (1548-1549) yılları arasında dikkate değer önemli bir olay yaşanmadı. 955 yılında Kanunî, Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza’nın yardım istemesi üzerine büyük bir orduyla İran seferine çıktı. Bu seferde sadece Van kalesi alınabildi. Bu fetih Şah Tahmasb’ı üzmekle birlikte, Doğu Anadolu’nun onun tarafından görülmemiş bir şekilde tahrip edilmesine yol açtı. Tahmasb, Afşar Şah Kulu Sultan’ı Ahlat yöresindeki oymakların üzerine gönderdi ve kendisi de Hınıs taraflarını yakıp yıktı. Ertesi yıl (956/1549) iki taraf arasında şiddetli çatışmalar meydana geldi.

Şah Tahmasb, Osmanlı ordusunun İran’a girmesini engellemek veya zor durumda bırakmak amacıyla Doğu Anadolu’yu tahrip etmeye karar verdi ve bu kararını 959 (1552) yılında uygulamaya başladı. Ordusunu dört kola ayırarak en kalabalık kısmını Van Gölü bölgesine gönderdi. Bu kola bağlı emirlerden, eski Bidlis hâkiminin oğlu Şemseddîn Han, Ahlat’a gelerek yüze yakın Osmanlı askerini öldürdü, otuz bine yakın koyun, on bin sığır ve manda, üç bin at ele geçirdi ve rast geldiği her yeri yakıp yıktıktan sonra geri döndü. Kısa bir süre sonra bizzat Şah Tahmasb Ahlat’ın önünde göründü. Müverrîh Rumlu Hasan Beg’in belirttiğine göre, Ahlat kalesi çok yüksek ve çok sağlamdı, ancak Safevîler kaleyi kısa sürede tamamen yıktılar. Osmanlılar’ın birkaç yıl sonra Ahlat için göl kıyısında yeni bir hisar inşa etmelerinin ve yeni Ahlat’ın orada kurulmasının nedeni, yapılan bu korkunç tahribattı. Safevîler, yağma ve tahrip akınları sırasında Erciş ve Bargiri kalelerini de (960/1553) yıktı ve Osmanlılar’ın elinde sadece Van ve Adilcevaz kaleleri kaldı. Doğu Anadolu’nun harap bir bölge haline gelmesinin en önemli sebeplerinden biri, Tahmasb’ın Erzincan ve Muş’u da içine alan bu tahrip hareketleridir. Bu yıkım sırasında birçok sosyal yapı da yok oldu ya da ağır hasar gördü.

962 (1555) yılında imzalanan Amasya Antlaşması ile kırk bir yıl süren savaş hali sona erdi. Ancak, esasen Moğol döneminden sonra önemini yitirmeye başlayan Ahlat, Safevî ve Osmanlı dönemlerinde Van Gölü çevresinin en sönük şehirlerinden biri haline geldi. Van şehri bir eyalet merkezi haline yükselirken, Ahlat Adilcevaz sancağına bağlı bir kaza oldu.

Amasya Antlaşması’ndan bir yıl sonra (Rebiyülevvel 963 / Ocak 1556) yapılan tahrir, Ahlat’ın acıklı durumunu açıkça gösteriyor. Bu tahrir defterine göre, Ahlat’ın vergi veren nüfusu 128 kişiydi ve Hıristiyan nüfusunun sayısı da fazla değildi. Defterdeki rakamlara göre, 1556 yılında Ahlat’ta yaklaşık 1600 kişinin yaşadığı tahmin edilebilir. Bu nüfusa askerler, diğer görevliler ve din adamları dahil değildi. Şehirdeki Müslüman nüfus arasında Budak, Şah, Verdi, Turmuş, Ayna Beg, Kaya, Allah Kulı, Hüdâvirdi ve Şah Kulı gibi adların görülmesi, Müslüman halkın Türk asıllı olduğunu ve Türkçe konuştuğunu ortaya koyar.

Şehrin peş peşe geçirdiği elim felaketler nedeniyle Ahlat’ta cami ve medreseyle ilgili hiçbir vakıf bulunmuyordu. O tarihte mevcut vakıfların hepsi zaviyelere aitti ve bunların çoğunun yeni kurulduğu anlaşılıyordu. Başlıca zaviyeler arasında Bayındır, Şeyh Necmeddin, Şeyh Abdülkadir, Şeyh Yoldaş, Şehitler, Şeyh Muhammed, Şeyh İbrahim, Şeyh Abdurrahman, Şeyh Ammâr-ı Ahlâti, Baba Merdân, Hacı Hüseyin ve Karkalar (?) bulunuyordu. Bu zaviyelerden bazıları Ahlat’ın çevresindeydi. Ahlat ve yöresinde en çok yetiştirilen mahsuller buğday ve arpaydı, ayrıca bahçelerden meyve de elde ediliyordu.

18. yüzyılda yaşamış Türk bilgini Kâtib Çelebi, Ahlat hakkında faydalı bilgiler sunar. Kâtib Çelebi, Yâkut’un aksine Hamdullah Müstevfi gibi, Ahlat’ın havasının ılıman olduğunu (“gayet latifdir”) belirtir. Ahlat’ın bahçelik bir şehir olduğunu, elma ve kayısısının meşhur olduğunu, bir Ahlat elmasının yüz dirhem geldiğini ve bu elmanın Azerbaycan ile Şirvan’da arandığını yazar. İlhanlı veziri ve tarihçisi Reşîdeddîn’in de Ahlat’ta elma bahçeleri bulunduğundan bahsettiği daha önce belirtilmişti. Ahlat, yaşadığı birçok felakete rağmen elmasının şöhretini asırlar boyunca korumuştur. Kâtib Çelebi ayrıca bu şehirden çıkan birçok bilginin adını da anar. O, Van Gölü’ne El-İstahri gibi eski coğrafyacılarla benzer şekilde “Buhayra-i Erciş” adını vererek, yılda bir gün ortaya çıkan “tirrih” adlı “latif” ve dayanıklı balığın çevreye gönderildiğini de aktarır.

1065 (1655) yılında Ahlat’ı ziyaret eden Evliya Çelebi, eserinde şehre geniş yer ayırmıştır. Evliya Çelebi, gördüğü eserlerden ve yıkıntılardan Ahlat’ın parlak geçmişini anlamış görünse de, diğer yerlerde yaptığının aksine, onları detaylı tanıtmamıştır. Bu nedenle yazdıklarından konuyla ilgili faydalı sonuçlar çıkarmak mümkün olmamaktadır. Buna karşılık, Van Gölü’ndeki balıklar hakkında verdiği bilgiler daha faydalıdır. Seyyah, yılda bir gün Van Gölü’ndeki balıkların çoğaldığını ve binlerce büyük-küçük balığın Bend-i Mâhi deresinden yukarı çıkarak Bend-i Mâhi Ziyâretgâhı denilen yerde toplandığını yazar. Van defterdarının bir görevli aracılığıyla bu balıkları tutturtup tuzlattığını ve Acem tüccarlarına sattığını, tüccarların da bu balıkları İran’a götürdüğünü belirtir. Balık satışından elde edilen gelirin, “Van kulu” (Van’daki görevli asker) ile göl çevresindeki diğer kalelerde bulunan “hisar erleri”nin maaşlarına ayrıldığını da ifade eder.

17.yüzyılın başlarında yaşanan büyük karışıklıkların ve birkaç yıl süren öldürücü kıtlığın, Murad vadisinde olduğu gibi Van Gölü çevresinde de zararlı sonuçlar doğurduğu şüphesizdir. 18. yüzyılda Ahlat’ın, Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi, ayan denilen ağalar tarafından yönetildiği anlaşılmaktadır. Ahlat, Tanzimat’tan sonraki idari yapılanmada Van eyaletinin Van sancağına bağlı kazalarından biriydi. II. Abdülhamid döneminde ise Ahlat, Bitlis vilayetine bağlandı. 1310 (1892-1893) yılına ait Bitlis salnamesine göre, Ahlat o tarihte yedi mahalleden oluşuyordu ve şehrin, ikisi hisar içinde olmak üzere yedi camisi vardı.

Bugün Ahlat, yine bağlık bahçelik, birçok eğitim ve medenî tesise sahip, şirin ve güzel bir kasaba haline gelmiştir. 1985 sayımına göre kasabanın nüfusu 11.138’dir.

  1. ABİDELERİ:

Günümüzde Ahlat’ta tarihi ve mimari değere sahip altı kümbet veya türbe, üç mescit ve bir kale bulunmaktadır. Bunların dışında, özellikle sanat değeri yüksek birçok mezar taşı da vardır. Bu mezar taşlarından 118 adedi incelenmiştir. Yapılan tasnife göre, kitabeleri olan ve tarihleri okunabilen mezar taşlarından dördü Ahlatşahlar’a (553-583/1158-1188), sekizi Eyyûbîler’e (607-623/1210-1226), elli dördü Moğollar’a (647-743/1249-1343), dördü Bidlis hakimlerinden Rûzegîler’e (780-823/1378-1420) ve yine dördü Safevîler dönemine aittir. Görüldüğü gibi, mezar taşlarının ezici çoğunluğu Moğol döneminde ölenlerle ilgilidir. Kümbetlere gelince, bunların da büyük bir kısmının Moğol dönemine ve bizzat şehri yöneten Moğol büyüklerine ait olduğuna daha önce değinilmişti. Gerçekten de Boğatay Aka ve oğlu Hasan Timur kümbetlerinin (İki Türbe) kimlikleri, kitabeleri sayesinde bilinmektedir. Kümbetlerin en güzellerinden biri olan Usta Şakird (Üstâd Şagird) veya Ulu Kümbet’in yanında, 19. yüzyılın son aylarında yıkılmış olan bir kümbet daha bulunuyordu. Bu kümbetin, 1273 tarihini taşıyan bir kitabe ile Şâdi Aka b. Soğur b. Hakan’a ait olduğu, bir hoca aracılığıyla İngiliz seyyahı Lynch tarafından belirlenmişti. Ancak, bu kitabeyi gören A. Şerif, tarihteki yüzler hanesini seb’amie (yediyüz=1300) olarak okumuş ve kitabe sahibini Emîr Şâdi Sargur Aka ibn Çâgân şeklinde açıklamıştır. İlhanlılar tarihinde üç Şadi adlı emir bulunsa da, bu ikisinin Ahlat’ta valilik yapmış olması şüphelidir. Şâdi Ahtaçı’nın ise hayatına 1283’te Errân’da son verilmişti. Şehirleri yönetme görevinin Uygurlar, Müslüman Türkler ve İranlılar’a verildiği zaten biliniyor. Usta Şagird veya Ulu Kümbet’in mimari üslubu tamamen Şâdi Aka’nınkiyle benzer olduğundan, onun da Şâdi Aka’nınkine yakın bir tarihte yaptırıldığı kabul edilmiştir. Çobanlı Küçük Şeyh Hasan’ın (ölümü: 744/1343) 740 (1340) yılında hanlığa çıkardığı Süleyman zamanında Tebriz’de bir mescit yaptırdığı (742/1341-1342) ve bu mescidin de “Üstâd Şagird” adıyla anıldığı biliniyor. Ahlat’ın da Küçük Şeyh Hasan’ın idaresinde olduğu görüldüğü için, her iki eserin de aynı elden çıktığını düşünmek mantıklıdır. Hasan Padişah türbesi denilen türbenin de Mahmud oğlu “Melikü’l-ümerâ Hasan Aka” adlı bir Moğol valisine ait olduğu görülüyor ve türbeye neden bu ismin verildiği anlaşılıyor. İki Türbe’de yatan Hasan Timur’un eşi Esen Tigin’in babası da “Emîrü’l-Kebir Hüsâmeddîn Hüseyin Aka” olarak anılıyor. A. Gabriel, soy kütüğünde Esen Tigin Hatun’u Mahmud’un torunu olarak göstermiştir.

Şu an mevcut olmayan Erzen Hatun kümbetinin kitabesindeki tarih, A. Şerif’in okuduğuna göre 707’dir. A. Gabriel ise, kitabeyi yayımlamamakla birlikte, tarihin 799 (1396-97) olduğunu söyler. Aynı türbedeki ikinci kitabe de bu konuda yardımcı olmuyor. Akkoyunlu hanedanından Bayındır Beg’in türbesi, Ahlat’ın en güzel yapılarından biridir. Ancak, Bayındır Beg’in, iki müellifin de iddia ettiği gibi Uzun Hasan Bey’in torunu Rüstem Beg’in oğlu olmadığı belirtiliyor. Bayındır Bey, Kara Yülük Osman Bey’in oğullarından ve Uzun Hasan Bey’in amcalarından Murad Beg’in oğlu Rüstem’in oğluydu. Bayındır Bey, Sultan Yakub Bey’e isyan ettiği için 886 (1481) yılında büyük emirlerden Musullu Sûfi Halil Bey tarafından öldürülmüştür. Kendisi, 1480 yılında Memlük kumandanı Yaş Bek’e karşı Urfa civarında kazanılan zaferde büyük payı olan yetenekli bir komutandı. Bu Memlük başkumandanı Yaş Bek’in, yanlışlıkla Tebriz’e giden bir gezginin adı sanıldığı da belirtilmiştir.

Osmanlı döneminde yapılan eserlerin başında, Kanunî döneminde göl kıyısında inşa edilen hisar gelir. Bu hisar, Şah Tahmasb’ın asıl Ahlat kalesini yerle bir etmesi nedeniyle yapılmıştı. II. Selim döneminde (976/1568), hisarın etrafı bir dış kale ile çevrilmiştir. Hisarın yanında bulunan İskender Paşa Camii 972 (1564), minaresi ise 978 (1570) tarihlidir. Bu caminin yanında bir de hamam inşa edilmişti. Kadı Camii de dış kale kısmında yer alır ve 992 (1584) tarihini taşır. Osmanlı döneminde yapılan bu inşaatlarda, yıkılmış olan eski kalenin taşları ile harap veya yıkık kümbet ve mezar taşları kullanılmıştır. Şehrin en parlak dönemi olan Ahlatşahlar zamanına ait bir sosyal yapının günümüze ulaşamamasının sebepleri yukarıda belirtilmişti. Bu tür eserlerle ilgili bir kitabenin de kalmamış olması şaşırtıcı değildir. Bu açıdan Ahlat, İran şehirlerinin birçoğu ile aynı kaderi paylaşmıştır.

  1. BÖLÜM

AHLATŞAHLAR

Bu hanedanın ilki ve Ahlatşahlar hanedanının asıl kurucusu Sökmen el-Kutbî’dir. Kaşgarlı Mahmut, “sökmen” kelimesinin yiğitlere ve bahadırlara verilen bir unvan olduğunu ve “sök-” (sökmek, yarmak, yırtmak) fiiliyle ilişkili olduğunu söyler. Buna göre, sökmen, “sök-” fiilinden “-men” ekiyle türetilmiş bir isim gibi görünür. Karahanlılar’da şahıs adı olarak kullanıldığını bilindiği gibi, Artuk Beg’in oğullarından biri de aynı adı taşıyordu. Bu ad, bazı Arapça kaynaklarda “sokmân” şeklinde geçer, ki bu, sökmen’in Arapça telaffuzda aldığı şekil olmalıdır.

Sökmen, Azerbaycan meliki (kral) ve Selçuklu hanedanından Çağrı Beg oğlu Yaķūti oğlu Kutbeddin İsmail İl Arslan’ın Türk asıllı memlük emirlerinden biriydi. “el-Kutbi” lakabını taşıması da buradan gelmektedir. Sökmen, Kutbeddin İsmail İl Arslan’ın saltanat mücadelelerine karışarak 488 (1095) yılında hayatını kaybetmesi üzerine, oğlu Mevdûd’a bağlandı. Ancak Mevdûd da 496 (1102) yılında beklenmedik bir zamanda öldü. Onun ölümüyle Azerbaycan meliklerinin soyu kesilmiş oldu. Bunun üzerine Sökmen el-Kutbî, Kızıl Arslan ve Yağı Sıyan oğlu Muhammed gibi Azerbaycan meliklerinin diğer emirleri ile birlikte Muhammed Tapar’ın hizmetine girdi. Bu dönemde Tapar ile Berk Yaruk arasındaki saltanat mücadeleleri tüm şiddetiyle devam ediyordu. Ertesi yıl (497/1104) barış yapıldı ve on iki yıl süren, imparatorluğu zayıflatan ve sosyal düzeni bozan uzun mücadele sona erdi. Aynı yıl, Tapar, asi Musul emiri Çökürmiş’i cezalandırmak için şehri kuşattığında, yanındaki emirler arasında Sökmen el-Kutbî’nin de bulunduğu biliniyor. Onun, 501 (1107-1108) yılında Arap hükümdarı Sadaka b. Mezyed’in cezalandırılmasına katılmış olması da muhtemeldir. Ertesi yıl (502/1108-1109) Musul’un, diğer bir serkeş emir olan Çavlı’nın elinden alınmasına Sökmen’in de katıldığı görülür.

  1. Sökmen el-Kutbi (493-505/1099-1111):

Azerbaycan meliklerinin nereleri yönettiği tam olarak bilinmemektedir. Ancak, onların Tebriz, Merend, Mâkü, Hoy gibi şehirlerin yanı sıra başka şehirleri de idare ettikleri söylenebilir. Yerel bir kaynağa dayandığı anlaşılan Ebü’l-Fida’ya (ölümü: 1331) göre, Mervân oğulları’nın zulmünden bıkmış olan Ahlat halkı, adaletini ve yeteneğini duydukları Sökmen’i 493 (1099-1100) yılında çağırarak şehri ona teslim etti. Ebü’l-Fida, Ahlatşahlar devletinin bu tarihte kurulduğunu yazar. Ancak, Azerbaycan meliki Selçuklu Mevdûd henüz hayatta olduğu için Sökmen’in şehri onun adına yönettiğine şüphe yoktur.

Diğer taraftan, İbnü’l-Ezrak’a göre, Alp Arslan, Malazgird savaşından sonra Ahlat ve Malazgird’e valiler atamış, bu yüzden buralar Mervân oğulları’nın elinden çıkmış ve Selçuklu sultanları, müellifin zamanına (570/1175) kadar bu şehirleri emîrlere dirlik olarak vermeye devam etmiştir. Bu durum ne olursa olsun, Sökmen, yukarıda belirtildiği gibi, diğer kapı yoldaşlarıyla birlikte Selçuklu Muhammed Tapar’a önemli hizmetlerde bulundu. Bu sadakatinin karşılığı olarak, 505 (1111) yılında onu Tebriz, Ahlat, Meyyafarikîn ve diğer bazı ikinci derecedeki şehirleri içeren Diyarbakır bölgesinin hakimi olarak görüyoruz.

Ancak, İbnü’l-Ezrak’ın bir kaydına dayanarak, Musul emîri Çökürmiş ile birlikte Urfa’nın güneyindeki Belih çayı kıyısında Haçlılar’a karşı parlak bir zafer kazananın (9 Şaban 497 / 7 Mayıs 1104) Sökmen el-Kutbî olduğu iddiası kabul edilemez. Çünkü diğer tüm güvenilir Müslüman ve gayrimüslim kaynaklarda, zaferi kazananın Hısn Keyfa hakimi Artuklu Sökmen olduğu açıkça belirtilir. Ayrıca, haberi doğru kabul edilen İbnü’l-Ezrak, eserinin başka bir yerinde Haçlılar’ı yenenin Artuklu Sökmen olduğunu açıkça yazar.

Sökmen el-Kutbî’nin, 502 (1109) yılında Meyyafarikîn’i (Silvan) uzun bir kuşatmadan sonra ele geçirdiği, İbnü’l-Ezrak’ın sözleri diğer müellifler tarafından da doğrulanır. Sökmen, Meyyafarikîn’in idaresini memlükü Gız (Kız) Oğlu’na bırakmıştı. 505 (1111) yılında, Haçlı bölgesinden Bağdat’a gelen Müslümanlar’ın yardım talepleri üzerine, Muhammed Tapar, Altun Tiğin oğlu Mevdûd komutasında kalabalık bir orduyu Haçlılar’ın üzerine gönderdi. Bu orduda Sökmen el-Kutbî, Meraga hakimi Ahmedil ve Porsuk’un oğulları İl Begi ve Zengi gibi büyük emirler de bulunuyordu. Ancak bu ordu, Urfa’yı bırakın, kırk beş gün kuşattığı Tell Bâşir kalesini (Antep yöresinde) bile alamadı. Halep’e gelindiğinde Sökmen el-Kutbî hastalandı. Hastalığı ağırlaşınca ordudan ayrıldı, ancak Fırat kıyısındaki Bâlis şehrinde hayatını kaybetti (505/1111, muhtemelen Rebiyülevvel/Eylül-Ekim). Onun ölüm tarihinde (yani 505 yılı olduğu konusunda) bir tereddüt yoktur. Sökmen’in tabutu memleketine götürülürken, Artuklu İl Gazi, gaza ve cihat sırasında ölen bir emirin ve askerlerinin mallarını almak için yollarını kesmekte tereddüt etmedi. Ancak Sökmen’in askerleri, beylerinin tabutunu ortalarına alarak Artuklular’ı bozguna uğrattı ve üstüne epeyce ganimet ele geçirdi. İl Gazi’nin bu kabul edilemez hareketi, Sökmen ile aralarının iyi olmamasından kaynaklanıyordu. Sökmen’in tabutu önce Meyyafarikîn’e, sonra da Ahlat’a götürülerek oraya defnedildi. Sökmen’in, Tebriz, Ahlat, Erciş, Zâtül-Cevz (Adilcevaz), Meyyafarikîn, Malazgird, Muş, Van, Bargiri ve Vestan şehirlerini yönettiği biliniyor. Onun, Ahlat ile Tebriz arasındaki diğer bazı şehir ve kalelere de sahip olması muhtemeldir. Meraga hakimi Ahmedîl, Muhammed Tapar’ın Sökmen’in sahip olduğu yerleri kendisine vereceği umuduyla onun ölümüne çok sevindi. Ancak bu umudu gerçekleşmediği gibi, kısa süre sonra Batınîler’in hançerlerinin kurbanı oldu. Hoy’un batısında, ona bir konak mesafedeki Sökmen Âbâd şehrinin bu Sökmen mi yoksa torunu II. Sökmen tarafından mı kurulduğu bilinmemektedir, ancak yazar, Sökmen Âbâd’ın II. Sökmen tarafından kurulduğuna inanıyor.

Sökmen el-Kutbî’yi “hükümdar” olarak tanımlamak doğru değildir. Kaynaklarda o, sadece “emir” olarak anılır. Yani, Sökmen’in, çağdaşı olan diğer Selçuklu emirlerinden hiçbir farkı yoktur ve hükümdarlık alametlerinden hiçbirine (Ahlat şah unvanı da dahil) sahip değildir. Zaten olamazdı da, çünkü Selçuklu devleti gücünü koruyordu. “Şah” ve “melik” gibi unvanları ancak hanedan üyeleri taşıyabilirdi. Sökmen’in “İnanç Hâtun” unvanlı eşi, Ahlatşahlar tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Bu hırslı kadın, Ürkmez metin (j(S,1)) adlı birinin kızıydı. Sökmen’in askerlerinin Türkmenler’den oluştuğu yönündeki görüşü onaylamak mümkün değildir. Çünkü kaynaklarda bu konuda bilgi bulunmadığı gibi, böyle bir hükme temel oluşturabilecek kanıtlar da yoktur. Onun, oğlunun ve torununun askerleri kendisi gibi Memlük asıllıydı. Nitekim, Sökmenli hanedanına, aşağıda görüleceği üzere, bu hanedanın kendi yetiştirdiği Memlük asıllı emirler halef olmuştur.

  1. İbrahim (505-521/1111-1127):

Sökmen’in yerini oğullarından Zahîreddîn İbrahim aldı ve 520 (1126) veya 521 (1127) yılındaki ölümüne kadar babasının makamında kaldı. Ancak İbrahim zayıf bir karakterdi. Ülkeyi, hırslı ancak pek becerikli görünmeyen annesi İnanç Hatun yönetiyordu. Bunun sonucunda, Tebriz ile Azerbaycan meliklerine ait diğer birçok yer, Muhammed Tapar tarafından karısı Gevher Hatun’a verildi. Azerbaycan meliki Kutbeddîn İsmail’in kızı olan Gevher Hatun da, bu yerleri yönetmek için bir teşkilat kurdu ve başına bir vezir getirdi. Ayrıca Tapar, Meyyafarikîn’i de İbrahim’in yönetiminden alarak Karaca es-Sâkiye’ye dirlik olarak verdi (508/1115). Ertesi yıl Tapar, Karaca’yı Fars’ın yönetimine gönderdi ve Meyyafarikîn’i, Musul’da oturan oğlu Mes’ud’un dirlikleri arasına kattı. Mes’ud’un atabegi Cuyûş Beg, Sultan’ın emri üzerine bu şehrin valiliğine İl Düzen Beg adlı birini gönderdi. Fakat bu yeteneksiz vali yüzünden Meyyafarikîn harap bir hale geldi ve birçok yöresi komşu Artuklu, Dimlec veya Dümleçli (Bidlis-Erzen), Yınallı (Âmid/Diyarbakır) beylerinin eline geçti. Meyyafarikîn, daha sonra (515/1121) Tapar’ın oğlu Sultan Mahmud tarafından Artuklu İl Gâzi’ye verildi. İbnü’l-Ezrak, şehrin 512 (1118) yılında ikta edildiğini yazsa da, İl Gazi’nin Tapar’a itaatsizlik göstermeyi sürdürmesi nedeniyle İbnü’l-Esîr’in verdiği tarih daha doğru olmalıdır.

  1. Ahmed (521/1127):

Tarihçi el-Azîmî, 518 (1124-1125) yılında Sökmen el-Kutbî’nin oğlu Dâvud’un Toğan Arslan’ı yendikten sonra Bidlis’i de kuşattığını bildirir. Ancak, Sökmen el-Kutbî’nin Dâvud adında bir oğlu olduğu diğer kaynaklarca doğrulanmadığı gibi, Hısn Keyfa hakimi Sökmen oğlu Dâvud’un da aynı yılda hayatta olduğu biliniyor. Bu nedenle, el-Azîmî’nin Ahmed yerine yanlışlıkla Dâvud adını yazması muhtemeldir. Aynı müellif, yine orada, İbrâhim’in 520 (1126) yılında vefat ettiğini ve yerine kardeşi Yakub’un geçtiğini yazar. Yerel bir kaynağa dayanan Ebû’l-Fidâ ise İbrahim’in 521 (1127) yılında öldüğünü ve kardeşi Ahmed’in ona halef olduğunu bildirir. Sökmen’in Ahmed adında bir oğlu olduğu İbnü’l-Ezrak tarafından doğrulanır. Ahmed’in kızı Zeyneb Hatun, Artuklular’dan Necmeddin Alpı’nın eşiydi ve Ahlatşah II. Sökmen’i ziyaret için gittiği Ahlat’tan dönerken 561 (1166) yılında vefat etti. Ahmed on ay emir makamında kaldıktan sonra öldü ve yerine, altı yaşındaki yeğeni ve İbrahim’in oğlu Sökmen getirildi.

  1. Sökmen (522-581/1128-1185): Ahlatşahlar ülkesini II. Sökmen’in babaannesi yönetiyordu. Ebû’l-Fida’nın kaynağına göre, İnanç Hatun ülkeye bağımsız hakim olmak için çocuk yaştaki torununu da öldürmek istemiş, ancak bunu fark eden devlet büyükleri, 528 (1133-1134) yılında hırsı sonsuz olan bu kadını boğarak tehlikeyi engellemişlerdir. Aynı yıl, İran Selçukluları tahtına ikinci kez Mes’ud çıkmıştı. Sultan Mes’ud, 529 (1135) yılında Halife el-Müsterşid’i yendikten sonra Meraga’ya geldi ve Ahlatşah’ın ülkesine yürüdü. Bu olay, İnanç Hatun’un öldürülmesiyle ilgili olabilir. Ancak, Mes’ud’un el-Müsterşid ile yapacağı savaşa Sökmen’in gelmemesinin bu seferin yapılmasında daha etkili bir neden olması daha muhtemeldir. Sökmen, Sultan’ın üzerine yürüdüğünü öğrenince kaçtı, Mes’ud da ülkesini istila etti. Daha sonra Ahlatşah, değerli hediyelerle Mesud’un huzuruna gelerek onun gönlünü aldı. Ancak Sultan Mes’ud, Sökmen’in sadakatine güvenmemiş olmalı ki, 531 (1137) yılında Fars valisi Mengü Bars ile yaptığı Gürşenbe savaşından sonra huzuruna gelen kardeşi Selçuk’a Sökmen ve Toğan Arslan’ın ülkelerini dirlik olarak verdi. Tebriz valisi Gız Oğlu es-Silâhî’yi de onun atabeyi yaptı. İmâdeddin İsfahanî’ye göre, Selçuk dirlik bölgesine giderek bu ülkeleri tamamen ele geçirdi, halkına zulüm ve işkence ederek el koymalar yaptı, yakıp yıktı ve birçok esir aldı. Ancak Melik Selçuk (Selçuk da denir), hem bu kötü işleri, hem de yeteneksiz bir insan olması nedeniyle Doğu Anadolu’da tutunamadı. Toğan Arslan’ın oğlu, Bidlis ve Erzen emiri Hüsâmüd-devle Kurtı’ya yenilerek bu bölgeden uzaklaştı. İbnü’l-Ezrak, Selçuk Şah’ın Ahlat’ı bir süre kuşattıktan sonra kuşatmayı kaldırdığını yazarak bu olaydan kısaca bahseder. Böylece Doğu Anadolu beylikleri büyük bir dış tehlikeyi atlatmış oldu. Gerçekten de onların varlıklarını tehdit eden tehlikeler içten değil, daima dışarıdan, büyük devletlerden gelmiştir.

Nitekim, Musul-Halep hakimi Atabeg Ak Sungur oğlu İmâdeddin Zengi, daha 520 (1126) yılında Bahmurd’u almış, 528 (1133-1134) yılında ise Artuklular arasındaki anlaşmazlıktan yararlanarak Âmid’i (Diyarbakır) kuşatmış ve es-Sâur, el-Bâri’iyye ve Cebelcûr, Zü’l-Karneyn, Tanze şehir ve kalelerini fethetmişti. Aynı müellif, Atabeg’in bu yıl içinde Ahlatşah Sökmen’in kızı ile evlendiğini yazar. Usâme b. Munkiz’in anlattığına göre, Atabeg İmâdeddin Zengi, Ahlatşah Sökmen’in kızını istemiş, ancak İnanç Hâtun onu Bidlis Erzen hakimi Hüsamü’d-devle b. Dilmâc’a vermeyi tercih etmişti. Buna çok kızan Zengi, başka bir yoldan Ahlat’a gelmiş ve kaleye girerek evlilik işini halletmişti. Ayrıca, Atabeg, Bidlis üzerine asker göndererek Hüsamüddevle b. Dilmac’ı on bin altın vermeye zorlamıştı. Zengi’nin Ahlat Şah’ın kızıyla evlenmekteki amacı, her zaman yaptığı gibi, burayı kendi hakimiyetine almak için zemin hazırlamaktı. İnanç Hatun’un zayıf yönetimi onda böyle bir hırs uyandırmıştı. Bizzat bu sefere katılan Usâme’nin ifadesine göre, sefer İnanç Hatun’un sağlığında yapılmıştı. Ancak onun Bidlis hakimini Hüsâmü’d-devle b. Dilmâc olarak tanımlaması doğru olamaz. Zengi’nin bu eşi “Sökmeniyye Hatun” olarak anılmış ve Musul’da Selçuklu şehzadesi Ferruhşah’ın eğitimiyle ilgilenmiştir. 537 (1142-1143) veya 538 (1143-1144) yılında Zengi’nin, Kızıl Arslanlı beyliğinin ülkesi olan Siirt bölgesini istila ederek Hizân, el-Ma’den, Eyrûh (?) ve Fatlîs gibi yerleri Kızıl Arslan’ın oğlu Yakub’un elinden aldığı görülür. Aynı müellif, Zengi’nin daha önce (muhtemelen 528’de) Tanze, Hâni, İs’ird (Siirt) ve Cebelcûr’u ele geçirdiğini söyleyerek İbnü’l-Adîm’i doğrular. İbnü’l-Esir ise bu seferin 538 (1143-1144) yılında gerçekleştiğini yazar ve İs’ird, Tanze, Bânisîye, Hısn Zu’l-karneyn’in de bu seferde alındığını belirtir. Bu fetihle Siirt bölgesinde kurulmuş olan Kızıl Arslanlı beyliği sona ermiştir. Diğer müellifler Zengi’nin Ahlat seferinden bahsetmez. Üsâme de alışılmış olduğu üzere detay vermez. Mevcut durumda, daha önce de belirtildiği gibi, Ahlat seferinin 528 yılında veya biraz öncesinde, İnanç Hatun henüz hayattayken yapıldığını kabul etmek gerekir.

Ahlatşah II. Sökmen’in uzun hükümdarlık dönemi, Ahlatşahlar devleti tarihinin en parlak dönemini oluşturur. Gürcülerle yapılan birkaç savaş dışında, Van Gölü çevresindeki halk, II. Sökmen’in yaklaşık elli yedi yıllık yönetimi altında mutlu bir yaşam sürdü. Sökmen, 533 (1138-1139) yılında asi ve savaşçı Sasunlular tarafından bir şekilde esir alınma talihsizliğini yaşasa da, Artuklu hükümdarı Mardin ve Meyyafarikîn hakimi Hüsâmeddin Temur Taş’ın çabalarıyla özgürlüğüne kavuştu. Ancak Sökmen, daha sonra Sasunlular’ın (Senâsîne) kalelerini üç yıl kuşatarak ele geçirdi (10 Muharrem 570 / 11 Ağustos 1174) ve bu topluluğu ağır bir şekilde cezalandırdı. Hatta Ahlatlı Ammâr oğlu Es’ad, hatıratında Sökmen’in onları bir daha kendilerini toplayıp zarar veremeyecek duruma getirdiğini anlatmıştır. Zengi’nin ölümü üzerine (541/1146), Ahlatşah, Zengi tarafından Kızıl Arslan oğlu Yakub’dan alınan tüm yerleri geri aldı. Böylece II. Sökmen, bu başarısıyla oldukça yetenekli bir şahsiyet olduğunu göstermiş oldu. Atabeg’in ele geçirdiği diğer birçok yer de Artuklular tarafından geri alındı. Bir yıl önce, 540 (1145-1146) yılında, Artuklu hükümdarı Temür Taş’ın oğlu Necmeddîn Alpı, Ahmed’in kızı ve II. Sökmen’in anne bir kız kardeşiyle evlendi ve bu evlilikten Alpı’nın oğlu ve halefi Kutbeddîn II. İl Gâzi doğdu. Esasen II. Sökmen ile Temur Taş, Erzurum-Bayburd hükümdarı II. Saltuk’un damadı oldukları için bacanaktılar. Bu nedenle Sökmen, Alpı’nın dayısı değil, teyzesinin kocası, yani eniştesidir.

Hâni sahibi Şâruh, Siirt bölgesi hakimi Kızıl Aslan oğlu Yakub ve Mervanlılar’dan Hattâḥ sahibi Şemsüd-devle İsa’nın sahneden çekilmesinden sonra, Doğu Anadolu’nun siyasi tablosu şöyleydi: Mardin, Meyyafarikin (Silvan), Harput, Cebelcûr (Bingöl) bölgeleri Artuklular’ın, Âmid (Diyarbakır) ve çevresindeki bazı yöreler Yınallılar’ın, Bidlis-Erzen bölgesi Dimleç (?) oğulları’nın, Ahlat, Muş, Tatvan, Malazgird, Zâtül-Cevaz (Adilcevaz), Erciş, Van, Bargiri, Vestan, Tuğtâb, Sökmen Abâd (Ovası) ise Ahlatşahlar’ın, Erzurum ve Bayburd yöreleri de Saltuklular’ın idaresi altındaydı. Erzincan, Kemah, Şebin Karahisar ve Divriği yörelerini yöneten Mengücüklüler, Doğu Anadolu tarihinde önemli bir varlık gösteremedikleri için bu tabloda onlara geniş bir yer verilmemesi hatalı sayılmaz. Bu beylikler, komşu büyük devletlerin gücüne ve zayıflığına göre hareket ederek, bazen hafif bir şekilde onlara bağlı kalmış, bazen de bağımsız olarak yaşamıştır. Kendi aralarında ise, önemli ve ilgi çekici sayılabilecek bir iki olay dışında, çok iyi geçinmişler ve akrabalık kurmuşlardır. Bunun en kesin kanıtı, altı beyliğin de hayatlarına komşu büyük devletler tarafından son verilmiş olmasıdır.

  1. Sökmen döneminin en önemli olayları Gürcü savaşlarıdır. Ancak bunlara geçmeden önce, Sökmen’in İl Deñiz’in atabeyliğini tanımadığından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Gerçekten de, Errân valisi İl Deniz 556 (1160) yılında Tuğrul oğlu Arslan’ı Selçuklu tahtına oturtmuş ve kendisi de atabeg sıfatıyla devletin yönetimini ele almıştı. Ancak, Meraga hakimi Ak Sunkur oğlu Arslan Apa ile Sökmen, İl Deniz’e karşı bir ittifak cephesi oluşturdular. Bunun üzerine İl Deñiz, oğlu Cihân Pehlivan’ı Arslan Apa’ya karşı gönderdi (556/1160-1161). Arslan Apa, Sökmen’den yardım istedi. Sökmen, ona çok sayıda asker gönderdi ve sınırda olduğu için ülkesini terk edemeyeceğini belirterek özür diledi. Arslan Apa, Ahlatşah askerinin de yardımıyla Cihân Pehlivan’ı fena halde yendi. Öyle ki, askerlerinin çoğu esir alındı ve kendisi de perişan bir halde bir kısım askeriyle Hemedan’a döndü. Arslan Apa’ya Selçuklu sultanı Arslan’ın hükümdarlığı ancak 563 (1168) yılında kabul ettirilebildi. Sökmen’in ise aynı şeyi çok daha önce yaptığına şüphe yoktur.

Gürcü kralı Giorgi, 549 (1154) yılında Saltuklu hükümdarı İzzeddin Saltuk’u ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, 556 (1161) yılında da Ani şehrini ele geçirmişti. Saltuk ve damadı II. Sökmen, buna kayıtsız kalmak istemediler ve birlikte Giorgi’nin üzerine yürümeye karar verdiler. Güçlü bir kişiliğe sahip olan Sökmen’in eşi ve Saltuk’un kızı Şah Bânûvân’ın bu kararda önemli bir rol oynadığı anlaşılıyor. Kars ve Sürmari (sonra Sürmeli Çukur) hakimleri ile Dimleç oğlu Bidlis-Erzen emiri Fahrüddevle Devlet Şah’ın yanı sıra Sökmen’in eniştesi Artuklu Necmeddin Alpı da ittifaka dahil edildi. Alpı, onlara katılmak üzere Mardin’den yola çıkmıştı. Ancak beyler, Artuklu hükümdarını beklemeden Ani’yi kuşattılar (Şaban 556/Ağustos 1162). Bunu öğrenen Gürcü kralı Giorgi, şehri kurtarmak için harekete geçti. Savaş başlamak üzereyken, İzzeddin Saltuk, daha önce esir iken Gürcü kralı ve oğullarıyla savaşmayacağına dair yemin ettiğini bahane ederek, eşi benzeri görülmemiş bir hareketle dindaş, kavimdaş ve akrabalarından uzaklaştı. Bu durum, Türkler’in ağır bir yenilgiye uğramasına neden oldu. Öyle ki, Gürcüler, zengin bir ganimetin yanı sıra çok sayıda Türk’ü öldürmüş ve dokuz bin esir almıştı. Ahlatşah Sökmen, ancak dörtyüz atlıyla ülkesine dönebilmiş, eşi Şah Bânûvân’ın anne bir kardeşi Bedreddin de düşmanın eline düşmüştü. Yenilgiyi Malazgird’e geldiği sırada öğrenen Artuklu Necmeddin Alpı, akrabalarını ve müttefikini beklemeden geldiği yere hızla geri döndü. Atabeg İl Deñiz, herhalde Selçuklu Arslan’ın konumunu sağlamlaştırmak için muhalifleriyle uğraştığı için bu savaşta rol almamıştı.

Gürcü kralı, kazandığı bu önemli zaferden cesaret alarak Duvin (Duveyn) şehrini aldı ve yıktı, ayrıca Gence bölgesine yağma ve tahrip akınları düzenledi. Hatta Errân’a gelen İl Deniz’den, Gence ve Beylekan şehirleri için vergi ödenmesini talep etti. İl Deñiz ise, krala, Tiflis’i almadıkça geri dönmeyeceği cevabını verdi. Errân’da Arslan Şah’ın yanında birçok emir toplanmıştı ve bunlar arasında II. Sökmen de bulunuyordu. Sultan, Türkçe “ici” (ağabey, burada belki “muhterem büyük” anlamında) diyerek Ahlatşah’a çok iltifat ediyordu. Lükri kalesi yakınlarında yapılan savaşta Gürcüler yenilerek tüm eşyalarını bırakıp kaçtılar (Şaban 558 / Temmuz 1163). Zaferden sonra Gürcü ülkesine akınlar düzenlenerek ganimet ve esir elde edildi. Ertesi yıl, Ahlatşah’a bağlı olan Sürmari hakimi İbrahim Beg, kuvvetinin az olmasına rağmen Gürcüler’e karşı önemli bir zafer kazanmayı başardı.

Sökmen’in oğlu olmadığı için, yeğeni (kız kardeşinin çocuğu) ve Artuklu Necmeddin Alpı’nın oğlu İl Gâzi’yi sarayında büyütüyor, ona veliaht ve vârisi gözüyle bakıyordu. 560 (1164-1165) yılında İl Gâzi, Hısn Keyfa hakimi ve Artuklu hanedanının büyük reisi Fahreddin Kara Arslan’ın kızıyla evlendirildi. 570-571 (1174-1175) yılında Gürcüler’in Ani şehrini alıp ülkelerine katmaları üzerine iki taraf arasında yeniden savaş çıktı. Selçuklu ordusu 571 yılının başlarında (Temmuz-Ağustos 1175) Nahçivan’da toplandı. Türkmenler öncü kuvveti oluşturdu. Kaynaklardaki kelime, bunların Beg Dili Türkmenleri olduğunu iddia etmeye uygun düşmemektedir. Türk ordusu Lôri ve Domanis ovalarını geçerek Akşehir’e geldi. Gürcüler karşı koymaya cesaret edemeyince, bu bölge yağmalandı, yakıldı ve yıkıldı; çok sayıda ganimet ve esir alındı. Sökmen ve askerleri ganimet ve esirlerle Ahlat’a döndüler (Rebiyülevvel 571 / Eylül 1175). Bu vesileyle şehir süslendi ve görülmemiş şenlikler yapıldı.

Aynı yıl İl Deñiz öldü ve yerine oğlu Cihân Pehlivan Muhammed Atabeg oldu. Cihân Pehlivan’ın dirayeti sayesinde siyasi istikrar devam etti. Ancak Zengîler devleti hükümdarı Nûreddin Mahmud’un yerini alan kumandanı Selahaddin Eyyûbî, efendisinin aksine küçük İslam devletlerini ortadan kaldırma siyasetini izliyordu. Bu amaçla 578 (1182) yılında Musul’u kuşattı. Musul hükümdarı Zengîler’den İzzeddin Mes’ud, Ahlatşah Sökmen ile Atabeg Cihân Pehlivan Muhammed’den yardım istedi. Musul’da hutbe Selçuklu hükümdarları adına okunduğu için, Cihân Pehlivan’ın Eyyûbî hükümdarının bu hareketine kayıtsız kalması beklenemezdi. Gerçekten de, Selahaddin Musul’u kuşattığı sırada Ahlatşah Sökmen ile Cihân Pehlivan’ın ve kardeşi Kızıl Arslan’ın elçileri gelerek ondan kuşatmayı kaldırmasını istediler. Fakat Selahaddin onların sözlerine önem vermedi. Başka sebeplerden dolayı kuşatmayı kaldırdıysa da, bu defa yine Zengîler’e ait Sincar’ı kuşattı. Eyyûbî tehlikesinin ciddiyetini Cihân Pehlivan’dan belki çok daha iyi anlayan Sökmen, Musul hükümdarı İzzeddin Mes’ud ile Selahaddin’e karşı mücadele etmek için bir ittifak kurdu. Bununla ilgili olarak Sökmen, değerli emirlerinden Seyfeddin Bek Temür’ü elçi olarak Eyyûbî hükümdarına gönderdi. Bek Temür, Selahaddin’den Sincar’dan uzaklaşmasını rica etti. Selahaddin’in bu ricasını yerine getirmemesi üzerine, Bek Temür, efendisinin savaş açacağını bildirdi. Kendisine verilen hilat ve hediyeleri kabul etmeyerek öfkeli bir şekilde Selahaddin’in ordugahından ayrıldı. Bek Temür, Ahlatşah’a ihmal ve gevşeklik gösterildiği takdirde bu meselenin vahim sonuçlar doğurabileceğini söyledi. Bunun üzerine, Ahlat’ın dışındaki ordugahında bulunan Sökmen hemen yola çıktı ve Mardin’e geldi. Yanında Bidlis ve Erzen hakimi Dimleç oğlu Fahreddin Devlet Şah da vardı. Devlet Şah’ın Sökmen’le arası bir ara açılmış olsa da, sonradan düzelmişti. Mardin hükümdarı Kutbeddin İl Gâzi ise Sökmen’in kız kardeşinin oğlu olup kendi sarayında büyümüştü. Kısa süre sonra Musul hükümdarı İzzeddin Mes’ud da Mardin’de müttefikine katıldı. Bunu, Halep’ten Türkmen Yıva Yaruklu askerinin gelmesi izledi. Artuklu İl Gâzi, İzzeddin Mes’ud’un hem dayısının oğlu, hem de kayınpederiydi. Selahaddin, bu sırada Harran’daydı ve askerini terhis etmişti. Onların toplandığını öğrenince akrabalarına askerleriyle birlikte huzuruna gelmelerini emretti. Hamâ’dan gelen Takiyyeddin Ömer, müttefiklere gözdağı vermek için harekete geçilmesini tavsiye etti. Bu tavsiyeyi doğru bulan Selahaddin Re’sü’l-ayn’e ulaştı. Gerçekten de bu hareket müttefiklerin dağılmasına yetti ve Ahlatşah, Eyyûbî hükümdarıyla karşılaşmayı göze alamadı.

Selahaddin’in Âmid’i alması (579/1183) ve Halep’i ele geçirmesi (aynı yıl), “melikleri” yani küçük hükümdarları daha derin bir kaygıya düşürdü. Ertesi yıl (580/1184-1185) Mardin-Meyyafarikîn hükümdarı Kutbeddin İl Gâzi genç yaşta öldü ve oğulları küçüktü. Ahlatşah, yeğeninin oğullarından Nâsireddin Yavlak Arslan’ı Mardin tahtına oturtarak, yetenekli ve iyi niyetli bir emir olan Nizâmeddin Alp Kuş’u ona atabeg tayin etti. Türkler de bu gibi durumlarda sıkça yapıldığı gibi, Alp Kuş’u Yavlak Arslan’ın annesiyle evlendirdiler.

Selahaddin, 581 (1185) yılında Musul’u yeniden kuşattı. Selahaddin’i Fırat ötesi ülkelerinin ve özellikle Musul’un fethine en çok teşvik eden, Zeyneddin Ali Kûçek’in oğlu meşhur Muzafferiddîn Gök (Kök) Böri idi. Kuşatma devam ederken Ahlatşah Sökmen’in öldüğü haberi geldi (9 Rebiyülâhir / 10 Temmuz 1185). Sökmen, cesur ve dirayetli bir hükümdardı. Müttefikleri olduğu halde Selahaddin ile savaşmadığı için onu eleştirmeye hakkımız yoktur. Çünkü Eyyûbî hükümdarı, savaş tecrübesi çok yüksek bir orduya sahipti. Buna karşılık, Doğu Anadolu’nun Gürcüler’e karşı savunmasında en büyük rolü oynamış, onların Aras’ı geçmesine izin vermemişti. Oysa kendisinden sonra Gürcüler defalarca Ahlat’a kadar gelmiş ve Eyyûbîler’den el-Evhad’ı babası el-Adil’e yardım feryatnameleri yazdıracak kadar zor durumda bırakmışlardı. Sökmen, halka karşı çok şefkatliydi. Ermeni tarihçisi Vardan, onun hakkında şunları yazıyor: “Ahlatşah (yani Sökmen), Saltuh (Saltuk) ile beraber memleketi barış ve adalet içinde yaşatmaya niyet etti. Yildegüz (İl Deñiz) de bu hayırlı fikirleri beslerdi. Bu üç hükümdar Hıristiyanlar’ı sever ve ülkelerini imâr ederlerdi. Bu sebeple onlar halkın sevgi, saygı ve minnetini kazandılar”. Daha önce de kaydedildiği gibi, Ahlat bölgesi, yani Van Gölü çevresi, onun zamanında en mamur ülkelerden biri haline gelmiş, halkı da en yüksek refah seviyesine ulaşmıştı. Vardan, onun on iki şehre sahip olduğunu söyler. Ancak biz bu şehirlerin hepsinin adını bilemiyoruz. Bidlis-Erzen hakimi Dimleç oğlu Fahrü’d-devle Devlet Şah ile Sürmari (Sürmeli Çukur) sahibi İbrahim, Sökmen’e bağlıydı. Vardan, Ahlatşah’ın ölümünden sonra ülkesinin civardaki kavimlerin zulmü altına girdiğini ve yoksulluğa düştüğünü söyleyerek, onun döneminde yaşanan mutlu hayatın sona erdiğini belirtir. Sökmen’in para bastırdığı bilinse de , onun adına yapılmış herhangi bir yapıya rastlanmamıştır. Bu durum, Ahlat’ın yaşadığı büyük felaketlerle ilgilidir. Yerel bir kaynağa dayanan Ebü’l Fidâ, Sökmen’in altmış dört yaşında öldüğünü bildirir. Ancak müellif, Sökmen’in 579 yılı sonlarında vefat ettiğini yazsa da, İbnü’l-Esîr’in verdiği tarih (581) daha doğrudur. Sökmen’in bir kızı olduğu söylenir. Bu kız, 608 (1211-12) veya daha sonra, Ahlat’ta tek başına yaşıyor ve geniş olmayan bir arazinin geliriyle geçiniyordu. Eyyûbî hükümdarı el-Eşref’e göre Sökmen’in kızı, güneş gibi güzel bir kadındı.

  1. Seyfeddin Bek Temür:

Sökmen’in hiç oğlu olmadığı ve hanedanından kimse bulunmadığı için, eşrafın ve halkın isteği üzerine Seyfeddin Bek Temür devletin başına geçti. Bek Temür, Sökmen’in yetiştirdiği Memlük asıllı emirlerden biriydi. Efendisinin ölümü sırasında Meyyafarikîn’i yönetiyordu. Selahaddin, Sökmen’in öldüğünü ve yerine Bek Temür’ün geçtiğini öğrenince, Musul kuşatmasını bırakıp Ahlat üzerine yürüme düşüncesindeyken, Ahlat ve Bidlis’in ileri gelenlerinden aldığı mektuplar tereddüdünü giderdi. Mektuplarda, Ahlat’a geldiği takdirde şehrin kendisine teslim edileceği bildiriliyordu, ancak bu bir hileydi. Zira, Atabey Cihân Pehlivan Muhammed’in Ahlat’ı almak için harekete geçtiği haberi alınmış ve bu tedbirle onun karşısına Selahaddin çıkarılmıştı. Gerçekten de Eyyûbî hükümdarı Ahlat’a yaklaştığında, Cihân Pehlivan’ın da şehrin diğer tarafındaki bir yerde konakladığını gördü. Elçiler gidip geldi. Eyyûbî hükümdarı, Atabeg ile savaşmaya cesaret edemedi. Ahlatlılar’ın Selçuklu hükümdarı Tuğrul’a, daha doğrusu Cihân Pehlivan’a tabi olmalarını ve hutbeyi onların adına okutmalarını kabul etmek zorunda kaldı. Ancak kaynaklarda bahsedilmese de, Selahaddin’in bunun karşılığında Musul meselesinde Atabeg’in tarafsızlığını sağladığı akla gelebilir. Çünkü Selahaddin, Ahlat seferinden dönüşünde Musul hükümdarı İzzeddin Mesud’a adını hutbelerde okutmak, sikkelere yazdırmak, ihtiyaç olduğunda asker göndermek, Şehrezor, Türkmen Kıpçak oğlu Hasan’ın yurdu ve Karabelli vilayetleri ile Zab ötesindeki diğer yerlerin kendisine bırakılması şartlarıyla hakimiyetini kabul ettirmiş, Atabeg bu konuda hiçbir müdahalede bulunmamıştı. Yukarıdaki vilayetlerin Selahaddin’in eline geçmesiyle iki hükümdar arasında doğrudan komşuluk oluşmuş ve Cihân Pehlivan bundan çok rahatsız olmuştu. Nitekim 582 (1186) yılında hastalanması ve ölümü, Selahaddin’in ülkesini istila edeceği vehmiyle yakından ilgiliydi. Selçuklular’ın başından beri Musul’da okunan hutbeleri de işte bu antlaşmayla sona ermiş ve yerini Selahaddin’in hutbesi almıştı.

Üstelik Selahaddin, Ahlat seferinden tamamen eli boş dönmedi. Hükümdarsız kalmış olan Meyyafarikîn’i önce zorla, bu mümkün olmayınca da hileyle ele geçirdi ve şehrin idaresine emirlerinden Ahlatlı Sunkur’u atadı. 582 (1186) yılında Selahaddin, Mısır naipliğinden azlettiği amcasının oğlu Takiyyeddin Ömer’e Meyyafarikîn’i de vermiş ve Takiyyeddin Ömer buraya yerleşmişti. O, cesur ve yetenekli bir insandı. Takiyyeddin Ömer, 587 (1191) yılında Âmid’in kuzeyinde ve Meyyafarikîn’in kuzey batısındaki es-Suveyda (Siverek) ile Hâni’yi ele geçirdi. Bek Temür buna kayıtsız kalmadıysa da, askerinin çokluğuna rağmen yenilerek Ahlat’a döndü. Takiyyeddin Ömer şehri kuşattı, fakat alamayacağını görünce Malazgird’e yöneldi ve orayı kuşattı. Erzurum melikesi Mama Hatun’un, iddia edildiği gibi , Bek Temür’e değil, aksine Takiyyeddin Ömer’e yardım etmek için geldiği belirtilir. Ancak Takiyyeddin Ömer, kuşatma sırasında öldü (19 Ramazan 587 / 10 Ekim 1191) ve Malazgird büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu. Bu son kaynakta, Bek Temür’ün Takiyyeddin Ömer’in istilasını Halife’ye şikayet ettiği ve Halife’nin de Selahaddin’e yazdığı mektupta Takiyyeddin Ömer’in Ahlat üzerine yürümesini kınadığı kaydedilir.

Halifenin bu mesele hakkında Kıpçak oğlu Hasan’a mektup yazdığı iddiası doğru değildir. Halife’nin Selahaddin’e gönderdiği mektupta birbirinden tamamen ayrı iki konudan bahsedilir: Bek Temür’ün saldırıya uğraması ve Şehrezor bölgesindeki bir yörenin hakimi olan Türkmen Kıpçak oğlu Hasan’ın, Selahaddin’in emriyle Erbil hakimi Muzafferiddin Gök Böri tarafından tutuklanması. Halife, Bek Temür’ün saldırıya uğraması meselesinde Takiyyeddin Ömer’in Ahlat’a saldırmasını kınıyor ve Kıpçak oğlu Hasan’ın da serbest bırakılmasını rica ediyordu. Selahaddin ise Halife’ye gönderdiği cevapta şöyle yazmıştı: “Biz Takiyyedin’e bu konuda bir emir vermedik; asker toplayıp cihat için yeniden gelmek üzere gitmişti. Kıpçak’ın oğluna gelince, Muzafferiddin’e (Gök Böri’ye) bir hadım gönderildi. Bu hadım Hasan’ı Şam’a getirecek, Şam’da ona dirlik verilecek ve böylece o da cihada katılacak”. Selahaddin’in Meyyafarikîn’i özellikle Takiyyeddin Ömer’e vermesi ve onun Bek Temür’e saldıracağından emin olması muhtemeldir. Çünkü, daha önce görüldüğü gibi, Bek Temür, Sökmen’in elçisi olarak kendisine karşı açıkça konuşmuş ve sert davranışlarda bulunmuştu. Bu nedenle, Eyyûbî hükümdarının yeğenini gizlice Ahlat’ın fethine görevlendirdiğini düşünmek bile yanlış sayılmaz. Zira Doğu Anadolu, Selahaddin’in gelecekteki fetih planına dahil yerlerden biriydi. Hatta Selahaddin, Ahlat’ı alıp çok sevdiği kardeşi el-Adil’e vermek sözü bile vermişti. Kıpçak oğlu Hasan’a gelince, Türkmenler’in bu büyük başbuğu, Selahaddin tarafından cihada çağrılmış, gelmeyince de Erbil hakimi Muzaffereddin Gök Böri tarafından tutuklanmıştı. Ancak Emir Hasan, Şam’a getirilmek yerine serbest bırakılmıştır.

Selahaddin Eyyûbî, 589 (1193) yılında vefat etti. Böylece onun, yazarın görüşüne göre gerçekleşmesi mümkün görünmeyen Anadolu ve İran’ı fethetme tasavvurları suya düştü. Selahaddin’in ölümü, Bek Temür’ü o kadar sevindirdi ki, bu derin sevincini gizleme gereği bile duymadı. Çünkü ülkesinin her an Eyyûbîler tarafından istila edilme ihtimali onun için sürekli bir üzüntü kaynağı olmuştu. Bu vesileyle Bek Temür, bir taht yaptırıp üzerine oturmuş, “Sultânu’l-Mu’azzam” veya “el-Meliku’n-Nâşir Selahaddin” unvanını almış ve Seyfeddîn yerine ‘Abdu’l-Aziz lakabını kullanmaya başlamıştı. Bek Temür sadece bununla yetinmeyerek, Musul hakimi İzzeddin Mes’ud, Sincar hakimi İmâdeddin Zengi ve Mardin sahibi Hüsâmeddin Yavlak Arslan’a elçiler göndererek, Selahaddin’in kardeşi el-Adil’in ülkelerini almak için birlikte harekete geçilmesini teklif etti. Bu hükümdarlar gerçekten harekete geçti, ancak Bek Temür’ün ne yaptığına dair bilgi yoktur. Muhtemelen ortaya çıkan bazı sorunlar, onu Meyyafarikîn’e yürümesinden alıkoymuştur. Nitekim, Selahaddin’in ölümünden yaklaşık iki buçuk ay sonra hayatına son verilmesi (14 Cumâdel-ûlå 589 / Mayıs 1193) bu sorunlarla alakalı olmalıdır. Bek Temür, kumandanlarından, ocak yoldaşı ve damadı Bedreddin Ak Sunkur Hezâr Dînârî tarafından öldürülmüştür. Onun, hamamdan çıktıktan sonra Batınîler tarafından öldürüldüğü yönünde bir haber olsa da, bu daha az muhtemeldir. Ya da Hezâr Dînârî, onu Batınîler’in eliyle öldürtmüş olabilir. Erzurum meliki Muğisiddin Tuğrul Şah’ın da Bek Temür’ün damadı olduğu bildiriliyor. Bu adı “Bek” (pek=sağlam) Temür şeklinde okumak daha yerindedir. Bek Temür’ün öldürülmesinin nedeni, Hezâr Dînârî’nin onun makamına göz dikmiş olmasıydı. Kaynaklar, Bek Temür’ün halkı seven ve adaletle muamele eden bir hükümdar olduğunu yazıyorlar. Ayrıca onun yoksullara el uzatan, ilim ve din adamlarını, sufileri gözeten bir hükümdar olduğunu belirtirler. Ermeni tarihçisi Vardan, Bek Temür’ün Sasun bölgesini fethettiğini ve Takiyyeddin Ömer’in ölümünden sonra Hıristiyanlara iyi davrandığını yazar. Bu haber doğruysa, Sökmen’in daha önce bahsedilen cezalandırma hareketine rağmen “Senâsine”nin kendilerini toparlayıp çevre halkını ve özellikle ticaret kervanlarını tekrar rahatsız etmeye başladıkları anlaşılır.

  1. Bedreddin Ak Sunkur Hezâr Dînârî (589-594/1193-1198):

Bedreddin Ak Sunkur Hezâr Dînârî de Sökmen’in Memlüklerinden biriydi. Ahlatşah onu Gürcanlı bir tüccardan bin altına satın aldığı için ona Hezâr Dînârî (bin altınlık) lakabını vermiş ve onu içki sunucusu (sâkî) yapmıştı. Bek Temür Ahlatşah olunca Hezâr Dînârî’nin mevki yükseldi ve hatta onun “Ayna Hâtun” adlı kızıyla evlendi. Ancak hırslı bir insan olduğu anlaşılan Hezâr Dînârî, yukarıda bahsedildiği gibi, 589 (1193) yılında Bek Temür’ü öldürerek yerine geçti. Bek Temür’ün yedi yaşındaki oğlu ile karısını Muş yöresindeki Erzâs (?) kalesinde hapsetti. O, beş yıl hükümdarlık makamında kaldıktan sonra öldü. Ebü’l-Fidâ, Hezâr Dînârî’nin 594 (1197-1198) yılında öldüğünü kaydeder. Sıbt İbnû’l-Cevzi, 604 (1207-1208) yılında yapılan bir çatışmada Bek Temür’ün oğlu tarafından öldürülerek kardeşinin intikamını aldığını, galip gelen Bek Temür’ün oğlunun ise Erzurum’a döndüğünü yazar. Ebü’l-Ferec de hemen hemen aynı şeyleri söyler. Bu müellif, meşhur Urfalı hekim Hasnûn’un, Ahlatşah’ın oğulları ile Hezâr Dînârî’yi tedavi ettiğini de bildirir.

  1. El-Melikü’l-Manşûr Muhammed (594-603/1197-1207):

Hezâr Dînârî’nin ölümünün ardından, yerine Sasunlu Ermeni ve Memlük asıllı Kutluğ adında bir emir geçti. Ancak halk onun hükümdarlığını kabul etmeyerek onu öldürdü. Kutluğ, Ahlatşahlık makamında sadece yedi gün kalabilmişti, yine de 7. Ahlatşah olarak kabul edilmesi gerekir. Bu olaydan sonra, Hezâr Dînârî tarafından Muş yöresindeki Erzâs kalesinde hapsedilen Bek Temür’ün oğlu Muhammed hapisten çıkarılarak devletin başına getirildi. Muhammed o zaman on iki yaşlarında bir çocuk olduğundan, işleri Sökmen’in divitçi başı olan Kıpçak asıllı Şucâeddîn Kutluğ yürüttü. O da Memlük kökenli emirlerden biriydi. Muhammed gençlik çağına girince atabeyini önce hapsettirdi, sonra da öldürttü. Ancak bu hareket onun aleyhinde bir hava yarattı. Muhammed’in Kutluğ’u hangi tarihte öldürttüğü bilinmiyor. Güzelliği uzak yerlere kadar yayılan Muhammed, ülkesini düşmanlara karşı koruyamıyordu. Gerçekten de, komşu devletlerdeki siyasi buhranları, onların zayıf anlarını yakından takip eden Gürcüler bu fırsatları kaçırmayıp hemen harekete geçiyorlardı. Özellikle Atabeg Cihân Pehlivan’ın oğlu Ebû Bekr’in de acizliği nedeniyle Gürcü saldırılarına karşı koyulamıyordu. Nitekim Gürcüler, 601 (1204-1205) yılında Azerbaycan’a başarılı bir akın yaptıktan sonra Ahlatşahlar’ın ülkesine girip Malazgird’e kadar ilerlemiş ve ardından Erciş taraflarına yönelmişlerdi. Karşılarına asker çıkmadığı için her yeri yakıp yıktılar, çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Gürcüler, Ahlatşahlar’a ait, Erzurum’a yakın Hısn Tabn’a geldiklerinde, Ahlatşah (kaynakta Şahib Hilât=Muhammed), askerini toplayarak Erzurum meliki Selçuklu Muğisiddin Tuğrul Şah’tan yardım istedi. Tuğrul Şah da ordusunu Ahlatşah’ın emrine verdi. Ahlatşah bu askerle Gürcüler’i bozguna uğrattı. Hatta Gürcü başkumandanı Zekarî savaş meydanında kaldı. Kaynağa göre, çok sayıda Gürcü askeri öldürüldü, esir alındı ve epeyce ganimet elde edildi. Ancak kazanılan bu zafer, Gürcüler için ağır bir darbe olmadı. Nitekim ertesi yıl, Gürcülerle yeniden savaşmak ve onları sınırdan dışarı atmak zorunda kalındı. Ertesi yıl (603/1206-1207), Gürcüler’e karşı serhat kalesi olan Kars, bu kavmin eline geçti. Bunun Ahlat’ta bir tepki yaratması beklenirdi ve öyle de oldu. Ahlatşah Muhammed’in yeteneksizliği açıkça ortaya çıktığı gibi, ülkenin işleriyle ilgilenmeyip eğlencelerle vakit geçirdiği de biliniyordu. Bu yüzden Muhammed hapsedildi ve askerler ile halkın bir kısmı, Ahlatşah olması için Mardin hükümdarı Kutbeddin İl Gâzi oğlu Artuk Arslan’ı çağırdı. Zira Ahlatşah Sökmen, oğlu olmadığı için yerine kız kardeşinin oğlu Kutbeddin İl Gâzi’nin geçirilmesini vasiyet etmiş, ancak çeşitli sebeplerden bu vasiyet yerine getirilememişti.

Sökmen’in Memlüklerinden Balaban, daha önce Muhammed’e açıkça karşı çıkıp isyan etmiş, Malazgird’e gitmiş ve oraya hakim olmuştu. Burada katılanlarla asker sayısını artıran Balaban, Ahlat’a dönerek şehri ele geçirdi. Kısa süre sonra Mardin hükümdarı Artuk Aslan (Ahlatşah Sökmen’in yeğeninin oğlu) şehrin önünde görünse de, Balaban onu geri dönmeye zorladı. Esasen Eyyûbî hükümdarı el-Adil’in oğlu el-Eşref de, Artuk Arslan’ın ülkesine peş peşe akınlar düzenliyordu. Bunun sebebi veya sebepleri, Artuk Arslan’ın Ahlat’a sahip olarak güçlenmesini engellemek ve Eyyûbîler’in bu zengin ülkeyi ele geçirme isteğiydi. Balaban, Artuk Arslan’ı ülkesine dönmeye zorladıktan sonra, Bek Temür oğlu Muhammed’in bulunduğu iç kaleyi kuşattı, ancak alamadığı için şehirden ayrıldı. Malazgird ve Erciş’ten asker topladıktan sonra yeniden Ahlat hisarını kuşattı. Bu defa hisar ve Muhammed ona teslim edildi. Muhammed bir kalede hapsedildi, sonra boğdurulup kaleden aşağı atıldı ve “kaleden düştüğü” söylendi (603/1206-1207). İşte, güzelliği eşsiz denilen ve sadece yirmi yaşlarında bir genç olduğu söylenen Muhammed’in hayatı bu şekilde sona erdi. Ancak o, sefahate yani eğlenceye düşkün bir insandı.

  1. İzzeddîn (veya Seyfeddin) Balaban (603-604/1206-1208):

Balaban, Ahlatşahlar’ın sonuncusudur. Hangi ayda Ahlatşah olduğu ve hangi ayda hayatına son verildiği bilinmemektedir. Bazı tarihçiler, onun Ahlatşahlığının bir yıldan az sürdüğünü yazar. Gerçekten de Balaban, kısa süre sonra karşısında Takiyyeddin Ömer’den farksız denilebilecek kadar cesur ve enerjik yeni bir Eyyûbî şehzadesi buldu. Bu kişi, Meyyafarikîn hakimi ve aynı zamanda Eyyûbîler’in başı el-Adil’in oğlu el-Melikül Evhad Necmeddin Eyyüb’dü.

Yine de Balaban, kendisine saldıran el-Evhad’ı ağır bir yenilgiye uğratarak ilk tehlikeyi atlatmayı başardı. Ancak ertesi yıl (604/1207-1208) onu yine karşısında buldu. El-Evhad, geniş imkanlara sahip babası el-Adil’in yaptığı yardımlarla kayıplarını kolayca ve kısa sürede telafi etmişti. Barışsever bir hükümdar olmakla birlikte el-Adil’in, Selahaddin döneminden beri zenginliğinden dolayı Ahlat’a göz diktiği ve oğlunu bu şehrin fethine teşvik ettiği şüphesizdir. Siyasi koşullar da buranın alınması için çok elverişliydi. Bu defa yapılan çarpışmada Balaban bozguna uğrayarak Ahlat’a sığındı ve Erzurum meliki Selçuklu Muğisiddin Tuğrul Şah’tan yardım istedi. Tuğrul Şah askeriyle yardıma geldi. Yapılan karşılaşmada el-Evhad yenilerek ülkesine dönmek zorunda kaldı. Müttefikler, Eyyûbî hükümdarının eline geçmiş olan Muş’u geri almak için orayı kuşattılar. Şehir alınmak üzereyken Tuğrul Şah, eşine az rastlanan gaddarca bir hareketle Balaban’ı öldürdü (604/1207-1208). Fakat bu hareketinden dolayı Tuğrul Şah’a ne Ahlat’ın ne de Malazgird’in kapıları açıldı. O da eli boş olarak ülkesine dönmek zorunda kaldı. Abdullatif el-Bağdadî’nin hatıratında, Tuğrul Şah’ın başarısızlığı cimriliğiyle açıklanır. Gürcü kraliçesiyle evlenebilmek için oğlunu Hıristiyan olmaya teşvik eden Selçuklu hanedanından Tuğrul Şah, işte bu adamdır.

Buna karşılık, Ahlatlılar el-Evhad’ı çağırıp şehri ona teslim ettiler. Ancak Ahlat askerinden bir kısmı müstahkem Van kalesine çekilerek el-Evhad’ın hükümdarlığını kabul etmediler. Ahlatşahlı askerlerin Erciş şehrini de ele geçirmesi üzerine Melikü’l-Evhad babasından yardım istedi. Babası da diğer oğlu Melikü’l-Eşref Musa’yı gönderdi. Bunlar barış yoluyla Van’ı aldılar. Ancak el-Evhad, Malazgird’i fethetmek için Ahlat’tan ayrıldığında Ahlatlılar şehirdeki Eyyûbî askerini çıkarıp hisarı da kuşattılar. Halkın amacı Ahlatşahlar devletini yeniden kurmaktı. Bunu öğrenen el-Evhad, Ahlat’a döndü ve kardeşi el-Eşref’in askeri de kendisine katıldı. Şehir alındı ve halktan pek çok kişi öldürüldü. Öyle ki, her gün onlardan bir kısmının hayatına son veriliyordu. Abdullatif el-Bağdadî’nin el-Evhad’ın bir yakınından öğrendiğine göre, el-Evhad yalnızca Ahlat’ın yüksek tabakasından on sekiz bin kişiyi öldürtmüştü. Böylece halkın gücü kırıldı, yiğitlerin (el-fityân) yani Ahilerin birliği dağıldı. Bir asırdan fazla süren Ahlatşahlar devleti böylece sona erdi (604/1207-1208).

644 (1247) yılında, Selçuklular’ın Erzincan sübaşısı Şerefeddin Mahmud’un emrindeki beyler arasında Ahlat melikinin torunu da vardı. Ancak bunun kimin torunu olduğu hakkında bir tahminde bulunmak bile mümkün değildir. Yukarıda Ahlat şehri bölümünde kaydedildiği gibi, bu bölge o kadar mamurdu ki, geliri bakımından sadece Mısır’la karşılaştırılıyor ve bölgenin yaklaşık yetmiş şehri olduğu söyleniyordu. Bununla birlikte, bu dönemden kalma cami, medrese, zaviye, kervansaray gibi eserlerin günümüze ulaşamaması dikkat çekicidir. Bu açıdan Ahlat, Mengücüklüler’in Erzincan şehri ile karşılaştırılabilir. Bunun en başta depremler olmak üzere doğal afetlerle yakından ilgisi vardır. Ancak istilacı orduların yaptığı tahribatların en önemli etken olduğu şüphesizdir. Özellikle Safevî hükümdarı Şah Tahmasb’ın Doğu Anadolu’daki yıllarca süren yıkım ve yok etme hareketlerini burada yeniden önemle anmamız gerekir. Tahmasb, bu tahribatı, açıkça yazdığı gibi, Osmanlı ordusunun İran’a yürümesini engellemek amacıyla yapıyordu. Mevcut durumda, Ahlatşahlar döneminden bize sadece bazıları kitabeli mezar taşları kalmıştır. Ahlatşahlar’dan sadece II. Sökmen ile halefi Bek Temür’ün para bastırdığı biliniyor. Şeref b. Ebü’l-Mutahhar’ın Târih Ahlât (veya Hilât) adlı eserinin bize ulaşamaması ne kadar üzücü bir durumdur.

Ahlatşahlar zamanında Ahlat halkı Türkçe, Farsça ve başka bir dil konuşuyordu. Çok canlı bir ticaret şehri olan Ahlat, aynı zamanda Bağdat’ı aratmayacak kadar bir eğlence merkeziydi. Sık sık yapılan şenliklere tüm halk katılırdı. Halkının yabancılardan hoşlanmadığı da kaynaklarda belirtilir. Esnaf ve sanatkarlarının çokluğundan dolayı şehirde, sosyal ve siyasi hayatta etkisini kuvvetle hissettiren bir Ahi teşkilatı meydana gelmişti.

 

KAYNAKLAR VE INCELEMELER

A. KITABELER VE ESERLER:
H. J. LYNCH, Armenia, travels and studies, London, 1901, 1-Il.

HCBSCHMANN, Kirchen und Moscheen in Armenien und Kürdistan, Leipzig, 191 3.

A. ~ERIF, Ahlat kitâbeleri, Istanbul, 1932.
KAFESO~LU, Ahlat ve çevresinde 1945 deyap~lan tarihi ve arkeolojik tetkik seyahati

raporu, Tarih dergisi, 1949, I.
GABRIEL, Voyages arch6logiques dans la Turquie orientale, Paris, 1940, 1. KARAMAGARALI, Ahlat mezarta~lar~, Ankara, 1972.

O. ARSLANAPA, Türk sanat~, Milli E~itim Bakanl~~~~yay~nlar~ndan, Istanbul,

B. SIKKELER:
M. MUBAREK, Takvim-i meskilkat-~~islâmiye katalo,~u, Istanbul, 1318, III.

I. ARTUK, Ahlat emini Bektimur’un sikkesi, Tarih dergisi (Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi), 1949-1950, Il.

A. MAYER, Bibliography of Moslem numismatics, London, 1954. RESMI VESIKALAR:

El-MulLtârât min’er-resd’il, yay~nlayan ~. Effir, Tahran, 2535. Ç. TAHRIR DEFTERLERI:

iidilcevaz sanca~~, Ba~bakanl~k Ar~iv Umum Müdürlü~ü, nr. 208, 297, 730. CO~RAFI ESERLER:

~BN, HURDA DBIH, Kirdbu’l-mesâtik ve’l-memâlik, yay~nlayan M.J. De Goeje, Leyden, 188g.

I,.UDAMA B. CAFER, Kitâbu’l-l~_arâc, yay~nlayan M.J. De Goeje, Leyden, ~~889.

~BNO’L-FAKIH, Mu/ya:yar kitâbi’l-büldân, yay~nlayan M.J. De G3eje, Leyden,

1885.

EL-~STAtIRI, Kitdbu mesâtiki’l-memillik, yay~nlayan M.J. De Goeje, Leyden, 1927.

Ilud~ldu’l-âlem, Tahran, ~~34o, Ingilizce tercüme ve izahlar V. Minorsky, The Regions of the world, GMS, London, 1937.

IBN k~AVKAL, Kitâbu ~~lreti’l-ar, yay~nlayan J.H. Kramers, Leyden, 1938- 1939, 1-Il.

El-Mukaddesf, Akenü’t-telsâsim, yay~nlayan M.J. De Goeje, Leyden, 1906. NA~IR-I klusREV, Sefernâme, Berlin, 1900.
ZEKERIYA EL-AZVINI, Âsarü’l-bilâd, Beyrut, 1960.
YAKI:JT, Muccemii’l-büldân, yay~nlayan F. Wüstenfeld, Leipzig, 1867, II. ~BN SA`ID, Kitâbu bas.ti’l-ar, yay~nlayan, J.V. Gines, Tetuan, 1958. k~AMDULLAH MCSTEVFI,Nüzhetü’l-lcultib, yay~nlayan G. Le Strange, GMS,

Leyden 1915; yay~nlayan M. Debir Siyâkl, Tahran, 1336.
cAYN cALF, Kavânin-i âl-i Osmân der hfilâ~a-i defter-i divân, Istanbul,

1280.

Salnâme, I 272 ( I 855).
Salnâme-i Bitlfs, Bitlis, 1310.
G. LE STRANGE, The lands of th Eastern Caliphate, Cambridge, 1930.

E. VEKAYINAMELER: Kitâbu’l-fütâh, Kahire, 1302.

BELAZÜRI, Kitâbu fütahil-buldân, Kahire, 1932.
Tabert, TdrflImulâk ve’r-rusul, yay~nlayan M J. De Goeje, Leyden, 1879.1901.

CONSTANTINE PORPHTROGEXITUS, De Administrando imperio, Dumbarton- Oaks, 1967.

~BNO’L-~ ALANISI, Zeylu târtly. Dima~k, yay~nlayan H.F. Amedroz, Beyrut, 1 908.

EL-cAZIMI, La Chronique abregie d’al-cAzfmt, yay~nlayan Cl. Cahen, Journal Asiatique, Juillet-Septembre, 1938.

URFALI MATEOS, Vekâyinâme, Türkçe tercüme H.D. Andreasyan, TTK, 1962.

ANILI SAMUEL, Chronologie, Collections d’historiens Ar~neniens, Frans~zca tercüme M. Brosset, I’tersbourg, 1876, 1 I.

IBNC’L-EZRAR, Târih_ Melyâfârikin, yay~nlayan B.A Awad, Kahire, 1959, dizin, bas~lmam~~~k~s~m, British Museum, Or. 5803.

IMÂDEDDIN ISFAHÂNI, Bundarf k~saltmas~, Zubdetü’n-nu~ra, yay~nlayan, M. Th. Houtsma, Leyden, 1889, Türkçe tercüme K. Burslan, TTK, ~stanbul, 1943.

,El-Fethü’l-kussf, yay~nlayan C. De Landberg, Leyden, 1888. ,El-Barku~-~âmf, yay~nlayan R. ~e~en, ~stanbul, 1979.
,Senâ el-Barku’i-~âmf, R. ~e~en, Beyrut, 1971.

USÂME B. MUNKIZ., Kitâbu’l-ictibdr, yay~nlayan P.K. Hitti, Princeton, ~~93o.

~BNO’L-EsIR, el-Kâmil, Tornberg yay~n~, X-XII, Kahire, ~30 I , X-XII.

~ADREDDIN EBÜL-I:IASAN `ALI, Ahl~dru’d-devleti’s-Selcukiyye, yay~nlayan M. Ikbal, Lahor, 1933.

SIBT IBNO’L-CEvZI, Mir’dtüz-zamân, Haydar Abâd, 1951-1952, VIII. Muhammed en-NESEvI, Sfyret Sultân Celâleddfn Mengübirti, yay~nlayan A.

Hamdi, Kahire, 1953.

CL. CAHEN, cABDCLLATIF EL-BA~DAD~’, Portraitiste et historien de son temps, Extraits inhlits de ses ndmoires, Bulletin de l’Institut Français de Damas, 1970.

EL-FIAMAvI, et-TârfIlii’l-Man~arf, Moskova, 1963, dizin.

IBNCT-cADIM, Târth. Ijaleb , yay~nlayan S. ed-Dehhân, Dima~k, 1954, I-III. , Bugyetü’.1-.taleb ff târfk:i tlaleb, yay~nlayan A. Sevim, TTK, Ankara, 19T76ü,rkçe A. Sevim, Bugyetü’ p.taleb fi târiki tlaleb (Seçmeler),

TTK, Ankara, 1982.
~BN VASIL, Miiferrici~’l-kârub, yay~nlayan C. Seyyâl, Kahire, 1957-1960, I-

III, yay~nlayan H.M. Rehic -S. cA. crk~iir, Kahire, 1972, IV.
IBN-I BIBI, Tevârflz„-i âl-i Selçuk, yay~nlayan M. TH. Houtsma, Leide, 1902,

IV.

RESIDEDDIN, Câmiift-tevârik, yay~nlayan A.A. Alizâde, Bakü, 1957, yay~n- layan A. Ate~, Zikr-i târth,-i âl-i Selçuk, TTK, Ankara, 196o, 11-5.

giizicle, yay~nlayan A. Nevâl, Tahran, 1339.
Târtko-i Shaikh Uwai s, t~pk~~bas~m yay~n~~ve ~ngilizce tercüme J.B. Van Loon,

Lahey, 1954.

EBRC, Câmiü’t-tevârik-i Re~idi, yay~nlayan H. Beyâni, Tahran, 1317.

Colophons of armenian manuscripts, 1301-1480, Cambridge, Massachusettes, 1969.

~EREFEDDIN ‘ALI-I YEZD1, Zafernâme, yay~nlayan M. Abbâsi, Tahran, 1336,

THOMAS DE MEDZOPHE,Expos des guerres de Tamerlan et de Schah Rokh dans l’Asie occidentale, Frans~zca tercüme F. JWve, Bruxelles, 186o.

EBÛBEKR-I TIHRANI, Kitâb-~~Diyârbekriyye, yay~nlayanlar N. Lugal-F. Sümer, TTK, Ankara, 1962-1964, 1-Il.

FAZLULLAH B. RüzBIHA.N, Târtk,-i diem ârâ-yi Emint, Fâtih ktp. nr. 4431, Ingilizce mut~tasar tercüme V. Minorsky, Persia in A.D. 1478-1490.

IBN AcA, Târtke-Emir ra~~Bek ez-Zâhirt, yay~nlayan A.A. Tuleymât, Kahire, 1393 (1973)•

VARDAN, Türk fütâhat~~tarihi, Türkçe tercüme H.D. Andreasyan, Tarih semineri dergisi (Edebiyat Fakültesi), Istanbul, 1937, I.
Histoire de la Gorgie, Frans~zca tercümesi M. Brosset, Petersbourg, 1848,

GAFFARI, Cihân ârâ, Tahran, 1343.
HASAN BEG-I RUMLU, Al~senü’t-Tevârtl~„, yay~nlayan C.N. Seddon, Baroda,

1931.
~EREF HAN, ~erefnâme, Kahire, 1930.

INCELEMELER

Ahlat maddesi, Islâm Ansiklopedisi, I, s. ~6o (pek sathidir), The Encyclopaedia of Islam, I, pp. 329-330 (tatmin edici de~ildir).
F. HONIGMANN, Die Ostgrenze des byzantinischen Reiches von 363 bis 1071 nach

griechischen, arabischen, syrischen und armenischen Quelllen, Bruxelles, 1935, Türkçe tercüme F. I~~ltan, Bizans devletinin do~u s~n~r~~(Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay~nlar~), Istanbul, 1970.

A. A. WAsILIEv, Byzance et les Arabs, 6dition française prepar6 par M. Canard, Bruxelles, 1968.

M. CANARD, Histoire de la dynastie des Ifamdanides de jazira et de Syrie, Paris, 1953, ~~

V. MINORSKY, Studies in Caucasian history, London, 1953.

O. TURAN, Do~u Anadolu Türk devletleri tarihi, Istanbul, 1953, ~~

E. DE ZAMBAUR, Manuel de gdniologie et de chronologie pour l’histoire de l’Islam, Hannovre, 1927.

H. EDHEM, Düvel-i Islâmiye, Istanbul, 1927.
C. E. BOSWORTH, The Islamic dynasties, Edinbourg, 1967.

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA