Açık Mektup: Yusuf Akçura; Üç Tarz-ı Siyaset*

Ekim 27, 2025
image_print

Not: Bu makale İlk olarak 2004 yılında Yarın Dergisinde yayınlanmıştır. Akçura, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi, büyük yenilgi çağında gavura dümen kıran, İslam kimliğinden rahatsız olan, şimdilerde moda yapıldığı haliyle seküler yani İslam alerjili bir tip. Meşrutiyet döneminde İttihatçılardan, özellikle Enver Paşa’dan yüz bulamadığı için kenarda kalan, özellikle Lozan sonrası Cumhuriyet isimli anglo-frankofon rejim yerleştirilirken batılıların hoşuna gidecek Türk tarifinde kemalizme yanlamasına rağmen sonradan istediğini alamayan Akçura’nın Türkçülüğü, yani Türk kavramına yüklediği anlam, 1904 yılında yazdıklarından çok uzak bir muhteva kazanmış. Ama bu makale de konu ideolojik muhteva değil, stratejik bir yol-yön tartışması olduğu için, açık mektup yazmaya değer bulmuştuk. ‘Üç tarz-ı Siyasetin 100. yılında yayınladığımız bu eleştirel makaleyi bu kayıtla ilginize sunuyoruz. (Ahmet Özcan)

——————————————

 

Hakir düştüyse millet, şanına noksan gelir sanma, yere düşmekle cevher, sakıt olmaz kadr-ü kıymetten /

müin-i zalimin dünyada erbab-ı denaettir, köpektir zevk alan sayyad-ı bi insafa hizmetten /

felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin, dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten/

ne efsunkar imişsin. ah ey didar-ı hürriyet, esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten

Namık Kemal

 

Sayın Yusuf Akçura,

Sanırım yüzyıl oldu, yoksa doksan dokuz yıl mı? 1904 yılında Mısır’da çıkan “Türk” mecmuasında yayımlanan makalenizin* hâlâ güncelliğini korumasındaki sır ne acaba? İçeriği mi, sorduğu sorular mı; ima ettiği “yeni yol” mu? Fransız Filozof G. Delauze, “Felsefe Nedir?” isimli kitabında, Antik Yunan’da felsefenin “kavram yaratma” ile başladığını ve o çağlarda aslında Mısır’da, Mezopotamya’da, İran’da, Hind’de zaten bilinen her şeyin Yunan sitelerinde “adının” konduğunu söyler. Böylece “düşünce” kavramlar üzerinden “yurt”lanır ve felsefe dediğiniz şey, yani “düşünülmemiş olanı düşünme” gelişir. Acaba senin “üç tarz-ı siyaset” makalen, bu anlamda ilk defa “bilinenin adını koyma”sı nedeniyle mi önemini korudu??

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük… İlk ikisinin yanına Türklüğü de bir alternatif olarak ilk defa telaffuz etmiş olmanız ayrı bir anlam taşıyor tabii. Ama bu konuları ele alış tarzınız, soğukkanlı ve objektif bir dille, her seçeneği realiteye nispetle analiz etmeniz de başka bir ilkti düşünce geleneğimizde. O zaman hakkınızı teslim etmek gerek; “Üç Tarz-ı Siyaset” sadece yazıldığı dönem için değil, bugün de anlam taşıyan bir “teori tekniği” ortaya koyuyor; Seçeneklerimiz nelerdir, bunların artıları ve eksileri, gerçekleşme imkânları, zorlukları, muhtemel riskleri nelerdir, olabilecek en özlü ifadelerle –tabii ki mevzuları bilenler için- tartışıyor. Bu “konuşma” usulünü uzun süredir kaybettiğimiz için olsa gerek, makalenizin de içeriğinden çok bu “teknik” usulü ilgimi çekti. Bir de eklemem gerek, Kazan’da zengin bir ailede doğup, babanızın ve- fatından sonra İstanbul’a yerleşmiş, Harp Okulunda Jöntürklerle irtibat kurup sürgüne gönderilmiş, Fransa’da siyasi tarih okuyup, sonra Kazan’daki amcanızın fabrikalarının başına geçmişsiniz. Ancak, kendi ifadenizle “kimilerinin çok kazanması için başkalarının çok kaybetmesi gerektiğini” hazmedemeyip daha idealist bir hayatı seçerek 1908’de ilan edilen Meşrutiyet sonrasında İstanbul’a dönüyorsunuz. Yaşadığınız dönemde akranlarınız için sıradan bir yaşam öyküsü sayılabilecek bu serüvenin de bugün için, en azından sizinle mektuplaşmamdaki etkisi açısından bir hayli çarpıcı olduğunu söylemeliyim. Zira, sizin Türkçü fikirlerinizi paylaşanlar da dahil, bizim zamanı- mız için bu “idealizm” artık pek “rantabl”, “kâr”lı ve de “ger- çekçi” sayılmıyor artık. Ucunda dünya nimeti olmayan hiçbir şey insanları heyecanlandırmıyor. Belki de haklılar, bilemiyorum. Sonuçta tarihi idealistler tasarlıyor, meyvelerini realistler yiyor. Herkes bunu bilerek yolunu seçiyor zaten.

Sayın Akçura,

Makalenizin içeriğine geçmeden önce, bir noktaya daha değinmem gerekiyor. Biz sizden sonra da, aynı yerdeyiz, maalesef… Hâlâ tarz-ı siyasetimizi seçemedik. Mütemadiyen bir yol ayrımında ‘bekleşiyoruz’. Dünyanın şu arazisinde mütevazı bir parsel edinmiş, onu da elimizden almasınlar diye tetikte, öylece duruyoruz. Gün doldurmak, vakit geçirmek, kazasız belasız bir müddet daha kazanmak dışında hiçbir ciddi eylemimiz yok. Yanlış anlama, çok da huzurlu ve mutlu değiliz. Son derece kolay sorunlardan eşi görülmedik sertlikte ayrışmalar, çatışmalar üretmişiz; boğuşup duruyoruz. Bütün habis ruhlarımızı tepemize çıkarmış, bütün maruf marifetlerimizi ayaklar altına almışız. Kendimizden nefret ediyor, başkalarının gözüne girmek için birbirimizin üstüne bevl ediyoruz. Dokunsalar parçalanacağız, dokunsalar çok şey daha kaybedeceğiz, dokunsalar ağlayacağız…

Beyhude kavgalara ne çok evlâdımızı verdik, biliyorsunuz. Ne yiğitler kurban ettik kof putlara… Şimdi çocuklarımızı vuruşmadan öldürüyorlar. Ruhlarını, kişiliklerini, umutlarını silerek kurban ediyorlar. O hale geldik ki, keşke diyoruz; keşke eskiden olduğu gibi, bari bir amaç uğruna yaşayıp, yalandan da olsa dövüşerek ölseler. Böyle kolay olmasa onları kaybetmek…

Neredeyse elli yıldır bu haldeyiz, bay Akçura. Pusulasız, pusatsız, bî-pervâ yaşamaya alışmışız. Her neye bağlandıysak “bağlı” kalakaldık. Devlet Batı’ya, biz devlete “rehin” olmuş gibiyiz. Kâh meydan okuyor, kâh teslim oluyoruz. Her halükârda bir “rehine” ilişkiler ağı içindeyiz. Para kazanmak için kişiliklerimizi, iktidar olmak için imanımızı, yükselmek için ruhlarımızı rehin bırakıyoruz. İnanmayacaksınız ama fî tarihinde devletimizi ve parselimizi kurtarmak için İngilizlere dinimiz yanında neleri rehin verdiğimizi bile bilmiyoruz. Bunu bilenler ise anlamsız bahanelerle her fırsatta bizi dövüyor. Susun, oturun, konuşmayın, düşünmeyin, istemeyin diyorlar.

Biz yolumuzu şaşırmamış, sadece yolumuzu seçmemişiz bay Akçura. Hâlâ bir tarz-ı siyasetimiz yok. Ama yine tarz-ı siyaset seçeneklerimiz var.

20. yüzyılın başında, Sultan Hamit’in devr-i istibdadıyla çöküşü geciktirdiği sıralarda var olanı korumakla (Osmancılık), yeni bir yol tutmak (İslamcılık ve Türkçülük) arasında bir tercih yapma gündemi vardı. Peki, zaten Osmanlı ve hem Müslüman hem de Türk değil miydik? “Öyleydik” diyerek sizin makalenizi eleştirenler olmuş tabii. Ama o zaman da – bence- sizin bu “tercihleri” hangi manada kullandığınızı anlamadıkları bir gerçek.

Önce onu açmamız gerekiyor. Bu “tarz-ı siyaset”ler, devletin varlık ve bekası için güdeceği “harici siyaset” olarak tartışılıyor. Yoksa ne sizin ne de sizin bağlamınızda bu konuları ele alanların dini ya da etnik kökeni sorgulama maksadı gütmediği biliniyor. Bunu şu nedenle söylüyorum: Sizden sonra, başta belirttiğim “teorik teknik” yeteneğimizi kaybettiğimiz için, elmalarla armutları karıştırma yeteneğimiz gelişti. Bu nedenle varlık ve beka için güdülen bir siyaset, “varlık ve beka”nın inkârıyla özdeşleşiyor mesela. “İslamcılık” siyasetini terk edince Müslümanlığımızı da terk etmeye kalkıyoruz; Türkçülükten vazgeçince Türk kimliğini “gayrı -Türk” vasıflar üzerinde bina etmeye kalkıyoruz. Osmancılığı terk edeli beri, Osmanlı’ya dair ne varsa küfretmekten dilimiz aşındı. Oysa Bay Akçura, biz “yani “varlığımız”, biz istemesek bile “Osmanlı”, ”Müslüman” ve “Türk”. Ortalama bir Batılının nezdinde nasıl ki ne yaparsak yapalım Osmanlının devamıyız, nasıl ki en ateistimiz bile ‘Müslüman’ ve Kürdümüz, Arnavut’umuz, Çerkez’imiz “Türk” ise, biz tam işte öyleyiz. Bu üç özelliğimiz tabir-i caizse bizim “WASP”ımız gibidir. Ve ilk ve son tahlilde tartışma dışıdır. Çünkü varlığımız, bekamız, devletimiz, milletimiz, vatanımız derken hep bu örtük “biz”e ait olanları kastederiz. Bizim Müslümanlığımızın zıddı Hıristiyanlık, Türklüğümüzün zıddı gâvurluktur. Osmanlılığımızın zıddı ise Avrupalılıktır. Ama biz yön seçemememizin ve hatta “yön seçme” tekniğinin uzağında olduğumuz için olsa gerek, Müslümanlığımızla batılılığı, Türklüğümüzle “Kürt”lüğü, Osmanlılığımızla Cumhuriyet dönemini karşı karşıya getirmeyi ve çatıştırmayı başardık! Sonuçta dengeli bir batı politikası ve modernleşme siyaseti üretemediğimiz gibi, Müslümanlığımız da, Türklüğümüz de, Kürtlüğümüz de ve diğer alt kimliklerimiz de yara bere içinde kaldı.

Bu karmaşayı en fazla Batılılaşma konusunda yaşadık Bay Akçura. Son tahlilde devlet için bir güvenlik siyaseti olan Batılılaşma, yani Batı gibi olup güçlenme ve Batı’nın muhtemel saldırısı karşısında onların silahlarıyla donanmış olma “siyaset”ini, bugün bir uygarlık, din, kimlik değiştirme, kendimizi toptan imha etme noktasına getirdik. Batılılaşmanın alternatifi doğululaşma, modernleşmenin zıddı pre-modern tarım uygarlığı, Avrupa’nın alternatifi Amerika ya da Rusya iken, biz bu elmalar seçeneğine daima “armutları” katarak “düşündük”. Dinimizi her düzeyde yarışa soktuk mesela; gün oldu “İslam” Batı’nın alternatifi oldu, gün oldu modernliğin ya da laikliğin, demokrasinin, cumhuriyetin… İslam’ı bir başka “din”in ya da öğretisi üzerine her tür “putperestliğin”, kula kulluk düzenlerinin eleştirisi olarak almayıp, toplumsal gelişmelerin şurasında ya da burasında üretilmiş doğru ya da yanlış sistemlerin, ideolojilerin, kuralların “rakibi” yapmak, tam bir yüzyıl boyunca bizi meşgul etti. Sonuçta bizim elimize bir şey geçmedi ama din silahını bir siyaset aracı olarak kullanmayı misyonerlik deneyiminden beri iyi bilen İngiltere, Almanya ve Amerika, maalesef hem bize hem soğuk savaş dönemi boyunca Rusya’ya karşı “kullandı”. Tam da sizin “İslamcılık” dediğiniz ve gerçekleşmesinin orta ve uzun vadede -İngiltere’yi kızdırsa da- mümkün olacağını belirttiğiniz “bağlamda” bir siyaseti güttü Batılılar. Biz o sırada “İslam’dan nasıl kurtulup ‘Batılı’ oluruz” ile “Batıcılardan nasıl kurtulup daha iyi Müslüman oluruz” arasında yarış yapıyorduk. Bilmiyorum, bunca deneyimden sonra, İslam’dan kurtulunca batılı değil, İslam’a göre “kâfir”, batılılara göre de –afedersin- sadece enayi olunduğunu ve batıcılıktan kurtulunca da doğucu, Ortadoğucu, Avrasyacı ya da o düzeyde bir şey olunduğunu ve daha iyi Müslümanlığın ise, ancak ve sadece her ne “siyaset” güdülürse güdülsün, Müslümanlığın iyiliği ve adaleti üstün tutma, zalime karşı mazlumdan yana olma, her tür kötülük ve insana zararlı eylemden uzak durma gibi değerlerine sadık kalmakla mümkün olduğunu öğrendik mi, emin değilim!

Aslına bakarsan Bay Akçura, bu konularda sıradan insanlarımız, yani toplum, iyi kötü bir yol bulup, daha akîl, daha gerçeğe yakın bir algılama düzeyine sahip. Ama bu mevzuları en iyi bildiğini iddia edenler, aydınlar, alimler, entelektüeller arasında kafa karışıklığı var.

Öteden beri liselerimizde bile basit mantık kurallarından kategorileri, önermeleri, doğrulama/yanlışlamayı öğreniriz. Ama en okumuşlarımızda bunların izine rastlayamayız. Sonuçta halkımız elmaya elma, armuta armut der ve daha barışık bir bir yaşam sürer. Fakat bu çokbilmişlerimiz sayesinde İslamcı-laik, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, AB’ci- anti AB’ci gibi bir dizi sahte ve kategorik olarak uyuşumsuz kavgalarımız eksik olmaz. Yanlış anlama, aydın ve bilgi düşmanlığı yapmak gibi bir niyetim yok. Sadece yaşadığımız patolojinin son tahlilde toplumsal olmadığını ve salt seçkinler düzeyinde yaşandığı için tedavi edilebilir olduğunu ima etmeye çalışıyorum. Son elli yılda yaşadığımız çatışmaların birisi dahi toplumdan kaynaklansa idi, sanırım Türkiye diye bir ülkemiz bile kalmayabilirdi! Arap kökenli düşünür Abdullah Laroi, “eskiden,” diyor, “ideologlar ve sosyologlar olarak toplumlara nasıl yaşamaları ve ne yapmaları gerektiğini vazederdik. Şimdi toplumları anlamaya çalışıp, ne yapmamız gerektiğini çıkarsamaya çalışıyoruz.”! Demek ki toplumdan kopuk ve toplumu biçimlemeye çalışan seçkinlerin sahte gündemlerinin faturasını ödeme alışkanlığını da artık bırakmamız gerekiyor.

Sayın Akçura,

Geçen yüzyılın başındaki üç tarz-ı siyaseti analiz ederken, ilk olarak ‘Osmanlıcılığı’ eleştiriyorsunuz. Tanzimat dönemi siyaseti olarak Osmanlıcılık, size göre, ‘Amerikan milleti gibi bir millet yaratarak eski hudutları muhafaza etmekti. Bu siyasetin II. Mahmut zamanında doğup, Ali ve Fuat Paşalar eliyle uygulandığı ve Fransız İhtilalinin millet anlayışıyla III. Napolyon’un siyasi desteğine dayandığını söylüyorsunuz. 1870- 71 Fransa-Prusya Savaşında Prusya’nın galip çıkması üzerine Alman tipi ırka dayalı millet anlayışı öne çıkıyor ve Fransız modeli bu siyasi strateji etkisini kaybediyor. Mithat Paşa’nın öldürülmesini Osmanlıcılığın terk ediliş tarihi olarak kaydediyorsunuz.

Bu tarihten itibaren aslında Abdülaziz döneminde başlamış olan ve II. Abdülhamit’in eyleme soktuğu ikinci tarz-ı siyaset olarak İslamcılık devreye giriyor. II. Wilhelm’in siyasi desteği ile İngiltere’nin nüfuzunu kırma amaçlı bu strateji, Osmanlılık fikriyle yola çıkan Genç Osmanlılar tarafından da benimseniyor. Bu siyasetin Avrupa’da Türk düşmanlığını şiddetlendirdiğine ve içerde de gayrı müslim unsurları ayrılığa teşvik ettiğine vurgu yapıyorsunuz. Ancak İslamcılığın yinede uzun vadede gerçekleşebilir reel bir siyaset olduğunu ekliyorsunuz.

Üçüncü olarak, henüz bir ‘fikir’ olduğunu belirttiğiniz Türkçülüğü analiz ediyor ve bu siyasetin de Almanlarla münasebetin artmasıyla birlikte gündeme geldiğini belirtiyorsunuz. Kişisel eğiliminizi Rusya’yı kızdıracak da olsa Türkçülükten yana koyuyor ve sonuçta makalenizi İslamcılıkla Türkçülük arasında bir tercih yapmak zorunda olduğumuzu belirterek bitiriyorsunuz.

Bu çizdiğiniz tabloda, harici siyaset açısında Osmanlı’nın 19. yüzyıl boyunca İngiltere’yi örtülü bir tehdit olarak görüp önce Osmanlıcılık üzerinden Fransa ile, ardından Fransa’nın yükselen Almanya’ya karşı İngiltere ile yakınlaşması üzerine her ikisine karşı Almanya eksenine kaydığı sonucu çıkıyor. Ezeli düşman olarak Rusya’nın ise Almanya ile dengelenebileceği zımni olarak ortaya çıkıyor. Bu durumda hem birinci hem de ikinci dünya savaşları boyunca var olan İslamcılık ve Türkçülük siyasetlerinin stratejik anlamı daha belirginleşiyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise malum olduğu üzere bu her iki siyasetin tapusu Amerika’ya geçiyor ve hedefleri de Rusya’ya yöneliyor.

Makaleyi yazdığınız tarihten-1904- sonra kabil-i tatbik bulduğunuz bu siyasetlerin İttihat Terakki eliyle son bir defa daha denenip başarısızlıkla sonuçlandığını ise belirtmeme gerek yok. Teşkilat-ı Mahsusa eliyle İngiliz sömürgelerini Müslüman isyanlarıyla ateşe vermeyi ifade eden o büyük eylem dönemi, Şerif Hüseyin ihanetiyle son buluyor. Bolşevik Rusya’nın 1921’de İngiltere ile anlaşması üzerine politika değiştirmesi ise Enver Paşa’nın Turanı ayaklandırma eylemini bitiriyor. Geçen yüzyılın başındaki bu iki hayal kırıklığının hem travmasını hem de öfkesini devlet düzeyinde hala üzerimizden atabilmiş değiliz.

Mustafa Kemal, işte bu hayal kırıklığının sonucu olarak Cumhuriyeti daha reel bir zeminde, şu anki sınırlarımız içerisinde başka bir yol üzerine şekillendirdi. İslam ve Türklük ise bir dış politika kartı olmaktan çıkartılıp, tamamen başka bir bağlamda yeniden yorumlanarak yeni cumhuriyetin içine ‘saklandı’. Ve dışarının bize dönük siyasetlerinin bir parçası olmasını engelleyecek tedbirler de alınarak ‘şimdilik’ terk edildi. Sonuçta üç tarz-ı siyaset ayrı ayrı geçersizleşerek aşılmakla birlikte, yeni sınırlar ve rejim bünyesinde yeniden anlamlandırılıp yeni milletin çimentosu kılındı.

Biz’im büyük ve trajik geri çekilme sürecimizin bu son direnme hatları ortadan kalkınca, geriye aslında başka bir kategorik düzeyde güvenlik siyaseti olarak süren Batılılaşma siyaseti kalmıştı. Ve bu siyaset öncekilerin toparlanma misyonunu üstlenerek Cumhuriyetin ilk on yılına tek başına damga vurdu. Ancak sonraki yıllarda bir tür Tanzimatçılığa kaydırılarak saklı dinamiklerimizi de torpilleyecek bir tarzda kimlik ve uygarlık değiştirmek olarak uygulandı.

20. yüzyıl biterken, şimdi bu Batılılaşma siyasetinin de bittiğini görüyoruz..Başka bir yol tutulduğu için değil, batılılaşmanın mantıki sonucuna gelindiği ve maksat hasıl olduğu için bitti, Batılaşma.. Başarılı oldu mu?, tabii ki hayır. Çünkü elma armut’a dönüşemezdi. Sonuçta batılılaşma ortaya yeni sorunlar ve sıkıntılar bırakarak sessizce gündemden çıktı. Bu noktadan sonra artık bir bütün olarak batılılaşmadan bahsetmek söz konusu değil. Ama modernleşme gibi daha öze ilişkin dönüşüm arayışları, AB gibi ekonomik-politik entegrasyonlar ve Amerikancılık gibi askeri-politik taşeronluk siyasetleri bağlamında batı’cılık’ gündemlerimiz sürecek gibi görünüyor.

Bu nokta önemli, zira Cumhuriyet’le başlayan sürecin bitişi, yani Batılılaşmanın önceki tarz-ı siyasetlerin yerini alarak yarattığı sûni görüntü ortadan kalktı ve şimdi bir yüzyıl önceki noktaya tekrar geldik! Bir millet olarak, ülke olarak, devlet olarak bundan sonraki siyasal stratejimiz ne olacak, buna uygun ekonomi-politik düzenimiz nasıl şekillenecek? Yol’umuz, yön’ümüz, hattımız nedir? Nereye ve niçin gideceğiz? Soru yine önümüzde ve cevabını bekliyor?

Sayın Akçura,

Geldiğimiz bu yeni yol ayrımında, tıpkı sizin döneminiz gibi ana hatlarıyla yine üç seçeneğimiz var gibi görünüyor;

1) Ulusalcılık: Bu seçenek, tıpkı sizin çağınızdaki Osmanlıcılık gibi, esasta var olanı korumak ve bu amaçla her tür yeni ya da başka alternatife reaksiyon üretmekten ibarettir. Şimdilik Sol Kemalist ve Türkçü iki fraksiyon halinde sergileniyor. Sol Kemalist fraksiyon dışarıda anti-küreselci, içerde ise dogmatik ve totaliter karakteriyle bir tür statüko tapınmasını ifade ediyor. Toplumun bir çok kesimiyle uyuşumsuz ve devlet erkinin resmi zırhıyla donanımlı olduğu için yer yer agresif davranıyor. Her hangi bir ikna ve diyalog çabasına kapalı bir hattı müdafaa ideolojisi durumunda.

Türkçü fraksiyon ise, soğuk savaş döneminden kalma bağımlılık ve alışkanlıklarını yeniden üretmeye çalışıyor. İçerde, Sümerleri Öntürk yapmaktan, ‘kart-kurt’ söylemine kadar bilinen bütün tezleri ve fikri seviyesi ile gerçek bir uluslaşma-milletleşme sürecinin engellerinden biri olduğunun farkında değil görünüyor. Dışarıda ise –tıpkı sizin döneminizde olduğu gibi-Turancılığı Amerikan-İngiliz ekseninin Orta Asya’daki taşeron ideolojisi olarak yorumlanabilecek bir Avrasyacılık söylemine sahip.

Ulusalcılık, sonuçta her iki fraksiyonuyla birlikte pozitif bir seçenek olmaktan çok, hem içerisi için hem de yakın çevremiz için oldukça tehlikeli maceralar, taşeronluklar ve çatışma dinamikleri barındırıyor. Ayrıca ‘ulus’la, ya din ya da etnisite temelinde sürekli kavga eden tutumuyla gerçekten ulusal olduğu ve Avrasya’yı Atlantik’ten bakarak tarif eden gözlüğüyle de gerçekten Avrasyacı olduğu bir hayli şüpheli. Bu seçenek ülkemizin önündeki alternatiflerden biri olmaktan çok, gerçek alternatifleri engelleyici ve kırıcı bir paratoner konumunda. Sanırım bu yoldan ancak ve sadece faşizme çıkılır.

2) Avrupacılık: Bu siyasette Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokma iddiasını ve isteğini taşımasına rağmen, böyle bir üyeliğin gerçekleşme ihtimali zayıfladıkça başka misyonlar ve anlamlar üstlenen yine operasyonel bir seçenek. Kendi içinde üç fraksiyon göze çarpıyor. İlki, Avrupa’nın Türkiye’deki lobisi misyonuyla hareket edenler. İkincisi; ABD, İngiltere, İsrail ekseninde AB’yi dağıtma, olmazsa kuşatma çabasının dolaylı bileşeni olarak ‘AB’ye girelimci’ler. Bunlar Avrupacılığın en militan ve pervasız fraksiyonu. Üçüncü olarak ta, bu siyasal denklemlerin dışında olan ve galiba kenarından içine de girmeye heveslenen,”AB’ye girersek asker-sivil bürokrasiden ve koçlardan kurtuluruz, insan hakları ve para gelir”ci safdil liberal, Solcu ve Kürtçülerden oluşuyor.

Avrupacılık, bizim için ciddi bir alternatif olmamasına rağmen, neredeyse tek ciddi seçenekmiş gibi sunulan en gürültücü tarz-ı siyaset. Eni konu Türkiye’yi oyalamak, vakit geçirmek, başkalarına şirin görünmek ve mecliste yasa değiştirmekten ibaret. Kanımca Türkiye’yi bir gün AB’ye ayakta karşılayarak alacak olsalar dahi savunulması bir hayli haysiyet ve kişilik eksikliği gerektiren bir tarz-ı siyaset olarak Avrupacılık, yeni bir Tanzimatçılık türünden başka bir şey değil. Bu yoldan da herhalde yeni bir tasfiye ve dağılma sürecine gidilir.

3) Avrasyacılık: Öncelikle belirtmeliyim, Ulusalcılar’ın Sol Kemalist kanadı için Avrasyacılık, M.Kemal’in İngilizleri dengelemek için Rusya ile yaptığı işbirliği anlamında, Türkçüler ise –belki Turan demekten utandıkları için- Orta Asya’daki hayali birliklerini ifade etmek için ve bu anlamda Amerikanın Brzezsinki Avrasyacılığı olarak savunmaktalar. Bu Avrasya demagojisi, hem Amerikancılığı gizleme hem de Anti-Avrupacı tutumu daha kibarca ifade etme amacına matuf gibi görünüyor. Türkiye’nin bu anlamda bir Avrasyacılıkla hiçbir zaman işinin olacağını sanmıyorum.

Bay Akçura, bizim Avrupamız, Avrasya’mız, yani Türkiye merkezli bir dış vizyonumuz,  eninde sonunda hem jeopolitik hem jeokültürel açıdan Osmanlı ve Selçuklu’nun en geniş sınırlarını ifade eder. Yine bu sınırlara doğru açık ve tutarlı bir Pax Ottoman siyasetini zorunlu kılar. ( Osmanlı, bu anlamda bir hanedan, bir siyasi entite vb olarak artık ölüdür, ama bir tarihi birikim ve deneyim olarak yani bir doğal habitat ve reel siyaset ufku anlamındadır. Tarih dirilmez ama kaybolmaz da!) Ve tabii ki, içerde Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut, Arap, Boşnak, Gürcü vd. bütün unsurların tek bir milletin alaşımları olarak algılandığı yeni bir Milletleşme vetiresini de içerir. osmanlı bakiyesi gayrı müslim halklarda isterlerse bu alaşımın parçası, bileşeni, müttefiki olabilir. Dışarıda ise, hem ABD-AB ile hem Rusya ile ve özelliklede yakın komşularla entegre ve senkronize ilişkileri dış politikanın temeli olarak görür.

Pax Ottoman ufku, hem eski Osmanlı tanzimatçılığına kıyasla daha özgün-milli bir modernleşme çizgisinin devamlılığını, hem de kadim devlet formunun modern ve mutlaka demokratik yani millet iradesi, adalet ve hürriyet ilkeleri temelinde restorasyonuyla anti-küresel bir mevzi olarak yeniden tahkimini içerir. Öte yandan hem İslam dünyasını hem de diğer doğu halklarını kollayan doğal duruşunun yanında, tüm dünyadaki insanlığın vicdanına açık bir alternatif küreselliği de temsil eder.

Yani inanç, dil ve duygu birliği ile reel siyasetin gerçekleri ve ‘gerçekleşebilirlikleri’ arasında dengeli ayrımlar ve ayarlar yapabilen senfonik bir siyaset.

Edirne’den Kars’a kadar bütün etnik, mezhebi ve meşrebi çoğulluğu yeniden millet yapacak bir konsolidasyon, Meksika ormanlarından Filipinlere kadar dünyanın bütün mazlumları için bir şerare ve bir meşale olacak kadar mağrur ve asil bir restorasyonun adıdır, bizim cihanşumul ufkumuz..

Sayın Akçura, biliyorsunuz, “Üç Tarz-ı Siyaset”i yazdığınız yıllarda büyük emperyalist savaşın ayak sesleri geliyor ve Osmanlı Devleti’nin çürümüş seçkinleri günü kurtarıp ceplerini doldurmakla uğraşıyorlardı. Bugün de ‘topraklarımızda’ süren batı destekli kirli savaşlar var ve sonrasının daha ürpertici sonuçlara gebe olduğunu herkes biliyor. Yine elimizdekini de kaybetme riskiyle yüz yüzeyiz. Ama artık kendimizle yüzleşmekten kaçamayacağız. Milletiyle kavgalı bir devlet, çürümüş seçkinler, ülkesinden umudunu kesmiş aydınlar ve geleceğinden emin olmayan çaresiz bir milletimiz vardı. Yüz yıl boyunca patinaj yapıp aynı noktaya gelmiştik ve şimdi yeni üç tarz-ı siyasetle karşı karşıyayız. Batı’ya bağlanmanın maliyetini bu kez daha ağır ödeyebiliriz.

İnanır mısınız Bay Akçura, birçok aklıselim sahibi insan, bu manzaraya bakıp, ‘bu ülke bitmiş’,’Biz kaybetmişiz’,’tükenmişiz’ diyordu. ‘Bunca yolsuzluktan, soysuzluktan, aymazlıktan bir asabiye çıkmaz’ diyordu. Ama biz de ‘inat’ diyoruz, ‘yolumuz belli olsun’ diyoruz, ‘kendimize güvenelim’ diyoruz. ‘Bu millet kendisini dövenlerden daha büyüktür’ diyoruz. ‘Bu ülke elbet bir yol bulup akar’ diyoruz. ‘Hem vatan hem özgürlük’ diyoruz. Kısacası ‘Allah büyüktür’ diyoruz…

Hoşçakal…

* Üç Tarz-ı Siyaset, Yusuf AKÇURA, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1976

Kaynak: Açık mektuplar, Ahmet Özcan, Yarın yay. İst.2008

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan, nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut olup İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu (1984-1993)dur. Yayıncılık, editörlük, yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın Yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusudur. “Ahmet Özcan” yazarın müstear ismidir.

Yer aldığı dergiler arasında İmza (1988), Yeryüzü (1989-1992), Değişim (1992-1999), Haftaya Bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001) ve Türkiye ve Dünyada Yarın (2002-2006) bulunmaktadır.

Yayımlanmış kitapları arasında Yeni Bir Cumhuriyet İçin, Derin Devlet ve Muhalefet Geleneği, Sessizlik Senfonisi, Şeb-i Yelda, Yeniden Düşünmek, Teolojinin Jeopolitiği, Osmanlı’nın Orta Doğu’dan Çekilişi, Açık Mektuplar, Davası Olmayan Adam Değildir, İman ve İslam, Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim, Tevhid Adalet Özgürlük ve Devlet Millet Siyaset yer almaktadır.

Kişisel web sitesi:
www.ahmetozcan.net
İng: www.ahmetozcan.net/en;
e-posta adresi: [email protected]

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

SOSYAL MEDYA