Vekâlet Savaşı: ABD’nin Rusya Federasyonu’nda Rejim Değişikliği Yapması
Gerçek özgür basında (ABD ana akım medyası, Sınır Tanımayan Gazeteciler’e göre basın özgürlüğü sıralamasında 57. sırada) yayımlanan önceki yazılarımda, II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde CIA’nın Sovyetler Birliği’ne yönelik sabotaj operasyonlarını ele almıştım. CIA, “birlikleri parçalamak” (CIA’nın ifadesiyle) amacıyla Nazi yanlısı Ukrayna Milliyetçi Örgütü (Organization of Ukrainian Nationalists, OUN), Ukrayna İsyancı Ordusu (Ukrainian Insurgent Army, UPA) ve Avrupa’daki çeşitli Nazi iş birlikçilerinden oluşan Anti-Bolşevik Milletler Bloku (Anti-Bolshevik Bloc of Nations) gibi gruplarla yakın iş birliği yaptı.
Sağ kanat ultra-milliyetçi gruplar Sovyetler tarafından bastırılınca, CIA Ukraynalı ve diğer Doğu Avrupalı muhalifleri gizlice finanse ettiği Özgür Avrupa Radyosu/Özgür Radyo (Radio Free Europe/Radio Liberty) çatısı altında görevlendirdi. Resmî anlatının aksine, Amerika’nın Rusya’ya yönelik vekâlet savaşı 2022’de değil, yaklaşık 75 yıl önce başladı.
Ukrayna’nın ultra-milliyetçi liderleri Stepan Bandera, Yaroslav Stetsko, Roman Şuheviç, Mykola Lebed ve diğerleri, bugün Batı Ukrayna’da heykeller, anıtlar, sokak isimleri ve resmi tatillerle anılmaktadır. CIA’nın deşifre edilmiş raporlarında bu isimler “Nazi unsurları” olarak ayrıntılı şekilde belgelenmiştir. Bandera’nın ÖUN’u (Organization of Ukrainian Nationalists), Ukrayna’daki Polonyalıların, Yahudilerin ve etnik Rusların kitlesel imhasında doğrudan Alman SS’siyle iş birliği yapmıştır. Günümüzde dahi Ukrayna silahlı kuvvetleri arasında Nazi simgeleri yaygın olarak kullanılmaktadır.
Ukrayna milliyetçiliğinin arka planını, gazetecilik mesleğindeki kişiler de dâhil olmak üzere Amerikalıların büyük çoğunluğu bilmemektedir. Araştırmacı haberciliğe isteksiz olan Amerikan ana akım medyası (MSM), Edward Herman ve Noam Chomsky’nin işaret ettiği gibi, devlete ait bir propaganda aygıtından öte geçememekte; kamuoyunun rızasını inşa eden en önemli araç işlevi görmektedir. Günümüzde bu yapı çok daha bütünleşmiştir.
ABD ana akım medyasının ekranlarında veya gazetelerinin sayfalarında, ülkenin küresel savaş kışkırtıcılığı projesinin arka planını; Ukrayna ile Doğu Avrupa’daki jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını açıklayan tek bir habere rastlamak neredeyse imkânsızdır. Rusofobi’nin inşa edildiği kurgular da gündeme alınmaz. Böylece, Ukrayna ve Rusya hakkındaki haberlerde hiçbir bağlam sunulmaz. Ukrayna genellikle bir “demokrasi mücadelesi” olarak sunulur; oysa MSM dışındaki pek çok gözlemci, ülkeyi liberal olmayan ve yaygın yolsuzluğun hüküm sürdüğü bir oligarşi olarak tanımlamaktadır.
Herman ve Chomsky, özellikle uluslararası haberlerde, beş temel yapısal filtrenin MSM’de dış siyasetin nasıl raporlandığını belirlediğini savunurlar:
- Kurumsal medya sahipliği
- Ticari reklam gelirlerine bağlılık
- Hükümet içi kaynaklara dayanma
- Anti-komünizm veya diğer “korku yaymacı” ideolojiler
- Örgütlü grupların—örneğin AIPAC’in—dış politikayı etkileme gücü, yani flak (etkili geri bildirim baskısı)
Bu beş filtre, haber akışını şekillendirerek gerçek dışı bir algı inşa eder.
Amerika haber medyasının devlet kontrolünün yanı sıra — günümüzde sosyal medya çağı nedeniyle eskisi kadar hegemonik olmasa da — savaş sonrası iç Soğuk Savaş dönemi kamusal ikna organları (Reklam Konseyi, devlet okulları, muhafazakâr dini eğitim kurumları, yayıncılık ve film/TV endüstrisi ile diğer örgütsel yapılar), Amerikalıların birden fazla nesline Rusya’ya yönelik nefret aşılamakta önemli rol oynadı.
Daha da öncesine gidildiğinde, Bolşevik Devrimi’ni takiben 1919–1920 yıllarında devlet destekli Kızıl Korku (Red Scare) kamuoyunda histeri yaratarak Palmer Baskınları’na ve Doğu Avrupalı ile Rus siyaset ve emek liderlerinin kitlesel sınır dışı edilmelerine yol açtı. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan ikinci Kızıl Korku ise Sovyetler Birliği’ne yönelik düşmanlığı tırmandırarak 1991’de SSCB’nin çöküşüne kadar süren bir karalama kültürü (vilification culture) yarattı; bu kültür, Vladimir Putin’in 1999’dan günümüze yükselen liderliğiyle yeniden canlandı.
1990’larda, Harvard Üniversitesi Uluslararası Kalkınma Enstitüsü (IDD) ekibinin de katıldığı ABD’nin “şok terapi” (shock therapy) yöntemli ekonomik dönüşüm girişimleri felaketle sonuçlandı. Yüzyılın başına gelindiğinde Rusya siyasal, ekonomik, toplumsal, askeri ve kültürel bakımdan perişan durumdaydı. 1996’daki seçimleri finanse eden, yöneten ve hileyle sonuçlandıran ABD desteğiyle iktidara gelen Boris Yeltsin, hem kârlı eski devlet işletmelerini ele geçiren yerel oligarşilerin hem de “tek kutuplu an”ı (unipolar moment) örgütleyen Amerikalı ideologların Rusya’yı sömürmesine kapı araladı. Ancak diyalektiğin müdahalesiyle Rusya, ulusal ve uluslararası aşağılanmasından uyanmaya başladı.
Birkaç yıl içinde, Rusya uzmanı Stephen Cohen’e göre Putin yönetimi ekonomiyi düzeltti, kitlesel işsizlik krizini sona erdirdi, yoksulluğu kökten azalttı, yaşam standartlarını iyileştirdi; erken ölüm ve alkolizm oranlarını belirgin ölçüde düşürdü, ulusal sosyal buhranı sona erdirmeye yardımcı oldu ve Rus işçi sınıfı arasında düzen ile ulusal özgüveni yeniden tesis etti. Rus halkı ona sürekli yüksek onay notları verdi; Mayıs 2025’te %86’ya ulaşan ortalama onayı genellikle %70’in üzerindeydi. Muhalif güçlere dönük baskı, tarih boyunca Rus siyasetinin karakteristik bir özelliği olmuş; Putin dönemi ise görece “liberal” bir süreç olarak değerlendiriliyor.
Putin ayrıca oligarşileri tutukladı veya onları ülkeden kovdu, insanlara onlarca yıldır yaşamadıkları olumlu bir gelecek umudu aşıladığı kabul edildi ve Rusya’yı dünyadaki eski güç konumuna yeniden yaklaştırmaya başladı. Elbette ki, çoğunlukla sağ kanat ultra-milliyetçi cepheden gelen iç düşmanları olsa da, Putin bir çeyrek yüzyıldır yapılan ulusal anketlerde lider olarak yüksek saygı görmeye devam etti.
Putin’in liderliği hakkındaki bu bakış açısı, aşırı yanlı ana akım medyada (MSM) asla tartışılmaz; çünkü bu medya, Rus halkı ve onların liderleri hakkında Bullwinkle’dan James Bond’un düşmanlarına, Ivan Drago’dan Nobody filmindeki Yulian Kuznetsov’a ve Amerikan popüler politik kültüründeki casuslara, votka içen sarhoşlara ve suçlulara kadar uzanan çocukça şeytansı kalıplaşmış düşüncelerle ve önyargılarla saplanıp kalmıştır. Eğlence endüstrisi ise ırksal ve etnik gruplara yönelik kamuoyu tutumlarını oluşturmakta veya pekiştirmekte güçlü bir etkiye sahiptir.
Siyasi sınıfın Rusya’da demokrasinin yokluğu hakkındaki söylemine rağmen (elbette liberal demokratik bir devlet değildir), ABD kendi şiddet yanlısı, demokratik olmayan rejimlerle kurduğu pek çok aktif ilişkiyi (ya da kendi demokratik açıklarını) hiçbir zaman sorunlu bulmamıştır. Açık ki ABD, tutarlılık veya gerçek demokratik değerleri gözetmekten ziyade yurtdışında çıplak öz çıkarların peşinden koşma (realpolitik) temeline dayalı olarak uluslararası alanda faaliyet göstermektedir. İşlevli olabilmek için realpolitik’in eğitimli ve sofistike bir liderlik gerektirmesi gereklidir ki, ABD dış politikasında onlarca yıldır bu tür bir liderlik bulunmamaktadır.
Sonuçta, ABD açısından bakıldığında “politik realizm” genellikle sömürgeci bir dış politikayla sonuçlanır. ABD’nin “demokrasi teşviki” olarak adlandırdığı şey, temelde neokon odaklı rejim değişikliği olup, diğer ülkelerin kurumları, devlet politikaları, ittifakları ve kaynakları üzerindeki kontrolüne karşı sosyalist, milliyetçi ya da sadece özyönelimci (self-determinist) direnişin her kalıntısını yıkmayı amaçlar. Rejim değişikliği, ABD-NATO ittifakı ile “direniş ekseni”nin karşı karşıya gelmesi anlamına gelir.
ABD’nin Ukrayna ve Rusya Müdahalesi: Realpolitik
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, başlangıçta Rusya ile sıkı bağları olan ve büyük oranda Rusça konuşan bir nüfusa sahip bağımsız bir devlet olarak Ukrayna ortaya çıktı. Dönemin CIA direktörü Robert Gates’e göre, ABD Savunma Bakanı Dick Cheney ile Savunma Politikalarından Sorumlu Müsteşar Paul Wolfowitz, yalnızca Rusya’nın ittifak yapısını çökertmeyi değil, bizzat Rusya’yı bölmeyi de hedeflemişti. ABD hükümeti tarafından finanse edilen rejim değişikliği kuruluşu National Endowment for Democracy (NED) Başkanı Carl Gershman ise Mayıs 2013’te Washington Post’da yayımlanan makalesinde, Ukrayna’nın nihai hedefin—Putin’in kontrolünü sonlandırmak ve Rusya’yı parçalara ayırmak—“en büyük ödülü” olduğunu ilan etti.
2004–2005 yıllarında ABD, bu kez Kiev’de örgütlenmesine katkı sağladığı “Turuncu Devrim” protestolarıyla tekrar müdahalede bulundu. O yılki cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Rusya yanlısı aday Viktor Yanukoviç’e karşı yürütülen harekât, Amerikan Sesi (Voice of America), Özgür Avrupa Radyosu/Özgür Radyo (Radio Free Europe/Radio Liberty), BBC Dünya Servisi ve diğer Batılı ile ABD destekli yerel yayın organlarının sürekli anti-Yanukoviç haberciliğiyle beslenerek AB yanlısı aktivistleri sokaklara çekti.
Amerikan fonları, Kiev dışından protestocuları otobüslerle taşımak, protesto malzemeleri satın almak ve kentsel devrimci hareketleri örgütleyecek sokak liderlerini eğitmek için görevlendirilen Amerikalı kılavuzlar aracılığıyla kullanıldı. Bu yöntem daha önce Sırbistan ve Gürcistan’da hükümetleri devirmek için uygulanmış, ardından ABD rejim değişikliği ajanlarının faaliyet gösterdiği birçok başka ülkede de örnek alınmıştı.
Yanukoviç’in ülkenin doğu ve güney bölgelerindeki güçlü destekçisi kesimler, “Maidan” (Kiev’in merkezi meydanı) protestolarında sesi duyulmayan tarafı oluşturdu. ABD, Pora! öğrenci hareketine finansman sağlamak ve danışmanlık yapmak dışında, muhalefet partilerini de finanse etti. Tercih ettikleri aday Viktor Yuşçenko için finanse edilen olumlu çıkış anketleri, G.W. Bush yönetiminin gönderdiği Amerikalı elçilerle görüşmelerini sağladı.
Bush yönetiminin Dışişleri Bakanlığı’nın yoğun baskısıyla, Ukrayna Yüksek Mahkemesi yeni bir seçim kararı aldı. Bu seçim, 2005–2010 yılları arasında skandallarla anılan tek dönemlik iktidara Yuşçenko’yu taşıdı. Chicago doğumlu olan Yuşçenko’nun Ukraynalı eşi, önce Reagan Beyaz Sarayı’nda, sonra G.W. Bush yönetiminde çalışmış; böylece eşini Washington siyaset çevrelerinin güvendiği bir isim haline getirmişti.
Yuşçenko’nun rakibi Yanukoviç ise 2006’da başbakan oldu ve 2010’da cumhurbaşkanlığını kazandı. Bu gelişme, Başkan Barack Obama ile Yardımcısı ve Dışişleri İşlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın önderliğindeki ikinci bir darbe girişimi için zemin hazırladı.
1983’te Reagan yönetiminde kurulan Ulusal Demokrasi Vakfı (National Endowment for Democracy, NED), Ukrayna’da rejim değişikliğini gerçekleştirmek için kullanılan başlıca araçlardan biriydi. İnsani müdahale kılıfı altında yürütülen bu neokonservatif proje, o dönemde kısıtlı hareket alanına sahip olan CIA’nın üstesinden gelemeyeceği yöntemlerle faaliyet gösteriyordu. Kongre tarafından gizlice finanse edilen ve adeta bir şemsiye örgütü işlevi gören NED, dört ana birimden oluşur: Cumhuriyetçi Parti’nin Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (International Republican Institute), Demokrat Parti’nin Ulusal Demokratik Enstitüsü (National Democratic Institute), Amerikan Ticaret Odası (American Chamber of Commerce) ve AFL-CIO.
NED’in çalışmalarını ayrıca USAID, Freedom House, Uluslararası Şiddetsiz Mücadele Merkezi (International Center on Nonviolent Conflict), George Soros’un Açık Toplum Vakıfları ve hedef alınan rejimlerin anayasalarında yasal “reform çabaları” yürüten Amerikan Barolar Birliği (American Bar Association) destekledi.
2013–2014 yıllarında ABD, Kiev sokaklarında Ukrayna siyasetini yeniden aktif şekilde manipüle ederek protestocuları Yanukoviç hükümetini devirmeye teşvik etti. Darbenin arkasındaki isimlerden Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu Dışişleri Bakanlığı Yardımcısı Victoria Nuland, Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt ile yaptığı meşhur telefon görüşmesinde, Yanukoviç hâlâ iktidarı elinde tutarken bile yeni hükümet liderlerini kendilerinin belirlediğini itiraf etmişti. Darbenin vaftiz babası olarak anılan Başkan Yardımcısı Joe Biden ise yeni yönetim kararını son onaylayan kişi oldu.
Darbeden önce Kiev’deki ABD Büyükelçiliği’ne düzenli bilgi veren bir muhbir olduğu WikiLeaks belgeleriyle ortaya çıkan Petro Poroşenko, Amerikan tarzı bir kampanyayı yine Amerikalı bir danışmanın yönetmesi eşliğinde “seçilerek” cumhurbaşkanı oldu. Sokak protestolarını destekleyenler arasında Senatör John McCain (R-AZ) ve Senatör Chris Murphy (D-CT) de vardı; bu iki isim, Maidan’da neo-Nazi lider Oleh Tyahnybok ile aynı platformda durarak, Yanukoviç’in gayrimeşru devrilmesine Amerika’nın desteğini ilan ettiler. Bu, Amerikan emperyalizminin açık bir göstergesiydi.
Ana akım Amerikan medyası, bu saldırgan eylemlerin hiçbirini uluslararası hukuka aykırı ya da tartışmalı olarak ele almadı. Komşu Rusya’ya veya Ukrayna’daki Rusça konuşan nüfus üzerindeki etkisine dair en ufak bir değerlendirme yapılmadı. Kanada’da yaşayan Ukraynalı akademisyen Ivan Katchanovski ise batı medyasının görmezden geldiği gerçeği ortaya koydu: Başlangıçta barışçıl olan Maidan gösterileri, çevredeki binalar ve Hotel Ukraina’daki Right Sector, Svoboda gibi neo-Nazi örgütlere ait keskin nişancıların eylemcileri ve Berkut güçlerini hedef almasıyla hızla kan banyosuna dönüştü; ardından Molotof kokteylleriyle hükümet binaları ateşe verildi.
Hayatı tehdit altında olan Yanukoviç, muhalefet liderleriyle erken seçim düzenlenmesi konusunda anlaşmış olmasına rağmen ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Batı medyası, Mayıs 2014’te Odessa’daki Sendikalar Binası’nda darbe karşıtı muhalifleri tuzağa düşüren ve ardından 48 etnik Rus Ukraynalıyı yakarak veya duman soluyarak boğulmalarına neden olan sağcı militanların baskınını da görmezden geldi.
Bu vahşet, yoğun biçimde Rusça konuşulan Donbas bölgesinde (Donetsk ve Luhansk) özerk hareketin doğmasına yol açtı; darbe yönetimi ise bu doğu illerine karşı acımasız bir saldırıyla karşılık verdi. Rusya’nın 2022’de Donbas’ta başlattığı “özel askeri operasyon”dan önce, Kiev’in doğudaki saldırıları yaklaşık 15.000 can kaybına neden olmuştu. Kremlin, Rusya karşıtı darbeye ve NATO’nun Ukrayna’ya genişleme tehditlerine ilk tepki olarak tarihi deniz üssü Sivastopol’u yeniden ilhak ederek Karadeniz’e kesintisiz erişimi güvence altına aldı ve Kırım Özerk Cumhuriyeti’ni il çapında düzenlenen bir referandumla bütünüyle geri kazandı.
Odessa’daki kundaklamanın ötesinde, Poroshenko hükümeti Donbas bölgesi sakinlerini “Ukrayna ulusunu arındırmak” amacıyla, pek çok Ukraynalının birinci ya da ikinci dil olarak konuştuğu Rusçayı kamusal alandan kaldırmaya yönelik yeni politikalara maruz bıraktı. Bu uygulama kültürel soykırım (cultural genocide) olarak tanımlanır.
Poroshenko ve Zelenski yönetimleri, siyasi partilere ve siyasetçilere yönelik baskı politikaları yürüttü; bağımsız Rusça ve diğer medya kuruluşlarını kapattı; mahkemeler ve kamu kurumlarında Rusça ile diğer azınlık dillerinin kullanımını sonlandırdı; ayrıca etnik Rus ve diğer azınlık kültürleri, siyasi muhalifler ve Ortodoks Kilisesi üzerinde çeşitli baskı biçimleri uyguladı. Bu eylemler, Batı’nın Rusofobik ana akım medyasında neredeyse hiç yer bulmadı.
2014’ten itibaren—Rusya’nın “özel askeri operasyonu”ndan sekiz yıl önce—ABD ordusu, birden fazla bölgede faaliyet yürüterek açıkça faşist Azov Taburu ve Right Sector gibi birlikleri de içeren Ukrayna güçlerini Donbas Savaşı’na hazırlamak üzere eğitip donattı. Poroshenko, eğitimin amacını “Rusya’yı nasıl yeneceğimizi öğrenmek” olarak tanımladı. Biden’ın Savunma Bakanı Lloyd Austin da “Rusya’yı, Ukrayna’ya saldırı yapamayacak kadar zayıflatmak istiyoruz” sözleriyle aynı yaklaşımı benimsedi.
Austin’ın savaşı sürdürme yönündeki tutumu, daha önce yönetim kurulunda bulunduğu ve günümüzde RTX adıyla anılan Raytheon Technologies için “surrogate” (vekil) olarak görev yapmasının bir sonucuydu. Raytheon, dünyanın en büyük ikinci savunma yüklenicisiydi. Biden da kurumsal bağışçılara yakın durdu; 2020 başkanlık kampanyasında Lockheed Martin ve Raytheon’dan neredeyse 1 milyon dolar tutarında bağış aldı.
Temsilciler Meclisi İstihbarat Komisyonu başkanı Adam Schiff ise Ukraynalı “Buffalo soldiers”ın Rusya’yı zayıflatmak için kullanılmasını savunurken şunları söyledi:
“Birleşik Devletler, Ukrayna’ya ve halkına yardım eder ki orada Rusya ile savaşalım, burada savaşmak zorunda kalmayalım.”
Bu retorik, “terörle savaş” söyleminden uyarlanmış olup kuşkusuz bir vekâlet savaşını açıkça itiraf etmektedir.
ABD’nin Rusya’ya Sürekli Saldırganlığı
Boris Yeltsin, 1993’te kendisini devirmek için girişilen bir hareketi engellemek amacıyla Rus parlamentosunu top atışına tuttuğunda, ABD dışişleri bakanı Warren Christopher bu siyasi krizi “mükemmel şekilde yönettiği” için onu övdü. Derin devletin görüşüne göre, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Rusya’da Komünist Parti iktidarının sona ermesi, Amerikan gücünün Orta ve Doğu Avrupa’ya kesintisiz bir şekilde nüfuz etmesi için yeni bir dönemin başlangıcını müjdelemişti. Zayıf Rus liderlik, Amerika’nın küresel çıkarlarına hizmet etti.
George H.W. Bush’un Dışişleri Bakanı James Baker, 9 Şubat 1990’da Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’a, Almanya’nın yeniden birleşmesi ve NATO üyesi olması karşılığında “NATO kuvvetlerinin yetki alanının doğuya bir inç bile genişletilmeyeceğini” söyledi (vurgu eklenmiştir). Ne yazık ki Gorbaçov, bu anlayışın—Batı Alman hükümeti tarafından da paylaşıldığı gibi—bir tokalaşmayla kesinleştiğini naifçe varsaymıştı. Batı gözünde onurlu bir lider olan Gorbaçov’un, Rusların büyük çoğunluğunun görüşüne göre piyasa odaklı perestroika’yı benimseyerek Rusya’nın ekonomik ve güç statüsünü yıktığı için hain olarak görülmesinin nedenlerinden biri de budur.
Bill Clinton, “doğuya bir inç” anlaşmasını ihlal ederek NATO’yu Polonya’ya, Macaristan’a ve Çekya’ya genişletti; o tarihten bu yana her ABD başkanı da örgütün sınırlarını Moskova’ya her zamankinden daha da yaklaştırdı. Haziran 2021’deki NATO zirvesi, 2008 Bükreş Zirvesi’nin Ukrayna’nın üyeliğine giden yolu açma taahhüdünü yineledi.
Rusya için kapısının önüne kadar gelen NATO güçleri, Barbarossa Harekâtı’ndan bu yana egemenliği ve güvenliği bakımından en ciddi varoluşsal tehdidi oluşturuyor. Rusya’nın işgalinin hiçbir provokasyona dayanmadan gerçekleştiğini öne sürmek zordur. Bu koşullar altında müdahalesi, gerçekpolitik ilkeleri çerçevesinde önleyici nitelikte görülmeye hak kazanır.
Gerçekten de, Kruşçov yönetiminin Küba’ya askeri üsler kurma girişimi üzerine 1962’de Sovyetler Birliği’ne nükleer savaş başlatmaya bile hazırlanan bir ülke olarak ABD’nin, NATO’nun kapısının önünde konuşlanmasını Rusya açısından çatışmacı ve saldırgan bir eylem olarak göremeyişi akıl almaz.
Amerikan dış politika liderleri, siyasi sistemlerinin itibarını koruma konusunda akılcı düşünce üretmekten aciz görünüyor. ABD politikasının iç ve dış alandaki ikiyüzlülüğü apaçık ortada. ABD, hiçbir ilke veya gerekçe olmaksızın anavatanlarındaki ayrılıkçı hareketleri destekliyor. Örneğin savaş yanlısı derin devletin ABD’nin fiili koruması olarak gördüğü Çin’in ayrılmış eyaleti Tayvan; ayrıca 750 yıldır Çin’in parçası olan Tibet’in bağımsızlığını destekledi ve 2011’de hemen Güney Sudan’ın ayrılmasını ve kuruluşunu tanıdı.
Benzer şekilde, ABD 2008’de Kosova’nın Sırbistan’dan kopuşunu desteklemek için Sırbistan’da askeri müdahalede bulundu. O örnekte ABD, Sırbistan’ı “etnik temizlik” ile suçladı; buna karşın Donbas bölgesindeki Rusça konuşan halkın aynı taleplerine kulak tıkadı. Soğuk Savaş sırasında CIA, MI6 ile birlikte, Baltık devletlerindeki gerilla hareketlerini Sovyetler Birliği’ne karşı fiilen destekledi. Daha yakından bakıldığında, ABD Meksika’dan Teksas’ın ayrılmasını tanıdı, ardından Teksas’ı ilhak ederek (1846–1848) o ülkeye saldırı düzenledi. ABD dış politikası standartlarına göre, Meksika bugün o kaybedilen topraklar üzerinde meşru bir irredentist hak iddiasında bulunmaz mı?
Buna karşılık, Washington, bölgedeki referandumun ezici onayına rağmen son 250 yılın büyük bölümünde Rusya’ya ait olan Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılmasını tanımadı. (Kosova ise referandum düzenlemeye bile tenezzül etmedi.) Demokrat Parti içindeki liberaller ve sözde solcular, uzun ve iyi belgelenmiş Amerikan emperyalizmi, küreselleşme, neokolonyalizm ve NATO genişlemesi tarihinin farkındalığıyla bakıldığında bile, ABD’nin Ukrayna müdahalesini açıkça Rus devletinde rejim değişikliğine yönelmiş bir girişim olarak nasıl göremezler?
Ana akım medyanın sahipleri ve yöneticilerinden istihbarat bürokrasilerine, seçkin üniversite entelektüelleri ve mütevellilerinden Wall Street’e, Silikon Vadisi’nden askeri-endüstriyel komplekse, Kongre’ye ve her iki siyasi partiye kadar Amerikan egemen sınıfı neredeyse tamamıyla Rusya’yı karalıyor ve demokrasiyi savunduğu iddiasıyla Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı destekliyor. Oysa 2014–2015 Minsk Barış Protokolleri aracılığıyla Ukrayna içindeki doğu-batı çatışmasını çözme fırsatı doğduğunda, o dönemin Almanya ve Fransa liderlerinin de onayını alarak anlaşmaya imza koyan Poroshenko, görüşmelerin yalnızca zaman kazanmak ve özerklik talep eden doğu illeri ile onların Rusya destekçilerine karşı Ukrayna’yı savaşa hazırlamak amacıyla yapıldığını itiraf etti.
Nisan 2022’deki ikinci barış anlaşması girişimi, Biden yönetimi ve onun vekili olan İngiltere Başbakanı Boris Johnson tarafından engellendi; Johnson, dönemin Cumhurbaşkanı Zelenskiy’i nötr statüyü kabul etmeyi reddederek savaşmaya devam etmezse batıdan ekonomik desteği kaybedeceğiyle tehdit etti. Gerçekten de Birleşik Krallık Muhafazakâr Parti muhalefet lideri Kemi Badenoch, Ukrayna’nın batı Avrupa adına Rusya’ya karşı “vekâlet savaşı” yürüttüğünü ilan etti. Uluslararası ilişkiler bilimcisi John Mearsheimer’e göre Putin, Ukrayna ile savaştan kaçınmak için iyi niyetli çabalar gösterdi, ancak “Batı tarafından kandırıldı.”
Değişken Donald Trump başlangıçta ikinci döneminde çatışmaya taze bir yaklaşım olarak diplomasiyi teklif edecekmiş gibi görünse de, Nobel Barış Ödülü’nü kolayca ve çabucak kazanamayacağını fark edince Rusya ve Putin hakkında bir dizi abartılı açıklama yaptı. İran’a yönelik “Pearl Harbor” benzeri saldırısı, Ruslar için henüz açık değildiyse bile, istikrarsız bir narsistle hiçbir diplomasi biçimine güvenemeyeceklerini onlara göstermiş olmalıydı.
Kaçınılmaz gerçek şudur ki, şu noktada Ukrayna savaşı yalnızca Biden’ın veya Trump’ın savaşı değildir. ABD ve Avrupa’nın Ukrayna müdahalesi, II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana Sovyetler Birliği’ni ve Rusya’yı parçalamaya yönelik uzun ve sürekli bir saldırgan girişimler zincirini içermektedir ve kesintisiz tek kutuplu bir geleceğin inşa edilmesini amaçlamaktadır. Son 80 yıldır bu politikayı yönlendiren güç kaynakları sayısızdır; Louis Althusser’in “aşırı belirlenim” (overdetermination) kavramına uygun olarak, Amerika’nın Soğuk Savaş ve şimdi de Sıcak Savaş politikalarını Rusya’ya karşı çok çeşitli motivlerin birleştiği tek bir hedef etrafında konsolide eden karmaşık bir yapı yaratmışlardır. Barış girişimleri, savaşı körükleyen tüm güç bloklarını etkisiz hâle getirme konusunda son derece zor bir görevle karşı karşıyadır.
Rusofobi, II. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD hegemonyasını ve askeri-sanayi kompleksini besleyen temel ideolojik ve araçsal güç olmuştur. Askerî-Sanayi Kompleksi (ASK), çok sayıda kurum ve çıkar grubundan oluşur. Bunlar arasında Pentagon ve silahlı kuvvetlerdeki üst düzey komuta kademesi, Hollywood’daki savaş tutkunları, oyun endüstrisi, ana akım medya ve Washington DC’deki düşünce kuruluşları; kurumsal hegemonistler, CIA ve diğer istihbarat örgütleri ile Kongre üyelerinin çoğunluğu yer alır. Ayrıca, kariyer basamağı olarak Rusofobi’yi kullanan Ivy League üniversitelerinin profesörleri ve devlet bürokratları, Rusya’da dinin kısıtlı olduğuna inanan dindar fanatikler ve Rus Slavlarını “alt insan” (untermenschen) gören ırkçı faşistler de bu bloğa dahildir.
“Russiagate”, Trump’ı sözde bir Putin ajanı olarak itibarsızlaştırmak ve Ukrayna’daki vekâlet savaşı hazırlıkları kapsamında kamuoyunu kitle psikolojik manipülasyon (gaslighting) ile Rusofobi alevlerini körüklemek için Demokrat Parti üyeleri, istihbarat camiasındaki müttefikleri ve ana akım medya tarafından uzun süreli bir aldatmaca olarak ortaya atılmıştır. Rusofobi kültürü, onu korumak için seferber edilen karmaşık güçler nedeniyle kaçınılmaz bir aşırı belirlenim oluşturmuştur.
Alman siyaset düşünürü Carl Schmitt, siyasette güçlü ulusların ulusal birliği sağlamak için düşmanlara sahip olması gerektiğini savunmuş; kariyerinin ilerleyen dönemlerinde ise Nazi rejimini desteklemiştir. Amerika’nın da “her iki partili” neoliberal ve neokon kampında benzer Carl Schmitt’leri vardır. Asıl büyük soru, mevcut nükleer savaş yolculuğunu barışçıl diplomasi ve süper güç olmayan bir arada yaşama ile iş birliğine çevirebilecek diyalektik bir gücün Amerika’da ortaya çıkıp çıkmayacağıdır.
*Gerald Sussman, Portland State Üniversitesi’nde siyaset, kentsel çalışmalar ve uluslararası ilişkiler alanlarında emekli profesördür. Yedi kitabın yazarıdır; en yenisi British and American Electoral Politics in the Age of Neoliberalism: Parallel Trajectories (Routledge, 2024) adlı çalışmasıdır. Ayrıca Branding Democracy: U.S. Regime Change in Post-Soviet Eastern Europe (Peter Lang, 2010) ve ABD dış politikası ile devlet propagandası üzerine çok sayıda makale kaleme almıştır. Kendisine [email protected] adresinden ulaşılabilir.
Kaynak: https://www.counterpunch.org/2025/07/08/proxy-war-us-regime-change-in-the-russian-federation/