ABD Amerika Kıtasını Fethedebilir Ama Dünyayı Kaybedebilir

Washington, 200 yılı aşkın süredir Amerika kıtasında bir güvenlik tamponu inşa ediyor. Rekabetin kızıştığı dönemlerde — dünya savaşları ve Soğuk Savaş sırasında önceki başkanların yaptığı gibi — bu kontrolü pekiştirme eğiliminde oluyor; çoğu zaman da Trump’ın bugün kullandığı türden zorlayıcı yöntemlere başvuruyor. Ve şunu açıkça belirtmek gerekir ki: Trump’ın politikaları gerçek tehditleri hedef alıyor.
Kasım 7, 2025
image_print

ABD başkanları uzun süredir Batı Yarımküre’ye öncelik verme, başka bir deyişle “Amerika Kıtaları Önce” ilkesini benimseme sözü veriyor. Donald Trump ise bugün bu yaklaşımı fiilen hayata geçiriyor. Pentagon Karayipler’e uçaklar ve savaş gemileri yığarken, dünya Trump’ın Venezuela’ya saldırıp saldırmayacağını izliyor. Ancak Nicolás Maduro’nun otoriter ve ABD karşıtı rejimini zorlamak, Amerika’nın yarımküresel hegemonyasını yeniden tesis etmeyi amaçlayan daha büyük bir stratejinin yalnızca bir parçası. Bu strateji hem tarihsel temellere hem de sağlam bir stratejik mantığa dayanıyor. Bununla birlikte, ciddi riskler ve yanıtsız sorularla da dolu.

Dönemin Dışişleri Bakanı John Kerry, 2013 yılında “Monroe Doktrini dönemi sona erdi” demişti. Trump ise buna uzun süredir “O kadar da değil” diyerek karşılık veriyor. İlk başkanlık döneminde, yönetimi bu iki asırlık doktrini yeniden canlandırma sözü verdi. Bölgeyi Maduro’dan arındırmayı hedefledi ancak başarılı olamadı. Trump, ikinci dönemine 19. yüzyıldan fırlamış izlenimi veren bir göreve başlama konuşmasıyla adım attı. O tarihten bu yana da yarımkürede üstünlük kurma yönünde sert bir gündem izliyor.

Yönetim, Panama’yı Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nden çekilmeye zorladı; ayrıca Pekin’in Panama Kanalı boyunca yer alan limanlar üzerindeki nüfuzunu sınırlandırmasını istedi. Trump, Arjantin’e ekonomik bir can simidi uzatarak, ABD yanlısı ve serbest piyasa odaklı hükümeti güçlendirmeyi, Buenos Aires’i Pekin’den uzaklaştırmayı hedefledi.

Beyaz Saray, El Salvador ile bir sınır dışı etme anlaşması kurdu. Meksika’yı uyuşturucu kaçakçılığı ve yasa dışı göçle mücadelede daha sert önlemler almaya yönlendirmek için askerî müdahale tehdidini kullandı. Trump, ABD’nin nüfuzuna direnen Brezilya ve Venezuela’daki hükümetleri tehdit etti; Meksika ve Kanada’ya karşı ise cezalandırıcı gümrük tarifelerini bir baskı aracı olarak kullandı. Hatta Meksika Körfezi’nin adını “Amerika Körfezi” olarak değiştirdi ki bu, ABD’nin güneyindeki bölge üzerindeki egemenliğini simgesel biçimde ortaya koyma hamlesiydi.

Bu saldırgan stratejinin merkezinde Venezuela ile yaşanan hesaplaşma yer alıyor. Trump, uyuşturucu kaçakçılığı şüphesi taşıyanlara yönelik ölümcül operasyonları artırdı. Ancak oluşturduğu donanma — yakında bir uçak gemisiyle daha da güçlendirilecek — basit bir uyuşturucuyla mücadele operasyonu için gereğinden çok daha büyük.

Trump, Maduro’yu kaçmaya zorlayacak bir baskı zirvesine doğru ilerliyor — ya da belki de rejimini zorla parçalamayı hedefleyen bir hava harekâtına hazırlanıyor. Görünen o ki, Venezuela hükümetinin devrilmesiyle birlikte yarımküredeki domino taşlarının devrilmesi umuluyor: Böylece, Rusya ve Çin tarafından desteklenen diğer iki otokrasi olan Küba ve Nikaragua üzerindeki baskı artacak ve diğer ülkeler de uyuşturucu kaçakçılarına karşı hızla sert önlemler almaya teşvik edilecektir.

Bu politika tam anlamıyla Trump tarzı: Hayranları, onun 21. yüzyıla ait “Don-roe Doktrini”ni övgüyle anıyor. Ancak bu yaklaşım, ABD’nin stratejik gelenekleriyle sıkı sıkıya bağlantılı.

Washington, 200 yılı aşkın süredir Amerika kıtasında bir güvenlik tamponu inşa ediyor. Rekabetin kızıştığı dönemlerde — dünya savaşları ve Soğuk Savaş sırasında önceki başkanların yaptığı gibi — bu kontrolü pekiştirme eğiliminde oluyor; çoğu zaman da Trump’ın bugün kullandığı türden zorlayıcı yöntemlere başvuruyor. Ve şunu açıkça belirtmek gerekir ki: Trump’ın politikaları gerçek tehditleri hedef alıyor.

Uyuşturucu kaçakçılığı Amerikalıları öldürüyor ve Ekvador’dan Meksika’ya kadar uzanan bir dizi ülkeyi istikrarsızlaştırıyor. Rusya, Latin Amerika’da ABD karşıtı diktatörleri destekleyerek bölgeye müdahil oluyor; Çin’in ekonomik etkisi ise artık Küba’dan Arjantin’e uzanan bir istihbarat ve güvenlik ağıyla tamamlanmış durumda.

Trump’ın politikaları, ABD’nin kendi yarımküresini ihmal ettiği eleştirilerine verilmiş bir yanıttır. Ancak bu politikalar, beraberinde dört keskin sorunu da gündeme getiriyor.

Birincisi, Trump’ın parlak fikirleri kötü olanlarla iç içe geçmiş durumda. ABD nüfuzunu artırmak değerli bir çabadır; ancak bunu, itibarı sarsılmış eski Başkan Jair Bolsonaro adına Brezilya’nın yargı sürecine apaçık müdahalede bulunarak yapmak kabul edilemez. Grönland ve Panama Kanalı’nı büyük güç rekabetinden korumak kuşkusuz önemlidir; fakat bunu, sadece toprak ele geçirme tehdidinde bulunarak yapmak yersiz bir provokasyon olur.

Sınır güvenliğini sağlamak ve uyuşturucu kaçakçılarına darbe indirmek savunulabilir politikalardır. Ancak sınır dışı edilenleri El Salvador’a göndermek ya da tekneleri batırmak gibi uygulamaların hukuki zemini, en iyi ihtimalle belirsizdir. ABD’nin etki alanını genişletmesi arzu edilebilir; ancak yürütmenin keyfîliğine açık bir alan yaratmak kesinlikle değildir.

İkincisi, “Amerika Önce” politikası küresel stratejik açmazları daha da derinleştirebilir. Belki de ABD ordusu, uzak Avrasya cephelerini devriye gezmek yerine Amerikan egemenliğine yönelik somut ve yakın tehditlerle mücadeleye odaklanmalıdır. ABD’nin yarımküresel hâkimiyeti, uzun süredir küresel güç projeksiyonunun temel platformu olarak işlev görmüştür.

Ne var ki, bugün itibarıyla aşırı yük altındaki Amerikan ordusu, Karayipler’deki varlığını ancak Avrupa ve Orta Doğu’daki kaynakları çekerek artırabilir. Amerika’nın kendi yakın çevresindeki konumunu güçlendirmek, denizaşırı bölgelerdeki etkisini zayıflatmadan bunu yapmak son derece zorlu bir dengeleme gerektiriyor.

Üçüncüsü, Trump ne istediğine dikkat etmelidir. Belki ABD, Maduro’nun görevden uzaklaştırılmasını ve demokrasiye sorunsuz bir geçişi organize edebilir. Ama belki de bunun yerine, bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyecek bir kaosla, hatta bir iç savaşla karşı karşıya kalırız. Trump, tıpkı İran’ın nükleer tesislerine düzenlenen bombalı saldırı sonrasında yaptığı gibi, karmaşık sorunları büyük hamlelerle çözdüğünü ilan etmeyi sever. Oysa bir rejim değişikliği, yeni bir Venezuela’ya uzanan uzun ve çetin bir geçişin başlangıcı olur; nihai çözüm değil.

Dördüncüsü, Trump yalnızca yıkmakla yetinemez; aynı zamanda inşa da etmek zorunda kalacaktır. Şimdiye dek askerî güç, örtülü müdahaleler ve ekonomik baskı araçlarını enerjiyle kullandı. Ancak bölgenin stratejik bütünlüğünü pekiştirecek pozitif toplamlı ilişkiler — yeni ticaret anlaşmaları, tedarik zinciri ortaklıkları, diplomatik ve güvenlik düzenlemeleri — kurmak için yeterli çabayı göstermedi. Zorlayıcı taktikler manşetlere taşınabilir. Fakat Trump’ın “Amerika Önce” politikasını sahada gerçek bir stratejiye dönüştürmek ve parçalanmakta olan dünyada Batı Yarımküre’yi güvenli bir sığınak haline getirmek için daha güçlü iş birliği bağları hayati önem taşıyor.

 

Kaynak: https://www.aei.org/op-eds/the-us-may-conquer-the-americas-but-lose-the-world/

SOSYAL MEDYA