Suriye Devrimi: Dünya Solu Sınıfta Kaldı

Uluslararası solun görevi, Suriyeli direnişçilerin kaçınılmaz olarak dini aşırılığa yöneldiğini varsayarak onları desteklemek ve güçlendirmek değil midir? Suriye’de – rejim tarafından bu kadar çok insanın katledildiği bir ülkede – protestocuların tamamının İslamcı köktendinciliğe mahkûm olduğu düşüncesi, Arapların “geri kalmışlığına” dair Batı emperyalizminin vahşi mantığından beslenen ırkçı bir sınıflandırmanın yansımasıdır. Oysa radikal solun mücadelesi, sözde tam olarak bu düşünce biçimlerine karşı olmalıdır.
Aralık 16, 2024
image_print

Suriye devrimini detaylı bir şekilde ne zaman incelemeye başladığımı hatırlamıyorum. İlk yıllarında, soldaki yaygın kaynaklardan bana aktarılanları sorgulamadan kabul ettiğimi biliyorum. Oldukça tipik bir bakış açım vardı: Esad, tüm hatalarına rağmen, Nasır gibi figürlerden miras kalan ilerici bir pan-Arap milliyetçiliğinin seküler bir lideriydi ve rejimi, Suriye’yi kuşatan IŞİD benzeri zehirli dini aşırıcılığa karşı son direnişti.

Ancak, meseleyi daha derinlemesine araştırdıkça ve rejime karşı ölüm kalım mücadelesi veren Suriyeli aktivistlerin anlatılarını dinledikçe, çok farklı bir tablo belirmeye başladı. Esad’ın ‘seküler’ kimliğine rağmen, devrim patlak verdiğinde IŞİD’in önde gelen üyelerini hapishanelerden serbest bıraktığını öğrendim. Bu hamle, devrimi dini köktendincilikle zehirlemek içindi. Ancak daha da önemlisi, yüz binlerce masum sivili bombalayarak katletmesini meşrulaştırmak için bunu yaptı; böylelikle kendi zalim iktidarını “Müslüman aşırıcılığına karşı bir savaş” söylemiyle örtbas edebilecekti. Şimdi bunu daha önce nerede duymuştuk?

Batı’da radikal sol içerisinde Suriye halkının seslerini duyan ve devrimin tarihini gerçekten anlamaya çalışan çok az kişi vardı. Bunlardan biri dostum ve yoldaşım Louis Proyect’ti. Gerçek bir Marksist olan Proyect, analizlerinde halkların kendi kaderini tayin hakkını merkeze koyardı; ister Suriye’de, ister Ukrayna’da, ister Nikaragua’da olsun. Kavgacı, huysuz ve bir o kadar da parlak tarzı sayesinde Marksizm, “işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olabilir” ilkesine sadık kaldı.

Louis Proyect için -tıpkı Marx için olduğu gibi- özgürlük, yukarıdan bahşedilecek bir şey değildi; özgürlük, onun uğruna mücadele ederken eylemin kendisiyle var olan bir şeydi. Ancak solun birçok kesimi bu derin ve insani noktayı unuttu. Pek çok kişi, Putin gibi katil diktatörleri, Amerikan kapitalizminin yarattığı dehşetlere karşı bir panzehir olarak gördü. Tıpkı, 1956’da Macaristan’da işçileri ve öğrencileri ezen Sovyet tanklarını insanlığın özgürleşme tarihinin ilerlemesi olarak gören seleflerinin yaptığı gibi.

Bu zihniyet elbette Suriye analizine de yansıdı. Solun önde gelen isimleri, Esad’ın halkına karşı yürüttüğü savaşın bir devrimin bastırılması değil, İslami köktendinciliğe karşı bir mücadele olduğunu iddia etti. Slavoj Žižek gibi gösteriş meraklısı şarlatanlardan Noam Chomsky gibi vicdanlı isimlere kadar pek çok kişi, Suriyeli kitlelerin kaçınılmaz olarak en gerici İslamcı köktendinciliğin pençesine düşeceğine inandı.

Bu isimler, Esad’ın zulmünden bahsetseler bile anlatı hiç değişmedi: yüz binlerce Suriyelinin ölümü, Batı emperyalizminin desteklediği köktendinciliği yok etmek için ödenen “yan zarar” olarak kabul edildi. Bu durum üzücü çünkü Gazze’de Filistinlilerin öldürülmesini meşrulaştıran İsrail’in söylemi de aynı: “Onların hepsi terörist, hepsi Hamas.” Uluslararası solun Filistinlilere gösterdiği asil savunma, hiçbir zaman Suriyelilere taşınmadı.

Araştırmalarım sonucunda Esad’a direnenlerin tamamının köktendinci olmadığını öğrendim. Birçoğu siyasi olarak seküler bir duruş sergiliyor ve Suriye’de ilk özgür sendikaları kuruyordu. İsyancıların 2013’te büyük bir öfkeyle IŞİD’i Suriye’den kovduklarını da öğrendim. Ancak isyancıların IŞİD’le özdeşleştirilmesi, bu gerçekleri gölgede bıraktı. Leninist bir bakış açısıyla, her büyük devrimde çeşitli eğilimler ve mücadeleler bulunur. Uluslararası solun görevi, gerçekten radikal unsurları desteklemek ve gerici unsurlara karşı bu mücadeleleri teşvik etmektir. Bu açıdan Suriye, ne yazık ki yalnız bırakıldı.

Suriye’de şimdi ne olacağını bilmiyorum. HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) El Kaide ile güçlü bağları olan Cebhet el-Nusra’nın bir uzantısı olduğunu biliyorum. Bu yapı, siyasi olarak El Kaide’den evrilmiş olsa da aynı zamanda El Kaide bağlantılı unsurları bastırarak daha çoğulcu ve seküler bir mücadele olasılığını gündeme getirdi.

Belki de HTŞ, devrim içindeki daha geniş ve demokratik eğilimlerin baskısıyla sola doğru itildi. Ya da belki, dini bir diktatörlük kurmak amacıyla bu yolu bir örtü olarak kullanıyor. Bilmiyorum. Ancak ikinci ihtimal doğruysa, HTŞ’nin gerici doğasını gizlemek için daha demokratik bir yüzle kendini göstermeye çalışması, Suriye devriminin derinlerinde hâlâ radikal ve demokratik eğilimlerin var olduğunun bir kanıtı değil midir?

Bir kez daha uluslararası solun görevi, bu eğilimleri desteklemek ve güçlendirmek değil midir? Onları basitçe reddetmek yerine, Suriyeli direnişçilerin kaçınılmaz olarak dini aşırılığa yöneldiğini varsaymak yerine. Suriye’de – bir hükümet tarafından bu kadar çok insanın katledildiği bir ülkede – protestocuların tamamının İslamcı köktendinciliğe mahkûm olduğu düşüncesi, Arapların “geri kalmışlığına” dair Batı emperyalizminin vahşi mantığından beslenen ırkçı bir sınıflandırmanın yansımasıdır. Oysa radikal solun mücadelesi, sözde tam olarak bu düşünce biçimlerine karşı olmalıdır.

Gerçek şu ki, Esad’ın soykırıma varan zulmüne dikkat çeken ancak aynı zamanda ona karşı direnenlerin Batı emperyalizminin yarattığı köktendincilikten ibaret olduğunu iddia eden solcular, Ukrayna için de aynı tutumu sergiliyor. Rus emperyalizminin kanlı baskısına karşı savaşan Ukraynalı halkın kendi kaderini tayin hakkını yok sayarak, onları sadece Batı’nın ve ABD’nin vekilleri olarak görüyorlar.

George Galloway ya da Tariq Ali gibi solun aristokratik figürleri – ya da diğer “ÇOK ÖNEMLİ KİŞİLER” – ne kadar tarihsel büyüklüklerine ve önemlerine kapılsalar da, bu anlatıya inanmayın. Bunlar, 1956’da Macaristan’da işçileri ve öğrencileri ezen Sovyet tanklarını bir “ilerleme” olarak satan seleflerinin Stalinist fikirlerinin modern versiyonunu size satıyorlar.

Bu insanlar, mücadele ettiklerini iddia ettikleri halkların çok üstünde olduklarını hissediyorlar. Böyle bir inançsızlık, kaçınılmaz bir sonuçtur; çünkü kendilerini o “uzaklardaki” insanların mücadelesinden ayrı, çok daha üstün bir yerde görüyorlar.

 

  • Tony McKenna:  Al Jazeera, Salon, The Huffington Post, ABC Australia, New Internationalist, The Progressive, New Statesman ve New Humanist gibi platformlarda yazıları yayımlandı. Kitapları arasında Sanat, Edebiyat ve Kültürün Marksist Perspektifi (Macmillan), Diktatör, Devrim, Makine: Joseph Stalin’in Politik Bir Değerlendirmesi (Sussex Academic Press), Sonsuzluğa Doğru: Tarih ve Sanat Üzerine Radikal Düşünceler (Zero Books), Marksizme Karşı Savaş: Yeniden Nesnelleşme ve Devrim (Bloomsbury) ve Suların Yüzü (Vulpine) bulunmaktadır. Kendisine Twitter üzerinden @MckennaTony adresinden ulaşılabilir.

 

Kaynakhttps://www.counterpunch.org/2024/12/13/on-the-syrian-revolution/

Çeviren: Yavuz Aslan

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Yazdır