Yaslı Duvarlar Önünde, Yeniden…

İnsanın en büyük yanılgısı ve başkaları için en ürkütücü tehdit hali, ortak bir şeyin ev sahipliği davranışıdır: Din Tanrı devlet vatan millet lider akıl bilim özgürlük eşitlik demokrasi çağdaşlık vd.. Bu ‘iyi’ kavramların etrafında kurgulanmış ev sahiplikleri de, insanlığı yine ve yeniden, hem de kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretildiği bir bağlamda bir kez daha yabancılaştırmaktadır.
Ekim 1, 2024

Sesli Makale:

 

Dostlarımız geldi hafif danslar geldi
Şeker verdik aslan yeleleri aldık kırk kapı açtık
Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü
Kırk odanın içinde güzel aslanlar güldü
Sen güldün Asya güldü hafif danslar geldi

Dostlarımız geldi sağlam izleri var karda
Yapacaklarının yapılabileceği iyi öğretildi onlara
Ve sağlam kutular içine koydular gölgelerini

Yanlış bir dağın altından yanlış bir su çıkarsa
Kaybolursa taşlar içinde taşlar getiren taş bir bulut
Eşkiya heybesinde çizgili kayığa asıl
Merhametin bildik kaynağı eşkiyalar
Kıldan ince çarpık bilgileri unut
Sessiz derin sonsuz yaslı duvarlar önünde
Türküler içinde en şen en senin olanı söyle

(Sezai Karakoç/Tahta at)

 

Manevi ‘özel mülkiyet’

Marxizm yenildi. Ama Marx bazı konularda  haklı çıktı. Hind kast sistemi, Aryan-Avrupa merkezli insan ve toplum algısı, Yahudi materyalizmi ve zerdüştlükten mülhem ebedi çatışma ve ilerlemeci tarih felsefesine hapsederek çözümlese de Marx’ın kapitalizm kritiği hala aşılabilmiş değil. Özellikle genç Marx’ın kafa yorduğu daha özsel insani trajedilerin mesela yabancılaşma ve efendi-köle diyalektiğinin praksis içinde çözümlenmesi Marx’ı hala ayrıcalıklı kılıyor.  

İnsanın içindeki kötülüğün saçılmasını sağlayan somut bir neden olarak üretim ilişkilerindeki eşitsiz gelişme ve bu ilişkilerin yol açtığı yabancılaşma, en azından bir çok sorunun kökenine dair somut bir açıklama getiriyor. İnsanın doğaya yabancılaştıkça kendine yabancılaşmasının kapitalist üretim ilişkileri içinde kendi emeğine, emeğinin ürünlerine yabancılaşması olarak belirmesi, Marx’ın öncelikli sorunuydu. Bunun özel mülkiyet kavramı üzerinden çözümlenmesi, kapitalist ekonomi politiğin bam teline vurgu yapıyordu.; ‘Özel mülkiyet, yalnızca insanların değil, şeylerin de bireyselliğini yabancılaştırır. Toprağın toprak rantıyla, makinenin kârla hiçbir ilgisi yoktur.’

Üretim araçlarının özel mülkiyetini bugün insanlığın kolektif birikimi, toplumun ortak değerleri, siyasalın ortak aklı olarak genişletip derinleştirerek görüp, yabancılaşmayı hatta sömürüyü yeniden düşünmek mümkün. Çünkü artık, insan haklarının Avrupa’yla, demokrasinin Amerika’yla, sosyalizmin Rusya’yla, Çin’le; islam’ın İran’la, kurumsal dincilikle;  Museviliğin Yahudilerle ilgisi kalmamıştır. Çünkü Türk milliyetçiliğinin tabii Türk’le, Kürt milliyetçiliğinin tabii Kürt’le, solcuların solculukla, çağdaşlığın, Cumhuriyetçiliğin Kamalistlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yeni tip yabancılaşma, kolektif değerlerin, kimliklerin, kavramların ve hatta duyguların yeni tip özel mülkiyet formu içinde belirli zümrelerin kozmik çıkarlarına tapulanması söz konusudur. Ve bu yeni sömürgen ilişki artık birey ve toplulukları, halkları ve tüm insanlığı en başa, en ilkel olan, efendi-köle ilişkilerinin en dolaysız haline mahkûm etmiştir. Artık her ortak değerin, inancın, kimliğin ev sahipleri vardır ve geri kalanlar bu mülk sahiplerine köle yazıldıkça asgari yaşam hakkı elde etmektedir. Artık bu manevi üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayanları razı olunmuş, meşrulaşmış her tür ayrımcılık, ötekileştirme, zulüm, katliam, yok oluş beklemektedir. Artık her aidiyet, mensubiyet her kolektif mülk, onun ev sahiplerinin çizdiği sınırlar ve tarif ettiği kurgular içinde anlam kazanmaktadır.  Filan saati takınca, falan kıyafeti giyince, falan içeceği içince mutlu, üstün, ayrıcalıklı, özel olduğunu vaz eden reklam dilindeki gibi, falan düşünüş veya davranışı gösterince, falan kelime ve kavramı sahiplenerek konuşunca da o kolektivitenin mensubu olarak ‘o’ kimliğin ev sahibinin tarlasında, onun koruması ve insafıyla hatta rızıklandırmasıyla yaşayan ev zencisi tarzı gelişmiştir. Ve bu yeni sömürgen ağın da tıpkı klasik kapitalist yabancılaşma gibi, her bir bölümünde hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir ve herkes kendini ait hissettiği hatta uğruna kavga ettiği hiçbir değer, kavram, yaşam tarzıyla sahici bir ilgi ve bağ sahibi değildir.

İnsanın en büyük yanılgısı ve başkaları için en ürkütücü tehdit hali, ortak bir şeyin ev sahipliği davranışıdır: Din Tanrı devlet vatan millet lider akıl bilim özgürlük eşitlik demokrasi çağdaşlık vd.. Bu ‘iyi’ kavramların etrafında kurgulanmış ev sahiplikleri de, insanlığı yine ve yeniden, hem de kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretildiği bir bağlamda bir kez daha yabancılaştırmakta, insanlığından, aklından, emeğinden, imanından, tarihinden yani tözünden arındırıp savunmasız kılmaktadır.  ‘En kötü, en iyinin kötüye kullanımıdır.’  (Schopenhauer).

Yeni sömürü ağı

Bugün insanlığın yaşadığı yeni teknoloji çağının iletişim imkanlarıyla eski dünyanın sınırları çözülürken, çok daha karmaşık ve fakat bireysel sınırlar örülmektedir. Öyle ki, tam da Marx’ın kaygılandığı düzeyde artık her bireysel sorun, her toplumsal sorun, tamamen evrensel ve tarihsel bir sorunun yani tüm insanlığın ortak sorununun ürünü olarak belirmektedir.

‘Gelir dağılımı adaletsizliği’ diyerek hafifletilip benimsetilen ve kökündeki özel mülkiyet sorununa yabancılaştırılan yoksulluğun sosyal yardımlarla katlanılabilir düzeyde tutulması gibi; uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, fuhuş, cinsi sapıklık, ırkçılık, göçmen düşmanlığı, İslamofobi, Siyonizm, şekilci kaba dincilik gibi insan altı davranış ve düşünüş biçimleri de farklılık-çoğulculuk-özgürlük gibi önemli-meşru kavramların istismarıyla katlanılabilir kılınmakta, bu insanlık dışı düşkünlükler, insanlığın kadim değerlerinin tahribini sağlayan aşağılık yaşam tarzları ve düşünce tarzları, kökündeki küreselleşmiş sistemle bağını saklayarak insanlığa mobbing tarzında dayatılmaktadır. Oysa yoksullukla göçmenlik, pornografiyle münafık dincilik, ırkçılıkla putperestlik, islamofobiyle cinsel sapkınlıklar, üretim araçlarının özel mülkiyetini sağlayan o şeytani ilişkiler toplamının sistematik egemenliği içinde birlikte üreyen, teşvik edilen ve birbiriyle bağlantılı bir amalgamdır. Hepsi aynı küresel dalga boyu içinde biteviye teşvik edilen kötülük türleridir.

Bütün bu düzeneğe topyekün ve kökten itiraz etmeyen, bu sistematik ağın bütününü görmeyen her bakış, kör veya şaşıdır ve ne siyaseti ne ekonomiyi ne jeopolitiği ne felsefeyi ne de dini doğru kavrayamaz. Kendisine dayatılmış, öğretilmiş çeşitli kimlikleri, fetişleştirilmiş, tabulaştırılmış kavramları, kişileri, liderleri, uydurulmuş etnik dini mezhebi ideolojik kimlikleri put yapıp tapan hiç kimse, ne asgari insanlık değerleriyle, ne tarihsel tabii kimliklerle ne de toplumsal-ulusal ortak aidiyetlerle doğru ve sahici bir bağ kuramaz. Çünkü, ‘En kötü, en iyinin kötüye kullanımıdır.’

Çünkü, iyi varsaydırılan her kavram veya kimlikle aynı şeytani düzeneğin basit bir aparatı, hatta proxy askeri olarak kötüye hizmetçi kılınmıştır. Putları ise artık alınıp satılabilen bir maldır. Ve daha kötüsü, bunun farkında bile değildir. Ve Marx şurda da haklıdır: ‘para insanın tüm tanrılarını alçaltır ve onları birer emtiaya dönüştürür’. Artık manevi değerler, gelenekler, ahlaki ilkeler, kadim inançlar, sosyal-siyasal aidiyetler, bireysel kimlikler de alçaltılmış birer emtiadır.

Bu durum artık bir değer erozyonunun ötesinde insan tözüne dair ciddi bir evrensel düşkünlük sorunudur.

Oğuz Atay. ‘Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız.”  der,Tutunamayanlar’da.

Albert Camus, Alman umutsuzluğunun değer konsensüsünün çöküşünden geldiğini savunurken: “Artık tüm bu adamlardan hem ortak hem de üstün olan, birbirlerini yargılamalarının mümkün olacağı herhangi bir değer standardı yoktu.” der.

Değer standardı yoksa, karmaşa ve kaos vardır ve insanlar birbirini yiyerek yaşayan zombilere, yamyamlara dönüşmüştür.

Patokrasi; Kolektif cinnet

‘Utanma ve adalet’ barınacak yer bulamamıştı. Başlangıçta iyi olan her şey bozulmaya başlamıştı. (Hesiodos/işler ve günler-tanrıların doğuşu)

Bu ahvalin siyasal tanımı patokrasidir. Patokrasi, toplumu psikolojik bozukluklar üzerinden yönetme biçimidir ve sadece Türkiye değil, tüm dünya şu an bir patokrasi hegemonyası altındadır. Soğuk savaş sonrası içine girilen postmodern girdap, yani anlamsızlık, amaçsızlık, değersizlik ve buna karşın herkesi esir alan para, mal, kâr hırsı ve her tür şehvet patlaması, özünde insanlığın Adem tözüne yabancılaşmasının yani aslında ontolojik bir hastalığın semptomlarıdır. Her bir insan tekinin Maslow piramidindeki temel ihtiyaçları-güvenlik-barınma, beslenme-için uğraş vermesi, namerde muhtaç olmamak için birikim yapması, daha sonra estetik, felsefe, maneviyat arayışı içine girmesi, sosyalleşmesi, eğlenmesi, dünyevi zevkleri tatmaya çalışması normal davranışlardır. Ama bugün egemen olan bu normalin anormal bir azgınlık sebebi haline gelmesi, doymak bilmez bir iştah ve ihtiras halinde her şeyi tahrip ederek insanları esir almasıdır. Şehvet, hiç bu kadar temel içgüdü olmamıştı. Bunun ana nedeni kapitalizmdir. Doymak bilmez kazanma hırsıdır. Sistematik sömürü mekanizmasıdır.

Üretim araçlarından sonra bütün insani, moral, manevi değerlerin de özel mülkiyet konusu yapılması, birey ve toplumları freni olmayan bir şehvetin hazzıyla sarhoş edip birbirine düşüren yeni bir kölelik düzenine hapsetmiştir. Ve bu artık sadece egemen sınıfların değil, ezilenlerin de  suçudur. “Çanta çalmak bir suç, servet çalmak bir cüret, taht çalmak ise yücelik göstergesidir. Suç büyüdükçe kabahat küçülür.” (Friedrich Schiller). Suç tabana yayıldıkça da kabahat tamamen ortadan kalkar. Bugün iyice büyümüş ve yayılmış suçları işlemek için yarışan milyonlarca insan, aynı zamanda bunları kabahat olmaktan çıkararak ortak bir günah denizinde buluşmuş, ‘herkes’leşmiştir. Herkes aynı, herkes böyle, herkes yapıyor. O halde artık kötülük normaldir. ‘Herkes’, artık insanlık durumuna, insanlaşma sürecine yabancılaşmanın motivasyon kaynağı ve mazeretidir.  İnsan doğası, insanlık tözüne bir kez daha yabancılaşmıştır. Ama bu defa ilkinde, -Âdem öyküsünde- dram, ikincisinde trajedi olarak.

Bu çağı Aldoux Huxley ‘Cesur yeni dünya’da derin bir anlamsızlaşma olarak resmeder. George Orwell’in 1984’ünde her şeyin karşıtına dönüştüğü, iyiye kötü kötüye iyi dendiği, bu telkinlerle insanın büyük biraderin ürkütücü yönetimine sokulduğu distopik dünyasına karşın, Huxley, iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın, hatta bizatihi herhangi bir değer sisteminin olmadığı, insanların bu kavramları bile bilmediği bir dünya resmeder. Tamamen afazik, felç olmuş bir akılsızlık, idraksizlik, imansızlık temelli tuhaf bir şehvet çağıdır bu. Utanma duygusunun olmadığı, daha doğrusu utanç duyacak hiçbir ölçünün bilinmediği hafızasız, Androidleşmiş yığınların birbirini yediği bir kaos çağı. Bu dünyada herkes herkese düşmandır. Herkes rakiptir. Herkes birbirinin ötekisidir. İnsana düşmanlığın bu kadar yaygın olduğu başka bir çağ yoktur. Herkes insanlıktan nefret eder hale gelmiştir. Mizontrapi (insan-sevmezlik), patokrasinin en belirgin semptomudur. Eğer Ademi kıskanan İblis anlatısına inanmıyorsanız, bu nefreti açıklamak imkansızdır. İblis sözünde durmuş ve insanın kan dökücü, bozgunluk çıkarıcı bir yaratık olduğu iddiasını ispat etmiş gibidir. (Ama sadece gibidir. Çünkü tarih boyunca her helak saatinde daima bir Âdem nefesi, bir nübüvvet ilhamı nöbette bekler.)

Bu ürkütücü kaos çağı şimdi yeni teknolojik dijital devrimle, yapay zekayla, sofistike silahlarla, transhümanizm gibi insansız dünya arayışlarına dair teorilerle daha da derinleştiriliyor. Sıradan insanların birer cep telefonuyla paralel bir dünyaya sokulup yönetildiği, yeniden kurgulanıp üretildiği, daha önce örneği olmayan bir çok şeyin ilk defa yaşandığı gerçekten ürkütücü bir dünyadayız artık. Adeta tarihin bütün helak meselleri, ürkütücü masalları, korku hikayeleri, kıyamet anlatıları, kaos mitolojileri hep birlikte hortlayıp insanlığın üzerine fırtına estiriyor. İnsan iradesini felç eden, insanları edilgen böceklere dönüştürüp her şeye gönüllü razı eden bu dünyanın ilk küresel deneyini pandemi projesiyle tadan insanlık, şimdi de aynı gönüllü kulluk davranışını bir başka korkutucu söylenti olan iklim değişikliği ve politik pandemi denebilecek dünya savaşı söylentileriyle yaşamaya hazırlanıyor. Küresel iklim değişikliği ile, 3. Dünya savaşı ile korkutulan ülkeler, devletler, toplumlar ve bireyler artık verilen her talimatı sorgusuz kabul edip gönüllü olarak benimseyecekleri bir düşünme, inanma ve davranış moduna hazırdır. Gönüllü kulluk, bencillikten beslenen rıza üretimi teknikleriyle sağlanır. Bencillik, yani bireysel çıkar abartısı, ölüm korkusu, sağlık tapınısı, gelecek kaygısı, güce tapmak ve tabi sınırsız şehvet tatmini, gönüllü kulluğun semptomlarıdır. Bu bir tür bireysel Self kolonizasyondur.

Kaotik yeni dünya; sahte cennetler

20.yüzyıl boyunca iki dünya savaşıyla kötürümleştirilip kıvama sokulan insanlık, soğuk savaş tiyatrosu boyunca Amerika’nın atom bombasıyla veya Sovyet tanklarıyla korkutulup kafeslere alınmıştı. Yine de olan biten herşey için iyi veya kötü adresler belliydi. Kapitalist dünyaya karşı, Asya’nın, İngiliz ekonomi politik sistemine devlet kapitalizmi -sosyalizm- kılıfıyla dahil edilen doğu bloku, bir kurtuluş reçetesi olarak sunulan sosyalizmle dünyanın yarısını afyonlamıştı. (Rusya, hala bunun ekmeğini yiyor.) Öte yandan komünizm korkusuyla batı dünyası hür dünya olarak tanımlanıp NATO şemsiyesiyle bu korkudan korunacakları kafeste tutulmaktaydı. Ama Orwellyen bir dünyaydı ve en azından her olayın bir faili, sorumlusu, iyi ve kötü aktörleri, figüranları, nedenleri vardı. Yani insan beyninin fiziki algılarına uygun bir dünya idi. Şimdi işte bu alışıldık fiziki dünya silikleşti, flulaştı. Savaşların, işgallerin artık somut bir nedeni bile yok. Pandeminin bir faili yok. İklimi kim neden değiştiriyor belli değil. 3. Dünya savaşı kimler arasında ve niçin patlayacak, bilinmiyor. Ama her an her şey olabilir. Filmlerde, dizilerde, bilgisayar oyunlarında bile artık iyi ve kötü, doğru ve yanlış yok, fail yok, özne yok, baş yok son yok. Anlamlı bir hikâye bile yok. Her şey belirsiz veya karmaşık. Yeni doğan çocuklar, işte bu dünyaya geldiler ve tarihte olmayan böyle bir dünyada büyüyecekler. Tarihi bile farklı bir hikâye olarak öğrenecekler. İnsanlığın ortak hafızası artık yok. Her ulusa, her dine, her kavme, topluluğa, örgüte, şirkete, futbol takımına, şehre, hatta bireye farklı bir tarih yazılıyor. Yüz yıl öncesine kadar farklı manalara gelen etnik, dini, mezhebi kavramlar bugün yeniden tanımlanarak insanlığı, toplumları, bireyleri ayrıştıran birer sınır mayınları olarak tarif ediliyor.

Geçen yüzyıla kadar ezilenlerin gözünden dünyayı okumak ve egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden her tür siyasi ekonomik sosyal kültürel politikayı ve gerçekliği eleştirerek aşmak, ancak köklü bir devrimle mümkündü. Ne var ki, yeni teknolojik devrim yani dijital çağ ve getirdiği yeni metaverse dünyasında artık bu bir hayal. Çünkü kapitalist sistemin yeni versiyonu bizatihi ezilenleri de burjuvazi kadar suç ortağı yaparak temellük etti. Artık sıradan her insan birer burjuva gibi yaşamanın peşinde ve gözü kulağı beyni başka hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Devlet imkanlarını, fizik ekonomiyi, sosyal ilişkileri zehirleyen bu sahte cennet tahayyülü herkesin hemen şimdi yaşayabileceğini zannettiği bir amaç oldu. Ortada artık efendi-köle çatışması değil, köleliğin efendi taklidiyle yetindiği sahte cennetler var. Heyhat, zincirler bile afyon oldu. Komünizm de nihayetinde sahte bir dünya cenneti hayaliydi ve insanlar bu devrimle gelecek dünya cenneti veya dinlerin öte alemindeki cenneti yerine kapitalizmin vadettiği ‘hemen şimdi’yi tercih etti. ‘Perseus, avladığı canavarlar kendisini görmesin diye sihirli bir miğfer giyerdi. Biz ise, canavarların varlığını görmemek için, sihirli miğferi gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz.’ ( K. Marx)

Yeniden ve sahici öze dönüş

Şimdi, bu yeni sistematik düzeneği çözümlemek için bütüncül bir teorik bakış gerekiyor. Dünyanın her yerinde genç kuşakların aynı tip yaşam tarzı, tipoloji, kıyafet ve hobilere ilgi duyarak her şeye duyarsızlaşması ile Gazze’de çocuk öldüren katillerin  teolojisi arasındaki bağı, Mozambik’te çöp dağlarında yaşayan binlerce insanla Londra borsası arasındaki ilişkiyi, Çin’de çipli düzene geçilmesi ile alkol ve uyuşturucunun yaygınlaştırılması, köylerin boşaltılıp insanların milyonluk şehirlerde istif edilmesiyle  cinsel sapkınlıkların, sebepsiz eğlencenin yani Hind dalitlerinin çingene yaşam tarzının özendirilip dayatılması, covid19 virüsünün yayılması ile Aryan politikaları gereği Şii İran’ın önünün açılıp Irak’ı, Suriye’yi, Yemen’i, Lübnan’ı katletmesine müsaade edilmesi, Rio karnavalı ile Hindistan’ın özenle gizlenip büyütülmesi, narko terör, sanal kumar ve finans oyunları ile asimetrik savaş çeteleri, ABD’nin başkanlığı için bir pedofil bunakla bir delinin yarışması ile Vatikan’da papazların çocuklara tecavüz etmesi arasında; tıpkı ekmeğin fiyatı ile emeğin değeri arasında kurulan bağ gibi bağ kurabilen yeni bir teori gerekiyor.

Şimdi bu yeni çağın dijital illüzyonu diyalektik kavrayışla yeniden yorumlanmalı, sistematik analiz yöntemi güncellenerek yeni çağ ve gelecek kurguları analiz edilmeli. Ama artık Hindo-Aryan kast sisteminden mülhem sınıf savaşına indirgenmiş ekopolitik çelişkileri daha geniş bir bağlamda, bizatihi insan ontolojisi ve haysiyeti temelinde, bizzat bir insan oluş amacı için, yeniden tartışılmalı. Başlangıçta iyi olup sonda bozulmuş olanı gömerek, yeniden doğacak olana dair düşünmek gerekiyor.

Marx, insan doğasının yabancılaşmasını Yahudi üniversalizmi ve Zerdüşt dikotomisine yaslanıp Hristiyan Avrupa’dan intikam alma iç güdüsüyle çözümlemiş, insan tözüne dair cevheri atlamıştı. Şimdi insan doğasının vahşiliğine karşı insan tözündeki cevheri geri çağıran, Âfaki ve enfüsi bütünsellikten bakan, hayatın ve ölümün yaratıcı döngüsünü gören, iyinin kötü için istismarını engelleyen, adaletin, aklın ve erdemin hukuk halinde egemenliğini savunan yeni bir üniversalizm ve yeni bir diyalektik değişim rüzgarı gerekiyor.

“Yasanın egemen olmasını isteyen kişi, başka hiçbir şeyin değil, yalnız Tanrı’nın egemen olmasını istiyor demektir; bir insanın egemenliğini isteyense, bir vahşi hayvanı; çünkü yöneticileri yoldan çıkaran, vahşi hayvandakilerle aynı tutkulardır.” (Aristoteles, Politika,)

Artık bu vahşi insanların hayvani tutkularını egemen kılan kötü dünyanın cahiliyye bataklığına damardan neşter atıp, bütün sorunları, bütün sorunların köküyle birlikte düşünüp tartışmanın zamanı gelmiştir. İnsanlık düzeyinde bir tefessüh varsa, insanlık düzeyinde bir çıkış bulunmalıdır. ‘Ey insan, seni savunuyorum sana karşı’ (Nuri Pakdil)

Şimdi, iyi insanların yorgun, karamsar, ümitsiz yaslı duvarları önünde, zamanın perçeminden tutup, eşkıya heybesindeki çizgili kayığa asılma vaktidir.

Ahmet Özcan

Ahmet Özcan: Nüfus kaydı ismi Seyfettin Mut. İ.Ü. iletişim fakültesi mezunu (1984-1993); yayıncılık, editörlük yapımcılık ve yazarlık yaptı. Yarın yayınları ve haber10.com haber sitesinin kurucusu. Ahmet Özcan, yazarın müstear ismidir. -Yer aldığı Dergiler: İmza (1988), Yeryüzü, (1989-1992), Değişim (1992-1999), haftaya bakış (1993-1999), Ülke (1999-2001), Türkiye ve dünyada Yarın (2002-2006) Yayımlanmış Kitaplar: -Yeni bir cumhuriyet için- -Derin devlet ve muhalefet geleneği- -Sessizlik senfonisi- -Şeb-i Yelda- -Yeniden düşünmek- -Teolojinin jeopolitiği- -Osmanlının Ortadoğu’dan çekilişi- -Açık mektuplar- -Davası olmayan adam değildir- -İman ve İslam- -Yenilmiş asilere çiçek verelim- -Tevhid adalet özgürlük- -Devlet millet siyaset.
Kişisel web: www.ahmetozcan.net

SOSYAL MEDYA

Bakmadan Geçme