21. Yüzyılda Etki Alanları: Modası Geçti mi, Gerekli mi?

19. yüzyılın devlet adamları gibi realistler, çok kutuplu bir dünyada büyük güçlerin hâkimiyetinde coğrafi etki alanlarının olacağını ve Mackinder’ın sözleriyle, umut edilebilecek en iyi şeyin dengeli bir insanlık küresi olduğunu kavrarlar. Bu kişilerin bize miras bıraktığı neredeyse bir yüzyıllık küresel barış, siyaset yapıcılarımızda kibir değil, alçakgönüllülük uyandırmalıdır. Etki alanları ve güç dengesi, modası geçmiş bir geçmişin kalıntıları değil; ustalıkla kullanıldığında yıkıcı savaşları önleyebilecek araçlardır.
Kasım 12, 2025
image_print

Başkan Donald Trump’ın dış politikası, görünüşe göre etki alanları ve bu alanlar arasında eşit bir güç dengesi fikrine dayanmaktadır. Her iki kavramın da köklü bir tarihî geçmişi vardır. Trump, Batı Yarımküre’nin güvenliğine öncelik vererek ve Rusya ile Batı ve Orta Avrupa ülkelerinin Ukrayna ve genel olarak Doğu Avrupa’ya, Amerika Birleşik Devletleri’nden daha fazla ilgi duyduğunu kabul ederek Monroe Doktrini’ni yeniden canlandırmıştır. Ayrıca, 21. yüzyılda değişen küresel güç dengesi göz önüne alındığında, Hint-Pasifik bölgesinin ABD’nin güvenliği açısından Avrupa veya Orta Doğu’dan daha önemli olduğunu da kabul etmektedir.

Küresel güç dengesindeki değişim, en açık biçimde Çin ve Hindistan’ın yükselişiyle kendini göstermektedir; bu gelişme, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki Atlantikçiler tarafından kabul edilmemektedir. Trump yönetimi, soyut değerlere vurgu yapan Wilsoncu doktrini haklı olarak bir kenara bırakmış ve onun yerine somut ulusal çıkarlara odaklanan dış politika gerçekçiliğini benimsemiştir. Amerikan kanı ancak isteksizce dökülmeli ve Amerikan hazinesi yalnızca somut Amerikan çıkarlarına hizmet etmek amacıyla ve idareli bir şekilde harcanmalıdır. Amerika Önce dış politikası tam olarak budur.

Sir Halford Mackinder, küresel jeopolitik konseptine dair son büyük yinelemesini 1943 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlayarak, “muson güçleri” olarak adlandırdığı Çin ve Hindistan’ın yükselişinden söz etmiş, bu güçlerin etki alanlarına dayalı dengeli bir insanlık küresi yaratmasını umduğunu ifade etmiştir. Mackinder, bundan yirmi yılı aşkın süre önce, Versailles’daki devlet adamlarına I. Dünya Savaşı’nın yıkımının ardından kalıcı bir barış inşa etme çabalarında rehberlik etmek amacıyla Democratic Ideals and Reality (1919) adlı eserini kaleme almıştı. Mackinder’ın Batılı devlet adamlarına tavsiyesi, demokratik ideallerini jeopolitik gerçeklikleri anlayarak yumuşatmaları yönündeydi. Ne var ki, bu tavsiyeye kulak verilmemiş ve yirmi yıl sonra çok daha yıkıcı bir küresel savaş yaşanmıştır.

Mackinder’ın jeopolitik yaklaşımı, 1815’te Napolyon Savaşları’nın sona ermesiyle I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi arasındaki döneme atıfta bulunuyordu. Bu dönemde büyük güçler görece üstünlükler için mücadele etmiş, görece küçük ve kısa savaşlar yapmış, devrimleri bastırmış ve küresel çatışmalardan kaçınmak için diplomasiyi kullanmışlardı. Elbette, 1861’de İtalya’nın ve on yıl sonra Almanya’nın birleşmesiyle Avrupa’daki güç dengesinde önemli değişiklikler yaşanmıştı, ancak dönemin en yetkin devlet adamları, Napolyon tarzı küresel savaşların tekrarlanmasına engel olmayı başardılar. Büyük Britanya ile Rusya, Orta ve Güneybatı Asya’da “büyük oyun”u oynarken, Avrupa güçleri denizaşırı koloniler kurdu; Amerika Birleşik Devletleri Monroe Doktrini aracılığıyla yarımküre güvenliğini sağlamaya çalıştı ve yıkıcı bir iç savaşın ardından küresel düzeyde daha büyük bir rol üstlenmeye yöneldi. Bu arada tüm büyük güçler Çin’de nüfuz alanları arayışına girdi. Japonya ise Batı teknolojisine kapılarını açarak büyük güç statüsüne yükseliş sürecine girdi.

Henry Kissinger, A World Restored (1957) adlı eserinde “barışın sağlanması, barış arzusunda bulunmak kadar kolay değildir” diye belirtmiştir. Bu, tarihin bize bir türlü öğretemediği bir derstir. Kissinger, 1815 Viyana Kongresi’nin barış yapıcılarını incelediği çalışmasında barışın temel unsurları olarak “istikrar”, “düzen” ve “meşruiyet”i tanımlamıştır. Büyük Britanya’dan Vikont Castlereagh ile Avusturya’dan Prens Metternich’in, adil olanı mümkün olanla uzlaştırarak Avrupa’yı Napolyon Savaşları’nın kaosundan kurtardıklarını ifade etmiştir. Kissinger, Metternich’i “üstün realist” olarak tanımlamış ve onun bir keresinde gerçekçiliğini, “gözleme dayanarak ve nefret ya da önyargı taşımadan soğukkanlılıkla hareket ettiğini” söyleyerek açıkladığını aktarmıştır.

Kissinger’a göre Vikont Castlereagh, Büyük Britanya’nın Napolyon’a karşı diğer ülkelerle birlikte savaşmasının nedeninin “belirsiz ilke beyanları” değil, “Britanya çıkarlarının açıkça söz konusu olduğu maddi gerekçeler” olduğunu anlamıştı. Britanya’nın en önemli çıkarı, Avrupa kıtasının jeopolitik çoğulculuğuydu—başka bir deyişle, güç dengesi. Kissinger, “Castlereagh, ılımlılığı, üstünlüğe değil dengeye dayalı bir barışı, intikama değil uyuma yönelik bir hedefi savunmaktan asla vazgeçmedi” diye açıklamıştır. Castlereagh, bir keresinde Parlamento’ya, Britanya’nın “Avrupa sistemini tehdit eden somut bir tehlike ortaya çıktığında harekete geçeceğini, ancak bu ülkenin soyut ilkeler doğrultusunda hareket edemeyeceğini ve etmeyeceğini” söylemiştir. Kissinger, Britanya’nın “doktrin uğruna değil, güvenlik için” savaştığını yazmıştır.

Metternich ve Castlereagh Avrupa’da siyasal dengeyi yeniden kurarken, Amerika Birleşik Devletleri’nde Güney ve Orta Amerika, Doğu Avrupa ve Yunanistan gibi, devrimci hareketlerin despotik yönetimleri devirmeye çalıştığı bölgelere müdahale etme yönünde artan bir eğilim vardı. O zaman da, bugün olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nde, demokrasinin dünya genelinde yayılmasını savunan etkili liderler bulunmaktaydı. ABD Dışişleri Bakanı John Quincy Adams, 4 Temmuz 1821’de yaptığı konuşmada, doktrine dayalı bir dış politika yerine ulusal çıkarlara dayalı bir yaklaşım benimsenmesi gerektiği konusunda uyarıda bulundu. Adams, Amerika’nın “yok etmek için canavarlar aramak üzere yurt dışına çıkmadığını; herkesin özgürlüğüne ve bağımsızlığına iyi niyet beslediğini; ancak yalnızca kendi özgürlüğünün ve bağımsızlığının şampiyonu ve savunucusu olduğunu” söyledi. İki yıl sonra, Monroe Doktrini olarak bilinecek metni kaleme alırken, Adams, Batı Yarımküre’de Amerikan güvenlik etki alanını ilan etti.

Etki alanlarına verilen önem, 19. yüzyılın geri kalanında Britanya politikasına yön verdi; Britanya, Hindistan’daki çıkarlarını ve ardından Uzak Doğu’daki çıkarlarını korumak amacıyla Orta Asya’da Rusya’ya karşı “büyük oyun”u oynadı. Britanya Dışişleri Bakanı ve sonrasında Başbakan olan Lord Palmerston, Britanya’nın “kalıcı dostları ya da ebedî düşmanları olmadığını” ve dış politikasını yalnızca Britanya’nın değişmez güvenlik çıkarlarına dayalı olarak yürüteceğini söylemesiyle ünlüdür. Disraeli ve Lord Salisbury gibi sonraki başbakanlar da dış politika yaklaşımlarını güç dengesi üzerine kurmuşlardır; özellikle de Bismarck’ın 1864 ile 1871 yılları arasında Almanya’nın birleşmesini sağlamasından sonra.

Disraeli, Almanya’nın birleşmesinin Avrupa’daki güç dengesini bozduğuna inanıyordu; zira artık Avrupa’nın merkezinde büyük, büyüyen, sanayi açısından güçlü ve birleşik bir Alman devleti yer almaktaydı. Disraeli haklıydı, fakat Alman dış politikası Bismarck’ın kontrolünde olduğu sürece büyük bir Avrupa savaşı önlenebilirdi. Gerçekten de, Bismarck 19. yüzyılın sonlarında baskın devlet adamıydı. A.J.P. Taylor onu “diplomasi sanatının tartışmasız ustası” olarak tanımlamıştır. Henry Kissinger, “Bismarck’ın diplomasisi, kısmen örtüşen ve kısmen rekabetçi bir dizi birbirine bağlı ittifak yarattı” diye yazmıştır. Bu ittifaklar, Avrupa’da genel barışı yirmi yılı aşkın bir süre boyunca korumuştur. Ancak Bismarck 1890’da sahneden çekildiğinde, halefleri onun diplomatik stratejilerini sürdürmeyi başaramamıştır. Büyük Amerikalı diplomat ve tarihçi George Kennan, bunun sonucunda patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nı “Bismarck’ın Avrupa düzeninin çöküşü”ne bağlamıştır.

19.yüzyıl 20. yüzyıla yerini bırakırken, Theodore Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin Panama’daki bir kıstak kanal üzerinde denetim sağlaması için diplomasi kullanarak ve Monroe Doktrini’nin genişletilmiş bir versiyonunu teşvik ederek yarımküre güvenliğini desteklemiştir. Roosevelt’in yayılmacı (şovenist) bir tarafı olduğu kuşkusuzdur, ancak başkan olarak barışçıl bir figürdü; büyük bir deniz gücü olan ABD’nin çıkarlarını korumaya yönelik bir donanma inşası sürecine girmiş olsa da, Rus-Japon Savaşı’nı sona erdirmek üzere müzakereler yürütmüştür. Henry Kissinger’ın da belirttiği gibi, Roosevelt başkan olarak “Amerika’nın dünya sahnesindeki rolünü bütünüyle ulusal çıkarlar çerçevesinde tanımlamış [ve] ulusal çıkarı da tümüyle güç dengesiyle özdeşleştirmiştir.” Rus-Japon Savaşı’ndaki arabuluculuğu, etki alanlarına duyduğu saygının bir yansımasıydı.

Angelo Codevilla’nın son kitabı America’s Rise and Fall Among Nations’ta belirttiği gibi, Roosevelt’ten sonra ABD dış politikası Wilsoncu bir nitelik kazanmış; bu da soyut değerler, ideoloji, tumturaklı doktrinler ve evrenselcilik arayışını beraberinde getirmiştir—ki bu çoğu zaman gerçekçiliğin, etki alanlarının ve güç dengesinin dış politika pusulası olma niteliğini gölgede bırakmıştır. Wilsoncular için etki alanları ve güç dengesi, daha az ilerici bir geçmişin modası geçmiş kalıntılarıydı ve Amerikan ulusal çıkarlarına odaklanmak da fazlasıyla dar, fazla taşralı ve fazla bencil bir yaklaşımdı. Wilsoncu liderlerimiz, ABD’nin çıkarlarını ilgilendiren savaşları ve krizleri çok sık ideolojik birer haçlı seferine dönüştürmüştür. Ve çok sık olarak da, Wilsoncu liderler, soyut idealler uğruna, gerçek Amerikan çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan savaşlara girmiştir.

19. yüzyılın devlet adamları gibi realistler, çok kutuplu bir dünyada büyük güçlerin hâkimiyetinde coğrafi etki alanlarının olacağını ve Mackinder’ın sözleriyle, umut edilebilecek en iyi şeyin dengeli bir insanlık küresi olduğunu kavrarlar. Bu kişilerin bize miras bıraktığı neredeyse bir yüzyıllık küresel barış, siyaset yapıcılarımızda kibir değil, alçakgönüllülük uyandırmalıdır. Etki alanları ve güç dengesi, modası geçmiş bir geçmişin kalıntıları değil; ustalıkla kullanıldığında yıkıcı savaşları önleyebilecek araçlardır.

Kaynak: https://providencemag.com/2025/11/spheres-of-influence-in-the-21st-century-outdated-or-needed/

SOSYAL MEDYA